Yakın zamanda, bir tahtelbahirin girdiği muharebe ile düş dünyamıza iştirak eden Tiamat isimli romanı sayesinde hasret giderdik İhsan Oktay Anar'ın kalemiyle. Üzerinden üç yılın geçtiği bir yakın zaman diliminden bahsetsek de bu, Anar'ın edebî üretimini dört gözle bekleyen okuyucuları için mâkûl bir dem olabilir. Dönüp yeniden okunabilir, bilvesile eski eserlere doğru sefere çıkılabilir, durup yeni hayâller kurulabilir. Edebiyatımızın, ömrüne bereket olsun ki yaşayan en iyi romancılarından biriyken, okurlarının hakkında kısıtlı bilgilere sahip olduğu bir isim Anar. Aslında 'hakkında' kısmı ile en çok vâkıf olmak istediğimiz hâl, herhangi bir meselede ''Kendisi ne fikirde?'' diye düşünürken bunu tahmin edebilme isteği galiba. Hayâlleriyle bizi içine kattığı fantastik dünyasında, olaylara bir de onun tasavvur penceresinden bakabilmek...
Zannediyorum ki en azından eserlerinin müptelâsı olanların Anar ile kişisel bir bağ kurmak istemesi kadar tabiî bir iştiyak yok; ancak edebiyatımızın en az oluşturduğu karakterler kadar kendine has bir yaşayış üslûbuna sahip olan Anar'ın duygusal mesafesine de hürmet etmeli. Çok nadir ilişki kurduğu basında, kısa bir söyleşisinde verdiği cevap etkileyici: "Gördüğüm ya da düşündüğüm şeyleri roman dışı yollarla ifade etseydim bu tuhaf olacaktı.''
Üzerine çokça düşünülecek 'suskun' bir anlatım. Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel, Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri, Amat, Yedinci Gün, Galîz Kahraman ve bu yazının da konusu olan sanıyorum en sevdiğim romanı Suskunlar yazarın edebî tarihinde son kitabı Tiamat'tan çok önce. 2007 yılında okuyucuyla buluşan Suskunlar'da geçen şu iç konuşma da sanki hem yazarın hem de bu etkileyici romanın kısacık bir özeti gibi: "Sessizlik de bir perdedir, sessizliği işitebilirsin. 'Es' bile bu perdeye kıyasla 'ses'tir.'' Fazlaca görünür olduğumuz, koca koca kelimeleri döküp saçarak yutkunduğumuz sayısız meselelerle kalbimizi çalkaladığımız zamanlarda, Suskunlar'ın sesi bize 'hâl dilini' hatırlatsın. Okumayanlar okusun, unutanlar hatırlasın, hatırlayanlar da dursun, düşünsün.
AŞKIN MÛSÎKÎSÎ
17. yüzyılda, İstanbul'un herhangi bir semtinde başlıyorsunuz dolanmaya, sonra Galata'nın bir bucağında buluyorsunuz kendinizi. Gizemli bir sokağın berisinde konuşlanmış Dâvut'un vurulduğu Nevâ'ya ulaşmasını istiyorsunuz fakat bir yandan saz arkadaşları Bağdasar ve Kirkor gibi telaşa kapılıp "Hayır, o sokağa girme Davut" deseniz de o, çoktan sokağa girmiş oluyor. Neden mi istemiyorsunuz o enteresan yeri, okumadıysak okumalı, unuttuysak hatırlamalı...Yedi yıl boyunca sandık odasından dışarı adım atmamış olan dalgın, sessiz ve içine kapanık Eflâtun'un gaibten gelen bir sese takılıp İstanbul'u dolaştığı, "Beni siz mi çağırdınız?" diye sorduğu ama karşılığında ya hakaret ya dayak yediği anlarda yüzümüze çarpan tokatları hatırlamalı, en nihayetinde mevlevîhanenin dedesinin ona verdiği rütbeyi anımsamalı... Pereveli cüce, nam-ı diğer Hacı İskender'in müezzini olduğu camide cemaate verdiği vaaz ve fitneleriyle halkı, Sofuayyaş muhitindeki saza ve sazendelere karşı doldurması, kendi hin aklında binbir plan kurması ve zamanı geldiğinde bu planları işletmeye çalışmasındaki melankolik hâlinin trajikomik resmini okumalı...
Suskunlar'ı kendine özgü dili, yerelliği, bilgeliği, okuyanı içine soktuğu düş evreni, bir sırrın kilidini açarkenki merakın cazibesi için son satırına kadar okuyacağınız kuvvetle muhtemel ya da kitaplığınızdan bulup yeniden aşağı indireceğiniz.