Kardeşleri ve kuzenleriyle beraber altı çocuk aynı odada kalıyorlardı. Evde zaten tek bir oda vardı. "Çocuk nüfusun" kalan yarısı da salonda yatıyordu.
Bülent DEĞERLİ / PAZAR SABAH
Luis Carlos, çoğu gece olduğu gibi kucağında topuyla girmişti yatağa. Futbol topuna sarılıp hayallere dalmıştı. İdolü, Portekiz efsanesi Luis Figo gibi olmaktı en büyük hayali... Onun gibi, kanatta estiğini düşlüyordu rüyasında.
Aslında Batı Afrika'da ada ülkesi Cape Verde'de (Yeşil Burun adaları) doğmuştu Luis Carlos. Ama o daha beş yaşındayken Portekiz'e gelmişlerdi. Başkent Lizbon yakınlarında, fakirlik ve suçun kol gezdiği Santa Filomena'ya yerleştiler. İki yıl sonra babası bir gün evden çıktı. Tatil için Cape Verde'ye gittiğini söyledi. "Yakında gelirim" dedi. Ama bir daha hiç dönmedi. Luis daha yedisindeydi.
Beş yıl sonra da bu kez annesi, yoksulluktan kaçıp yeni bir hayat kurmak için Hollanda'ya gitti. O da geri dönmedi... Luis Carlos'a teyzesi Antonia sahip çıktı. Antonia yıllar sonra, yeğeninin her gün 7-8 saat bıkıp usanmadan futbol oynadığını ve geceleri de futbol topuna sarılarak uyuduğunu anlatacaktı. Bir gün tüm dünyanın duyup tanıyacağı "Nani" adını ise ona kız kardeşlerinden biri verdi.
BEN DEMİŞTİM SİZE…
Futbol oynamayı ona, inşaatlarda çalışarak kardeşlerine bakan abisi Paulo öğretmişti. Nani bazı günler abisinin yanına, yardıma giderdi. 8 yaşında onu Real Sport Clube Massama kulübüne yazdıran da yine abisiydi. Futbol tutkusu öylesine güçlü, başarmaya öylesine kararlıydı ki, tren bileti alacak paraları olmadığı için kulübün antrenman sahasına her gün yaklaşık 10 kilometre yürümek dahi yıldırmadı Nani'yi.
Mahalledeki toprak sahada beşerden oynadıkları maçlarda da hep "en zayıf" olan çocukları alırdı takımına. Sırf topla daha fazla kendisi oynayabilsin diye. O zamanlar Lizbon varoşlarında "top koşturduğu" arkadaşlarından biri de eski Beşiktaşlı Fernandes'ten başkası değildi.
İleride "büyük" bir futbolcu olduğunda iki ayağını da kullanabilmek için, daha çocuk yaşta her gün saatlerce sol ayağını çalıştırdı. Bugün hangi kanatta oynarsa oynasın, içeri kıvrılıp rakiplerini yaya bırakan çalımlarını, örümcek ağlarını alan şutlarını işte o egzersizlere borçlu...
Hırsının, yeteneklerinin ve azminin karşılığını aldı çok geçmeden Nani... 17 yaşında, ülkenin köklü kulübü Sporting Lizbon formasıyla profesyonel oldu.
İki sezon sonra da dünya devi Manchester United'a tam 25 milyon euroya imza attı. 'Kırmızı Şeytanlar'a imza atarkense, küçükken "Çok çalışıp bir gün Manchester'da oynayacağım" dediği zaman, ona burun kıvırıp alay eden arkadaşlarını hatırladı. Yokluk içinde, doğru düzgün yemek dahi girmeyen bir evde, anne-babasız büyüyen çocuk, henüz 20 yaşında zirveye çıkmıştı.
YALNIZLIK VE KARANLIK KORKUSU MİRAS KALDI
İlk zamanlar, takım arkadaşı Cristiano Ronaldo ile aynı evi paylaştı. Yeni bir ülkeye ve kültüre bu sayede yumuşak geçiş yapabildi. Ama kendi evine çıkınca, lisan bilmemenin getirdiği yalnızlığı yaşamaya başladı. Öyle ki bugün hâlâ canlı olan "karanlık" korkusu ve "yalnızlık" fobisi, alışık olmadığı kadar büyük bir evde tek başına geçirdiği gecelerden Nani'ye miras kaldı.
2006'da babasıyla tekrar buluştu yıllar sonra. Babası "bürokratik engeller" yüzünden dönemediğini anlattı. "Bunca yıl bana ulaşmak için niye hiç çabalamadın, niye tek satır olsun yazmadın" diye sitem etmedi Nani. "Tamam" dedi. Geçmişe sünger çekti. Bir süre sonra Hollanda'dan geri gelen annesine de gene aynı olgunlukla yaklaştı.
Ailesine, özellikle de herşeyini borçlu olduğu teyzesine de yine Nani bakıyor. Futboldan eline geçen ilk toplu parayla da ona, Lizbon'da merkeze yakın üç odalı yeni bir ev hediye etti.
Şubat ayında Sporting formasıyla 30 metreden attığı jeneriklik gol sonrası, Nani'nin sahanın ortasında döktüğü gözyaşları, 28 yıla sığdırdıklarının, yaşadığı baskının, geçtiği yolların dışa vurumuydu.