Libya Mutabakatı ne anlama geliyor?
Libya mutabakatı; Türkiye ile Libya arasında, Akdeniz'de uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak tüm egemenlik hakları ve yetkileri üzerinde tasarrufta bulunma hakkı tanıyan antlaşmadır. Tabi burada en önemli husus, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik sınırları 18.6 mil yani 29.9 km sınır çizgisiyle belirlenmiştir. Bu da Türkiye'nin bölgesel bir aktör olarak Doğu Akdeniz'deki siyasi denklemi yeniden belirlediği bir sürece tekabül etmektedir.
Türkiye'nin Libya ile imzaladığı anlaşmanın stratejik mahiyeti nedir?
Öncelik şunu söylemek icap eder ki, Türkiye bu hamleyle Doğu Akdeniz'de bir oldu bittiye müsaade etmemiştir. Yani, kendisine yönelen kuşatmayı yarmış oldu. Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, İtalya, İsrail, Mısır ve diğer tüm ülkeler Libya üzerinden Doğu Akdeniz'de mevzi kazanmaya ve/veya var olan mevzilerini tahkim etmeye çalışırken, aynı zamanda bir Akdeniz ülkesi olan Türkiye bu sürece kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı da. Ayrıca bu meseleyi, Türkiye'nin Kıbrıs meselesinden bağımsız okuyamayız. Türkiye, Libya'yla imzaladığı mutabakatla Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Kesimi arasındaki bağlantıyı da kesmiş oldu.
Peki, TBMM'nin Dışişleri Komisyonu'ndan geçen Askeri İşbirliği Mutabakatı çerçevesinde Türkiye'nin gerekirse asker gönderme meselesi de gündeme geldi ve Türk kamuoyunda bazı çevrelerde bizim "Libya'da ne işimiz var?" gibi sorular da yükseliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye büyük bir devletin yani Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesi ve varisi olan bir ülkedir. Bu emperyal bir vizyona sahip olmak ya da topraklarını genişletmek anlamını taşımıyor. Ama milli güvenliğimizi ve menfaatlerimizi teminat altına alacak her türlü adımı atmaktan da kaçınmamak durumundayız. Unutmamak gerekir ki; güvenlik politikalarımızın hatlarını mevcut siyasi sınırlarımızla belirleyemeyiz. Bu açıdan Orta Doğu'da, Balkanlar'da hatta ve hatta Akdeniz'de Rus varlığını da düşünürsek Kafkasya'da güven, huzur ve sükûnu tesis etmek istiyorsak büyük devlet reflekslerine, ferasetine ve vizyonuna sahip olmak zorundayız. Bu da tarihi hafızayı tazelemeyi, tarihi tecrübe ve birikimlerin sunduğu projeksiyonla dış politika yapmayı beraberinde getirmektedir. "Libya'da ne işimiz var?" diyenler, çok değil bir asır öncesine dönerlerse ne işimiz olduğunu anlayacaklardır. Libya'yı kaybetmemizin bize nelere mal olduğunu okuma fırsatı bulacaklardır.
Tarihi tecrübe ve birikimlerin sunduğu projeksiyondan bahsettiniz. Libya'da bir asır önce ne oldu?
Öncelikle bir asır önceki resmi ortaya koyalım. 1878'de Kıbrıs, 1881'de Mısır İngilizlerin ve 1882'de Tunus Fransızların himayesine geçmiş. Osmanlı Devleti'nin Akdeniz güvenliğini teminat altına almasını sağlayacak, aynı zamanda Afrika'ya açılan tek kapısı bugün Libya olarak bilinen Trablusgarp kalmıştır. Ve Trablusgarp, 29 Eylül 1911 tarihinde Devlet-i Aliyye'ye verilen nota sonrasında İtalyanlar tarafından işgale uğraşmıştır. Tabi bu durum karşısında Osmanlı meclisindeki ekseriyet milli şeref ve haysiyetin muhafaza edilmesi üzerine her türlü fedakârlığın göze alınması iradesini ortaya koymuş ve İttihat ve Terakki'nin Selanik'te toplanan kongresinde, Trablus ve Havalisinin şiddetle müdafaası yönünde karar çıkmıştır. Lakin Trablus'a giden yolların kapanması sebebiyle, İttihat ve Terakki Cemiyeti, vatanperver zabitlerden müteşekkil bir grubun gizlice Trablus'a gönderilmesini ve mücadelenin yerel ahalinin örgütlenmesi münasebetiyle yapılmasını ön görmüştür. Bu hadise, esasında Libya ile Türkiye arasındaki dostluk ve kardeşlik adımlarının başlangıcını teşkil etmiştir.
Osmanlı'nın bir avuç genç zabit ile Afrika'daki son toprak parçası olan Trablusgarp'ı savunma girişiminden bahsettiniz. Bu savunmanın mahiyeti nedir?
Trablusgarp Müdafaası, Milli Mücadelenin her açıdan önsözü gibidir. Türkiye olarak milli mücadelemizin 1912 Balkan Harpleriyle başlayıp aradaki Cihan Harbiyle beraber 1922 Büyük Taarruzla bittiğini düşünürsek, milli mücadelenin bütün aktörleri Trablusgarp Müdafaasında yerini almıştır. Örneğin, Birinci Balkan Harbi'nde Bulgarların eline geçen Edirne'yi yeniden Türk toprağı yapan ve Birinci Cihan Harbi'nde (ve dolayısıyla Çanakkale Zaferinde) Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili olan Enver Paşa Bingazi ve Derne Cephelerinin kumandanı olarak Trablusgarp Müdafaasında en önde gelenlerdendir. Yine İstiklal Harbimizin önderi ve Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal Paşa, Trablusgarp'a gelen genç subaylar arasındadır. Kut'ul Amare Zaferinin mimarı Halil Paşa, Kafkas İslam Ordularının Komutanı ve Bakü fatihi Nuri Paşa, Basra Müdafi Süleyman Askeri Bey, Cumhuriyet'in kurucularından Ali Fethi (Okyar) Bey, Rauf Bey, Ömer Naci Bey vb. pek çok sima genç bir Osmanlı zabiti olarak Trablusgarp'ta yerini almıştır. Ve oraya intikal serüvenleri bambaşka bir hikâyedir.
Nedir o hikâye? Biraz bahsedebilir misiniz?
Az önce de arz ettiğim gibi Trablusgarp'a giden yollar kapalı olduğu için, Osmanlı Zabitleri, müstear isimlerle ve çeşitli kılıklarla bölgeye intikal etmişlerdir. Mesela, Binbaşı Enver Bey, tanınmamak için dilsiz bir Suriyeli tüccar kılığında Mısır'a gitmiş, Mısır'dan Trablusgarp'a geçerken de Arap Şeyhi kılığına girmiştir. Enver Bey'le birlikte Rauf Bey ve Recep Bey Mısır'dan Trablusgarp'a gitmiştir. Bağdat Jandarma Kolağası Süleyman Askeri Bey ile Mülazım Cemil Bey de hoca kıyafeti giyerek uzun ve tehlikeli bir yolculuktan sonra Bingazi'ye varmışlardır. Halil Bey (Kut), hadise patlak verince hemen yurda dönerek bir Macar ismiyle Tunus'a geçemeye çalışmıştır. Lakin Tunus'a çıkar çıkmaz Fransız polisi tarafından yakalanmıştır. Daha sonrasında, Cenevre Konvansiyonu'nda kabul edilen silahsız ve sivil olarak bir zabitin özgürce seyahat edebileceği maddesi hatırlatılarak, süvari mülazımı Ekrem Bey'le Trablusgarp'a geçebilmiştir.
Peki, Trablusgarp Müdafaası'nda Osmanlı Devleti'nin imkânsızlıklarından bahsettiniz. Bu imkânsızlıklar içerisinde nasıl bir savunma yapılmıştır?
Bir kere şunu söylemek icap eder. Bu zabitler, Trablusgarp'a giderken tam bir adanmışlık ruhuna sahiplerdi. Enver Bey mektuplarında bu motivasyonu "Bir halkın en yüce hakkını, hürriyetini korumak üzere çalışmak için yaşayacağım. Herkes savaş meydanında ve atalarımızın topraklarını korumak istiyoruz." şeklinde ifade etmiştir. Bu doğrultuda birbirleriyle husumet içerisinde olan yerel aşiretler arasında sulh sağlanmış ve yerel ahali, Osmanlı Subayları tarafından örgütlenerek istiklal ve istikballeri için harekete geçirilmiştir. İtalyanlar, Trablusgarp'ın içlerine doğru ilerleyememiş ve Türk zabitlerine bağlı birliklerin ani baskınlarıyla ağır zayiatlar vermeye başlamışlardı. Türk zabitlerinin zaferleri, Avrupa basınında da büyük bir yansıma bulmuştur. Bunun yanı sıra, kısa bir zaman zarfında, Trablusgarp Havalisi imar edilirken Mısır ile Derne arasında İstanbul ile muhaberata geçecek telgraf hattı tesis edilmiştir. Trablusgarp'ta işlerin kendileri için kötüye gittiğini gören İtalyanlar Balkanlardaki patlamaya hazır etnik milliyetçiliği kaşıyarak, Balkan Harbi'nin çıkmasını teşvik etmiştir.
Balkan Harbinin çıkmasında Trablusgarp Müdafaasının etkisi vardır diyorsunuz. Bu nasıl olmuştur?
Elbette vardır. Daha önce de belirttiğim gibi bu bölgeleri birbirinden bağımsız olarak değerlendiremezsiniz. O dönemdeki Sırp-Bulgar mutabakatı, Osmanlı'nın Balkanlar'dan atılmasını ihtiva ediyordu. Nitekim Düvel-i Muazzama dediğimiz büyük devletlerde de Balkanlarda biriken etnikçi gerilimin giderilmesi ve Avrupa dengesinin bozulmaması için Osmanlı Devleti'ni gözden çıkarmışlardır. Yani Balkan Harbine göz yummuşlardır. İtalya ise, Arnavut isyanını teşvik ederek, Arnavutların Osmanlı'dan kopmasını teşvik etmiştir. Bu sayede, dikkatini Balkanlara çeviren Osmanlı Devleti, Uşi Antlaşmasıyla Trablus-Bingazi ve Akdeniz'deki On İki adayı İtalyanlara bırakmıştır. Yalnız, 18 Ekim 1912 tarihli Uşi Antlaşmasıyla savaş görünürde sonra erse de Trablusgarp'ta teşkil edilen "Fedai Zabitan" grubunca Trablusgarp'ın geleceği hususunda çok önemli kararlar alınmıştır. Mesela bir kısım subaylar, Trablusgarp'ta kalarak direnişe devam etmişlerdir. Yine, Seyyid Ahmet Sünusi'nin liderliğinde Afrika Devletler Grubunun kurulması ve Padişah ve Kabine üzerindeki baskının kırılması için fedai zabitan grubunun bütün üyelerinin istifa ederek, Trablus ve Bingazi'nin bağımsızlığını ilan etmesi alınan kararlar arasındadır. Bu doğrultuda, Aralık 1914'te Enver Paşa'nın kardeşi Yüzbaşı Nuri Bey, Trablusgarp'taki Afrika Gruplar Komutanlığına tayin edilmiştir.
Öyleyse Trablusgarp Müdafaası ile bugün ki Libya'nın politik tutumu arasında bir bağlantı kurabiliriz.
Şüphesiz. Tarihin coğrafyaya sunduğu projeksiyon derken tam da bunu kastetmiştim. Trablusgarp Müdafaası, Türk liderliğinin inanç ve inadının bir parçası olarak Osmanlı'dan sonra dahi Libya topraklarında derin izlerini bırakmıştır. Ayrıca, sömürgeci ve emperyal güçlere karşı direnişle beraber, Türk hafızasının adalet ve hoşgörüyle muamele etme anlayışının coğrafyaya demirlendiği bir yer olmuştur. Türk subaylarının getirdikleri askeri disiplin sayesinde, yerel halk bağımsızlık mücadelesine devam eder. Bu mücadele, Trablusgarp ahalisinde hürriyet ve istiklal ateşini yakmıştır ki o ateş Çöl Arslan'ı Ömer Muhtar gibi bir kahramanı çıkarmıştır. İkili ilişkileri biraz da bu noktadan okumakta fayda vardır.
Son olarak, Libya'nın Akdeniz güvenliği açısından tarihi önemi ile bugün arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir.
Bunu misyon ve strateji olarak iki zeminde incelemek gerekir. Konuşmamın başında da arz ettiğim üzere Türkiye, Osmanlı Devleti'nin büyük devlet olma misyonunun mirasçısıdır. Tarihi ve kültürel coğrafyamız bunun izleriyle doludur. Bu izleri takip etmeden bu coğrafyada yaşamayız. Enver Paşa, Trablusgarp'a giderken "Peki o zaman niye gidiyorum? İslam Dünyası'nın bizden beklediği bir ahlaki görevi yerine getirmek için." diyerek bu misyonu özetlemiştir. Türk devletleri tarih boyunca, kargaşayı sükuna, savaşı barışa, kaosu düzene çevirme üzerine hareket etmişlerdir. Türkiye'nin dış politika refleksleri bu şiar üzerinedir. Biz sömürü üzerine değil; adalet ve düzen üzere olan bir anlayışı temsil ediyoruz. Meselenin stratejik boyutuna baktığımız zaman, Trablusgarp'taki kaybımız, Balkanlar'daki ve Orta Doğu'daki kopuşların da sebeplerinden bir tanesi olmuştur. Bugün de Doğu Akdeniz'de olan biteni, Türkiye'nin Balkan ve Orta Doğu politikalarından bağımsız okuyamayız. Hele ki Doğu Akdeniz'i dikkate almadan kuracağımız güvenlik denklemi eksik kalacaktır. Bununla beraber, mavi vatanda bundan bir asır evvel çizilen sınırlarla Türkiye'yi gaz ve petrolden mahrum bırakarak az gelişmişliğe mahkûm etmek kabul edilemez. İbn Haldûn, "Coğrafya kaderdir" der. Coğrafyasını bilmeyen toplumlar geleceğine yön ve istikamet veremez.