Fantastiği doğaüstünde değil, bilincin sınırlarında arayan kitaplar var bu yazıda. Hepsi aynı şeyi söylüyor: Gerçeklik sabit bir zemin değil, yürürken oluşan bir yol; fantastik edebiyatın göreviyse, nihayet yeryüzünü ve kendimizi en gerçek hallerde görmemize yardım etmek. Herkes rüya görür. Peki ya bir gün bu rüyalar gerçek olsa? Hatta her rüyanızla dünyayı yeniden yaratsanız? George Orr'un başına gelen tam olarak bu işte. Her uyuduğunda dünya değişiyor. Bir yanda, rüyalarıyla insanlığın kaderini değiştiren gönülsüz bir kahraman var, öte yanda onun gücünü "faydalı işler" için kullanmak isterken iktidar hırsına yenilen bir bilim insanı.
Le Guin, Rüyanın Öte Yakası'nda ütopya kurma arzusunu bir tür metafizik virüs gibi işliyor ve "İyilik de hastalanabilir" diyor bir bakıma. Romanın güzelliği, rüya ve uyanıklık arasındaki geçirgenlikte. Gerçekliğin dokusu tıpkı bilincin dokusu gibi sürekli esniyor. Le Guin, durmayı, beklemeyi, sessizliği bilimkurgunun kalbine yerleştiriyor. Öyle ya; bazen hiçbir şey yapmamak en doğru eylemdir.
DEVE CÜCE
Fantastiği nostaljiden kurtaran, masalı bir bilinç biçimi olarak sunan Deve Cüce'de evlerin içinde evler var. Sınırorman adında, birbirine kenetli sayısız evden oluşan bir yer burası. Attığınız her adımla büyüyor, siz derinleştikçe daha da tuhaflaşıyor. Kahramanımız Smoky Barnable ise haritada yer almayan bu kasabaya Drinkwater ailesinin kızıyla evlenmek için geliyor ve orada, kelimenin tam anlamıyla kayboluyor. John Crowley'nin romanında "küçük" ile "büyük" sürekli yer değiştiriyor. Masal kapısı artık ormanın değil, bir evin kat planının içinde saklı. Fantastik varlıklar tehdit değil, zamanı bükerek sevgiyi koruyan güçler. Deve Cüce
, okuruna yavaş yavaş şunu öğretiyor: Dünya, ancak büyüsüne inanmayı bıraktığımız anda gerçekliğini kaybeder. "Yeniçeriler kapıyı zorlarken" düşler üzerine düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında hep taze kalan o sonuca ulaşmak üzeredir.
PUSLU KITALAR ATLASI
"Dünya bir düştür. Evet, dünya... Ah! Evet, dünya bir masaldır." Bir haritacının düşlerinden devşirdiği Puslu Kıtalar Atlası adlı bir kitap -evet, kitap içinde kitap- oğlunun eline geçtiğinde onu öngöremediği bir maceraya sürükleyecektir. Çünkü yaşayacaklarının hepsi çoktan yazılmıştır. İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası romanında dil, fantastiğin ta kendisi. İstanbul hem bütün yaşananların sahnesi hem de içinde her şeyin değişip dönüştüğü simya kabı. Bilgiyle delilik birbirine karışıyor, haritalar kendini çiziyor, kelimeler âlemi kuruyor. Osmanlı sonrasının pusunda "hakikati aramak", hikmetle mizah arasında bir salıncakta sallanmak gibi. Anar, Türkçenin kendi mitolojisini yeniden icat ediyor; fantastiği ithal etmek yerine Evliya Çelebi'den, bizim dilimizin derinliklerinden çıkarıyor. Her paragraf bir minyatür, her minyatür bir labirenttir artık.
BEŞ BAŞYAPIT DAHA
José Saramago'nun Körlük romanında bir şehir, bir sabah ansızın kör oluyor. Oysa asıl karanlık insanların içinde belki. "Görmek, aslında utanmayı öğrenmektir" diyen Saramago, uygarlığın cilası soyulunca insanın çıplak sesinin kaldığını gösteren ahlaki bir deney yapıyor adeta.
Yaşlı kadınlar, çılgın rüyalar ve mizah dolu bir isyan. Leonora Carrington'ın Sırdaş Trompet'i fantastiği aklın değil sezginin toprağına ekiyor. Delilik burada bir özgürlük biçimi haline geliyor, gerçekliğin kumaşı deliniyor, içinden neşeli bir kaos sızıyor
İki kız kardeş, bir malikâne, bir lanet ve çok zarif bir delilik. Shirley Jackson'ın Biz Hep Şatoda Yaşadık romanındaki cümleleri hem şeker gibi eriyor hem de zehir gibi yakıyor. Yalnızlığın gotiği denebilir bu romana pekâlâ.
Bruno Schulz'un yazdığı ve cümlelerin birer mücevher gibi parladığı Tarçın Dükkanları'ndaki kasaba rüya ile gündelik hayat arasında salınıyor. Schulz burada fantastiği icat etmiyor, hatırlıyor ve çocukluğun o yarı karanlık, yarı ışıltılı anlarını geri çağırıyor. Her şey tarçın kokulu bir düş gibi.
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Turkuvaz Kitap'tan çıkan Âmâk-ı Hayal'de bir dervişle bir gencin rüyalar içinden geçerek hakikati aradığı, Doğu mistisizmiyle felsefi sorgulamayı birleştiren büyüleyici bir metin yaratıyor. Ve gerçekle düş, maddeyle mana arasındaki perdeleri incelterek bize şunu fısıldıyor: "Dünya bir hayaldir ama o hayalin içinde uyanmak da mümkündür."