Ayşe Kulin'in Aylardan Kasım Günlerden Perşembe romanı ilk bakışta, belki başlıktaki tarihsel çağrışımdan, belki alıştığımız Atatürk kitaplarının bıraktığı duygudan, bir an için sıradan bir biyografik roman okuyacağımız hissi veriyor. Oysa kitabın kapağını kaldırıp birkaç sayfa çevirdikten sonra, o tanıdık Kulin cümlelerinin sıcaklığına, insanı usulca içine çeken bir ses tonuna kapıldım. Everest Yayınları'ndan çıkan bu roman, sıradan bir Mustafa Kemal Atatürk anlatısı değil; bir insanın, kendi ömrünün son günlerinde sessizce kendiyle yüzleşmesini ele alıyor. Romanın sayfalarında Atatürk'ün sesi, bir hatırattan fırlamış gibi değil, daha çok bir vicdanın sesi gibi yankılanıyor. Ne nutuk atıyor ne de kendini, eylemlerini savunuyor. Daha çok içini döküyor; kaybettiği kadınlara, biten dostluklara, ardında kalan gençliğe... Tarihin ötesinden, onlarca başarının, zaferin, kurulan yepyeni bir ülkenin ve rejimin ardından insani bir ses sızıyor okurun içine. Kulin'in en büyük başarısı da burada: Atatürk'ü bir simge olmaktan çıkarıp, kendi iç karanlığıyla boğuşan bir karaktere dönüştürmek. Kulin, Türk edebiyatının en çok okunan yazarlarından biri. Onu yıllardır farklı kuşaklara sevdirmiş olan şey, tarihi ya da politik olanı duygusal olanla ustaca harmanlaması. Adı: Aylin, Veda, Füreya, Türkan... Her birinde bir dönemin kadını üzerinden bir çağın hikâyesini anlatmıştı. Aylardan Kasım Günlerden Perşembe ise bu çizginin ötesine geçiyor: Bu kez karşımızda bir kadın değil, bir ulusun en tanınan erkek figürü var. Kulin bu tercihle büyük bir risk alıyor; çünkü herkesin hakkında yerleşmiş fikirler beslediği birini, kendi sesinden konuşturmak öyle kolay bir iş değil. Ama roman ilerledikçe fark ediyorsunuz ki Kulin, bir tarih kitabı yazmıyor. Bu, daha çok bir içsel yolculuk romanı. Hüzünle, pişmanlıkla, hatta kimi zaman öfkeyle örülmüş bir iç monolog. Atatürk'ün sesinde bir yorgunluk var: Hem ulusun ağırlığını taşımaktan gelen bir yorgunluk, hem de insan olmanın yorgunluğu.
"Odam birden ışığa boğuldu... Günlerden Perşembe'ydi," dediği o son sahne, bir insanın ölümü kadar bir hatıranın da kayboluşunu simgeliyor. Karanlığa değil, ışığa boğuluşunu. Bu kitap, okurken birkaç kez durup düşündürüyor: Atatürk'ü bir lider olarak değil de bir insan olarak ne kadar tanıyoruz gerçekten? Kulin, bu soruyu okurun kalbine bırakıyor. Cevabı zorlamıyor, açıklamıyor. Bir yüzleşmenin sessizliğini paylaşıyor.