MİNE AKVERDİ
Radi Dikici 2005’te yayımladığı “Cumhuriyet’in Divası: Müzeyyen Senar” adlı biyografi kitabını, daha önce yayınlanmamış birçok yeni fotoğraf ve belgeyle, Senar’ın hastalık dönemine dair en yeni bilgiler ve bir de taş plak kayıtlarından oluşan CD ile zenginleştirerek yeniden piyasaya çıkarıyor. İşte huzurlarınızda Müzeyyen Senar!
12 Temmuz 1952 tarihli Radyo Haftası mecmuası Müzeyyen Senar’ı şu sözlerle anlatır: “Müzeyyen Senar, bütün sanatkârlarımız içinde ruhen en zengin ve en çeşitli hareketler taşıyan bir kadındır. Kahkahalarında, bakışlarında, seslenişinde zamanlarda, muhtelif manalar bulabilirsiniz. Bazan bir şarkısını okurken onun hovarda, dünyaya metelik vermez bir kadın olduğunu sanırsınız. Bir başka şarkısında Müzeyyen Senar, Mecnun’a vurgun Leylâ’ya benzer.
Bazan hırçın, bazan çok cana yakın. Bazan okşanmaktan korkulan yaramaz bir kadındır. Bir ruhiyatçı olsanız, Müzeyyen Senar sizin için harikulade bir etüd mevzuudur. Onda engin aşkı, en içli ızdırabı, en derin analık şefkatini, en büyük kadın kıvraklığını bulursunuz. Tek ifade ile, Müzeyyen Senar denize benzer. Şimdi sakindir. Ufuklarına kadar, harikulade bir huzur enginliğine bürünmüştür. Fakat az sonra, fırtınalarıyla sizi alır, heyecandan heyecana sürükler…”
Bugün 93 yaşında olan Müzeyyen Senar, sesiyle, yorumuyla, tavrıyla işte böylesine hayranlık yaratan bir sanatçı, bir ekol, bir diva. Nitekim bu hafta Everest tarafından yayınlanan “Cumhuriyetin Divası: Müzeyyen Senar” kitabının yazarı Radi Dikici de onun önemini şu sözlerle özetliyor: “Mısır’da Ümmü Gülsüm, Fransa’da Edith Piaf varsa, Türkiye’de de Müzeyyen Senar vardır. Onlar diğerlerinden farklıdır. Bambaşkadır. Haliyle hayatı yazılmalıydı.”
Müzeyyen nasıl Senar oldu? Dikici’nin kaleme aldığı biyografi, bambaşka olmanın, diva olmanın, ekol olmanın ne demek olduğunu açıklayacak nitelikte bir çalışma. Nitekim 1918’de Bursa’da maddi zorluklarla, kekemelik gibi bir sorunla, anne-babasının ayrılmasıyla babaya öfke, anneye hasret duygusuyla başlayan ve daha sonra olağanüstü başarılar, görkemli anılar, ilginç anekdotlar, inişli çıkışlı yoğun duygular ve de şarkılarla örülen bir yaşam hikâyesi sunuyor kitap.
Müzeyyen Senar’ın billur sesli annesi Zehra Hanım’a eşlik ederek sesini keşfetmesine, kekelemeye başlayınca konuşmamanın acısını şarkı söyleyerek çıkarmasına, annesine kavuşmak için bir gece sızmış babasının cebinden biraz para alıp otobüse binerek Bursa’dan İstanbul’a tek başına gidivermesine sebep olan deli cesaretine, 13’ünde radyolarda, 15’inde sahnelerde sesiyle insanları mest edişine, söylediği şarkılardaki gibi aşklar ve acılar yaşamasına, gerektiğinde karşısındaki adamın suratını yumruklayacak ya da tüfek doğrultacak kadar mert, sert ve dobra karakterine şahit oluyoruz. Kısacası Müzeyyen Senar'ın nasıl Müzeyyen Senar olduğunu görüyoruz.
İlk baskısı 2005’te yayınlanan şimdiyse yenilenip genişletilen bu biyografiyi nasıl hazırladığını Radi Dikici şöyle anlatıyor: “Müzeyyen Hanım’la zaten tanışıyorduk. Biyografisini yazmamı o istedi. Kitap için 2001-2004 yılları arasında üç-dört yıl birlikte vakit geçirdik ve çalıştık. O İzmir’de ben İstanbul’daydım. Sık sık bir araya geliyorduk. İnanılmaz disiplinliydi. O gün gelir akşama kadar yazdıklarımı gözden geçirir sonra da o anlatırdı.
Yaptığımız tüm görüşmeleri 40 kadar kasede kaydettim.” Ama kitap sadece onun anlattıklarından oluşmuyor. Dikici, Senar’ın ve evlatlarının sakladıkları belgelerin yanı sıra, kendi çabalarıyla temin ettiği yüzlerce bilgi, belge, gazete arşivinin de kitapta yerini aldığını söylüyor ve ekliyor: “Dahası ‘Müzeyyen Senar’ın biyografisi yazılıyor’ haberi duyulduktan sonra çok ilginç bir şey de oldu:
Türkiye’nin her yerinden tanımadığım insanlar bana postayla çeşitli bilgiler belgeler, dergiler, gazeteler, posterler gönderdi. Ayrıca aynı dönemde yaşamış ve yolu onunla kesişmiş birçok sanatçıyla da görüşmelerim de kitapta yer aldı. Zira bu kitap aynı zamanda Türk müziğinin 80 yıllık tarihini de gözler önüne seriyor.” 2008 yılında rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığı dönemde de çok sık görüştüklerini söyleyen Radi Dikici, divanın bu olayın ardından yaşamının farklılaştığını söylüyor.
Ama en son 15 Nisan’da gördüğü ve birlikte dışarıda yemek yediği 93 yaşındaki Senar’ın sağlığının şimdi gayet iyi olduğunu ve pozitif enerjisini hiç kaybetmediğini de ekliyor: “Sesini kaybettiğine dair haberler doğru değil. Müzeyyen Hanım sürekli pozitif, neşeli, hayatta zevk almasını seven, sürekli gezen hareket halinde bir insandı ve hep şarkılar söylerdi.
Bugüne kadar daima keyifle yaşamış, yediği kazıklara çok da aldırmamış, ‘bana büyük zararlar verenler oldu ama onları hiç lanetlemedim, onlar cezalarını kendileri buldular’ diyen biri. Yaşadıklarından hiç pişman olmamış biri.”
Senar’ın kitapta yer alan şu sözleri de Dikici’yi doğruluyor: “Size bir şey söyleyeyim mi, bana nasip olanlar, kimseye olmamıştır… Sevildiğimi ta içimde hissediyorum… Ben on bin kadının yaşamını kendi yaşamıma sığdırmış bir kadınım. Dopdolu harika bir ömür geçirdim.” Uzun ömürler diva!
ŞARKININ DERİNLİĞİNDE KAYBOLMAK
Dervişzade İbrahim Bey’in Taksim’deki Av Salonu’nda ilk kez bir solo sanatçı olarak sahneye çıktığı geceki duygularını şöyle anlatır Senar: “Sahnede bazı zamanlar vardır, çok özeldir. O gece şanslıysanız seyirci de özeldir. Tam böyle bir geceydi. Adeta kendimden geçmiştim. Sazla öyle bir ahenk içindeydik ki, zamanı bile fark etmiyordum.
Çok kere şarkı söylerken şarkıyla bütünleşirim. Muhtemelen, besteci şarkıyı bestelerken ne duymuşsa, söylerken ben de onu yaşarım. Şarkı bitene kadar şarkının derinliğinde kaybolurum. Bittiğinde alkış sesleri beni kendime getirir ve dünyaya geri dönerim. O gece öyle bir geceydi.”
ATATÜRK ÖNCE SAÇLARINI KESTİRTTİ SONRA ŞARKILARINA EŞLİK ETTİ
1936’nın Aralık ayında bir akşam kapı çalınır. Nubar Tekyay gelmiştir. “Hadi kızım çabuk hazırlan saraya gidiyoruz” der. Eşi Ali’yle kapıdaki büyük otomobile binerler ve doğruca Dolmabahçe Sarayı’na giderler. Müzeyyen Senar şöyle anlatıyor: “Doğrusu o sıralar çok ünlü bir sanatçı olduğumu düşünmediğim için şaşırmıştım. O yüce insanı göreceğim için seviniyor, açıkçası aynı zamanda korkuyordum da. Saraya vardığımızda bir yaver bizi aldı ve büyük salona götürdü. Uzun bir masanın etrafında devrin bütün tanınmış kişileri yer almıştı. Atatürk ortada oturuyordu. ‘Gel bakalım hanım kızım.
Otur şöyle yanıma’ dedi. Yüzüme baktığında, ‘Aaa! Bu saçlarının hali ne?’ deyip yavere işaret etti. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Yaver, ‘Lütfen beni takip ediniz Müzeyyen Hanım,’ dedi. Salondan çıkıp siyah mermerlerle kaplı bir büyük banyoya geldik. Birden korkuya kapıldım. Biraz sonra Ali de içeri girdi. Sonradan öğrendiğime göre, Atatürk benim enseme topladığım saçlarımı beğenmemişti ve modern bir görünüm almam için saçlarımın kesilmesini istemişti. Nitekim berber saçlarımı alagarson kesti. Görünümüm birden değişmişti. Ali de bıyıklarını kaybetti. Biraz sonra huzura gittiğimizde, ‘İşte şimdi mükemmel oldu.
Ver bakalım şu koltuğunun altındaki defteri’ dedi. Defteri incelerken bir taraftan da rakısını yudumlayıp tabaktaki leblebileri meze yapıyordu. Öyle keyifli bir içmesi vardı ki, imrenirdiniz. Açtığı sayfalardan birini bana uzatıp, ‘Haydi bakayım, şunu oku da dinleyelim’ dedi. ‘Mâni oluyor halimi tâkrire hicâbım/Üzme yetişir üzme firâkınla harabım...’ Birden kendimi çok mutlu hissettim. Gözümün önünde sadece Ulu Önder, ben ve şarkılar vardı. Şarkıyı okurken önce mırıldanan Atatürk, ‘Üzme yetişir üzme firâkınla harabım’ı söylerken yüksek sesle bana refakat etmeye başlamıştı...”
İLK TAVSİYE SAFİYE AYLA’DAN
Radyoya gelen Safiye Ayla Hanım henüz 14 yaşında olan Müzeyyen Senar’ın programını dikkatle izler. Müdür’e, “Programını bitirince Müzeyyen Hanım’ı görmek isterim” der. Müzeyyen Senar o ilk karşılaşmayı şöyle anlatır: “Müdürün odasında oturuyordu. Her zamanki gibi çok şıktı. Hatta başında şapka vardı.
Ben üzerimde her zaman giydiğim entariyle pek zavallıydım galiba ama o hiçbir şey belli etmedi. ‘Bak yavrum senin programını dikkatle izledim. Tek hatalı bir notaya bile basmadın. İcran mükemmel ama sen ne Nimet, ne Belkıs ne de Lâle Hanım olmak mecburiyetindesin. Kendin olmalısın. Sesin çünkü çok güzel’...”
“KEKEME OLMASAM ŞARKICI OLAMAZDIM”
“Konuşamamak beni kahrediyordu. Daha önce beraber oyun oynadığımız arkadaşlarımın arkamdan alaylı taklitlerini duyunca eve koşup ağlıyordum. Ancak, bugün düşündüğümde, sanki Tanrı bana başka bir şey vermek için kekeme olmamı istemişti. Çünkü konuşamayınca şarkı söylemeye mecbur kalıyordum. İşe iyi tarafından bakmak gerekirse, kekeme olmasaydım, belki bugünkü Müzeyyen Senar olamazdım.”
ZEKİ MÜREN’İN ELİNDEN O TUTTU
“Bursa konseri sonrası otele dönüp odama çıkarken bir beyefendi beni durdurdu: ‘Gitmeyiniz efendim, sofrada sizi bekliyorlar’ dedi. Yemek salonuna saz arkadaşlarımla birlikte girdiğimde, orada bulunanlar ayağa kalkarak beni karşıladılar.
Masanın köşesinde gözlüklü, çok genç (o sırada 17 yaşında) bir delikanlı oturuyordu. Kendisini Hayri Terzioğlu olarak tanıtan bir bey, ‘Bu delikanlı, yeğenim Zeki Müren’ dedi. ‘Vakit gecikti, siz de yorgunsunuz ama, lütfederseniz, size onu dinletmek istiyoruz.
’ Saz arkadaşlarım sazlarını çıkardılar. ‘Müsaade ederseniz efendim, nihavent makamında Ali Rıfat Çağatay’ın ‘Zülfün görenlerin hep bahtı siyâh olurmuş’ bestesini okumak istiyorum’ dedi ve esere girdi. Kulaklarıma inanamamıştım. O yaşta harika bir ses ve yorum. Gözlerim yaşarmıştı.