Silahlara Veda'nın sonunu beğenene kadar 39 kez yazan Hemingway'in mükemmeliyetçi ve dakik ruhu bu hayatta geçirdiği süreye de sirayet etmiş sanki. 21 Temmuz 1899'da doğan yazar, 2 Temmuz günü 61 yaşındayken hayata, edebiyata ve sevenlerine veda etti. Elimizde söz konusu hadiseyle ilgili kâfi ölçüde ispatlanmış bir bilgi olmasa da, söylentiye göre sadece altı kelimeyle bir roman yazabileceğine dair arkadaşlarıyla girdiği iddia şayet gerçekse bu Hemingway'in kaleminin kuvvetine işaret ediyor: ''Satılık: Bebek ayakkabıları. Hiç giyilmemiş.'' Her ne kadar I. Dünya Savaşı'nda tüm arzusuna rağmen gözlerindeki problemden ötürü asker olarak görev alamasa da, Kızılhaç gönüllüsü olarak vazifelendirilmesinde orduyu ikna etmiş, ilerleyen dönemde havan saldırısı sonucu ağır yaralanmış olan Hemingway'in yazım dilindeki derinlikte bir harp travması olduğu göz ardı edilemez. 1954'te uçak kazasından sağ kurtulan ve hayatı boyunca kanser, diyabet, böbrek hasarı, zatürre gibi türlü türlü sağlık sorunlarıyla beraber yaşayan yazarın son kertede av tüfeğiyle kendini vurması da bir kaza mıdır yoksa intihar mı, ihtilaflı... Hemingway deyince aklımıza ilk gelen eseri, İspanyol iç savaşının ekseninde, karakterleri ve olayları şekillendirdiği o meşhur 'Çanlar Kimin İçin Çalıyor'dur. Her çağın kitabı yani: ''...ama yaşamak, bir tepenin yamacında rüzgârla salınan bir buğday tarlasıydı. Yaşamak gökyüzünde dolanan bir atmacaydı.'' Seni de unutamayız tabi rahip John: ''...ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım. İşte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.'' Evet, dünya tarihinin en büyük ve hiç bitmeyen problemi 'savaşmak' ve sonuçlarından biri 'ölmek'... 'Normal' diyebileceğimiz ölümlerin lüks sayıldığı bir zamandan geçerken biz, çanların kimin için çaldığını hiç sormayalım bile. Hemingway de bütün bunları muhtemelen, her sabah günün ilk ışığıyla birlikte kalkıp yazıyordur. O, öylesini severmiş çünkü. Yazmayı bıraktığında hiçbir şey ona zarar vermiyor ve ertesi gün tekrar başlayana kadar hiçbir şey kendisine bir anlam ifade etmiyordur; çünkü Hemingway'e göre en zor olanı, ertesi güne kadar bekleme kısmıdır. Ernest Hemingway 1922'de de savaş muhabiri olarak görevlendirilir ve bu sefer bizim işgal altındaki cânım şehrimize gelir, İstanbul'a... The Toronto Daily Star'da 30 Eylül 1922 tarihinde yayımlanan makalesinde İstanbul için şöyle der: "Sabah uyanıp da Haliç üzerine çökmüş sisten, incecik ve tertemiz başlarını uzatan minareleri görüp, bir Rus operasındaki aryayı hatırlatan müezzinin, dokunaklı sesiyle Müslümanları yalvarırcasına duaya çağırdığını duyduğunuzda, Doğu'nun sihrine eriyorsunuz.'' Hemingway savaşların takipçisi olmaya devam eder. Çin- Japon Savaşı, II. Dünya Savaşı...
DOĞUNUN SİHRİ
Bu kadar savaş gören bir insanın ruh sağlığını tartışmamıza gerek yok diye düşünüyoruz; ama biz daktilo başında değilken olay örgüsünü aklında tutmanın disiplin gerektirdiğini, bunun da zor olduğunu savunan Hemingway'e dönelim. Kelimeleri doğru kullanabilmek için şaryoları ağlatan, kâğıtları buruşturup buruşturup, defalarca yenisini daktilosuna yerleştiren Hemingway'i... Hemingway yazarın, olmuş ve olacak şeylerden, bilinen ve bilinmeyen tüm şeylerden yola çıkarak bir şeyler yarattığını, yarattığının da bir temsiliyet değil, gerçek ve canlı olan her şeyden daha gerçek olan yeni bir bütün olduğunu söylüyor. İşte yaza- rın hayat verdiği bu şey, yeterince iyi yapıldığında, yazarı da ölümsüz kılıyor. Se- yahatlerinden, serüven- lerinden, cesaretin- den, yaşamayı sevişinden beslenen Ernest'i okur- ken onu hemen anla- mak derdine düşmeden önce, cümlelerini süzgeç- ten geçirmekte, özümse- yerek devam etmekte fay- da var. Koca Hemin- gway! Ne yaşamışsın be!