Erdoğan Tokatlı üzerine bir türlü yazamadım.
Sinema dergisinin temmuz sayısında onu ve Dennis Hopper'ı birlikte anmak istiyordum. Ama Hopper, sonunda tüm köşemi işgal etti. İşte bu hafta, sinema aktüalitesinin fakirliğinden (ve önemli bir-iki filmin nedense bizlere zamanında gösterilmemesinden) doğan fırsatı, onu anarak değerlendiriyorum. Üstelik böylece çok daha fazla sinemasever okur! Geçen günlerde kaybettiğimiz Tokatlı, bizzat tanıdığım bir yönetmen, çok sevdiğim bir insandı. İkimizin de aynı yıl (1939'da) doğmuş olmamız ve de (her ne kadar okuldan tanışmıyorsak da) Galatasaraylı olmamız, bu gönül birlikteliğini güçlendiriyordu. Üstelik o ilk filmini 1965'te yönetmiş, bense ertesi yıl sinema yazarlığıma başlamıştım. Daha ortak ne olabilir? İlk filmi, Sinematek'in kurulduğu, sinemamızın son derece hareketlenip çeşitlendiği, yabancı filmlerde ilk kez Bergman'dan Antonioni'ye, Demy'den Visconti'ye Avrupalı ustaların filmlerinin sinemalarımızı şenlendirdiği bir döneme rastlar. Film, apaçık bir tazelik ve heyecan taşıyan
Son Kuşlar'dı: İstanbul fonunda geçen, Fransız etkileri taşıyan içten ve içli bir aşk hikâyesi. Ama sulugözlü bir Yeşilçam yapımı değil, ülkenin ve kentin gerçeklerinden kopup gelen sapasağlam bir film... Bu elbette bir mucize değildi. İşin geçmişi vardı. Tokatlı'nın yedi yıl büyük ağabeyi Attila Tokatlı da sinema tutkunuydu. Üstelik o Paris'te İDHEC sinema okulunda okumuş, ayrıca felsefe eğitimi almıştı. 1960 yılında, gerçek-üstücü özellikler taşıyan gizemli İstanbul öyküsü
Denize İnen Sokak'ta ünlü tiyatrocu Ulvi Uraz'ı yönetmiş, benim bayıldığım kayıp Atıf Yılmaz filmi
Kalbe Vuran Düşman'ın senaryosunu yazmıştı (bu iki film de kayıp). 1964'teki
Gel Barışalım'dan sonra sinemayı tümüyle bırakıp kendisini felsefe yayıncılığı ve çevirmenliğe adamış, 1988'de 56 yaşında ölmüştü. Böylece geçerken, çoktan unutulmuş Attila Tokatlı'ya da bir selam sarkıtalım.
BAŞYAPITLAR ÇEKTİ
Bu çevreden gelen kardeşi Erdoğan, önce gazetelerde film eleştirileri yazdı. Memduh Ün'e, sonraları Aksoy'dan Eğilmez'e birçok yönetmene asistanlık yaptı. Ve ilk filmini bir Ayşe Şasa senaryosu üzerine çekme şansını yakaladı. Dönemin genç oyuncuları Ediz Hun ve Selma Güneri filme büyük katkıda bulundu. Ve ortaya bir mini-başyapıt çıktı. Önceki yıl onarılıp yepyeni kopyası festivalde gösterilen ve alkışlanan... Tokatlı sonra daha ticari işler yaptı. Yılmaz Güney'in anımsanan filmlerinden
Eşrefpaşalı'yı, sonraları ise hemen hep vurdulu-kırlı filmler çekti. Artık Yeşilçam tarafından öğütülmüş ve baştaki umutları boşa çıkarmış biri olduğu söylenebilirdi. O da sinemayı bıraktı. Bir 10 yıl kadar fotoromanlar çekti, bir şirket kurup dönemin başarılı filmlerine dışarıda pazar aradı. Ama sonra döndü. Ve 1980'lerle birlikte parlak bir döneme girdi.
Fidan, sonra Oktay Akbal'ın dünyasını yansıtan
Suçumuz İnsan Olmak, Kemal Tahir'den
Güneşe Köprü, Orhan Kemal'den
72. Koğuş gibi önemli uyarlamalar yaptı, hepsi o yılların en iyi filmleri arasında olan... 90'larda ise o genel bunalım içinde, daha çok TV için çalıştı.
Çiçek Taksi,
Marziye gibi döneminin ilgi gören düzeyli dizilerine katıldı. Ve sonra, giderek o meşum yaşlılık hastalığına teslim oldu. Eşi, sevgili dostumuz Reyhan o zor günlerde neler çekmedi neler... İKSV, 2009 İstanbul film festivalinde ona hak edilmiş bir Onur Ödülü verdiğinde, sahneye Ediz Hun ve Selma Güneri'nin arasında çıkmış, salona uzun uzun bakmış, ama konuşamamıştı. Ve sonra acıları birden sona erdi.