Türkiye'nin en iyi haber sitesi
OKUR TEMSİLCİSİ OKUR TEMSİLCİSİ - YAVUZ BAYDAR

Erdoğan'ın medyadan beklentisi

Terör, çatışma, harekât, ölümler, örgüt propagandası... Medyanın bugün en zorlandığı nokta, bu tür habercilikte nasıl bir 'sorumlu tavır' sergileneceği. Ankara'daki hükümet-medya buluşmasında ortaya çıkan manzara önemli

Kanlı Çukurca saldırısı ardından bir kez daha anlaşıldı ki, medyanın en zorlu sınavı terör ve PKK ile ilgili habercilikte. Şiddetin dozundaki yoğunlaşmayı gördükçe, toplumsal istikrarın daha fazla bozulmaması için bu alanda elbette gazetecilerin yapması gerekenler var.
Başbakan Erdoğan'ın saldırının hemen ardından medyanın (gazete, radyo ve TV) sahipleriyle yöneticilerini toplantıya çağırması bu açıdan bakınca yeni bir şey değil. Türkiye çarpık ve hınç dolu habercilik anlayışı yüzünden bu alanda çok çekti.
Vahşi rekabet, mesleki cehalet, ideolojik ezberler ve içselleştirilmiş baskıcı zihniyet yan yana geldiği ölçüde, terörle ilgili haberler onyıllarca her türlü kışkırtma, nefret, dezenformasyon ve (resmi veya illegal) propagandanın aracı oldu.
Başbakan'ın geniş katılımlı toplantısı hem bundan sonraki haberciliğin ilkeleri hem de bugünkü medyanın nerede durduğu ile ilgili net bir fotoğrafı da ortaya çıkardı.
Toplantıda medya tarafından sergilenen tavır, söylem ve beklentileri, okurların 'şeffaf ve hesap verebilir habercilik' taleplerini dikkate alarak açıkça ortaya koymakta yarar var. Manzara çok çarpıcı!
Ankara'da perşembe günü yapılan toplantıya hakim olan en önemli unsur, medyanın kendisini 'merkez'de görmekte ısrar eden, uzunca bir süredir 'yandaş medya' yaftalamalarının ve 'medya özgürlüğü elden gitti gidiyor' feryatlarının taşıyıcılığını yapan bir kesiminin ısrarla sansür ve otosansür talep etmesi ile, davet sahibi Başbakan'ın bu 'tuzaklara' düşmeden çare bulma yönündeki ısrarlı gayretleri arasındaki çarpıcı çelişki.
Farklı kaynaklardan edindiğim bilgiler, 'merkez' medya temsilcilerinin hükümete karşı 'siz nelerin yapılmasını gerektiğini açıkça söyleyin biz de yapalım' tavrına girdiğini gösteriyor.
Başka deyişle, 1980 ve 90'lı yıllarda ülkeye büyük zarar veren o eski medya - siyaset ilişkisi tarzına sarılanlar, zaten yaralı ve sorunlu olan bu mesleğin geri kalan onurunu satmaya gönüllü olmuş.
Örneğin,yasakçılığı savunan bir özel haber kanalının yöneticisi, bir yandan Başbakan'ı açıkça sansüre teşvik etmeye çabalarken, diğer yandan da çarpık yayıncılıktan 'kurtulmak' için şu argümanı öne sürmüş:
'Efendim, kanallarda çok sıkı rekabet var, biz tabii arzu edildiği gibi filanca haberi koymaz, terörist demeyenleri ekrana çıkarmayız, ama rakipler bunu yapınca mecbur kalıyoruz.' (!)
Bu meslektaşa 'peki siz niye kanal olarak doğrusunu yapmıyorsunuz, diğerlerinden size ne?' diye soran olmuş mu öğrenmek mümkün olmadı. Ama toplantıya 'merkez medya' temsilcilerinden ortak dille yayılan bu tip söylem, bir yandan medyanın nasıl bir cehalet düzeyiyle yönetildiğini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda kaç zamandır salt hükümet aleyhtarlığı adına dile getirilen 'medya özgürlüğü', 'muhalif duruş' ve 'bağımsızlık' gibi kavramların da bu kişiler nezdinde aslında ne kadar anlamsız olduğunu da ifşa ediyor.
Daha da vahimi, yıllardır bu sektöre hâkim olan güçlü bir patronun 'biz gazete sahipleri olarak duruma el koyalım, bu bir kurul da olabilir, gelin siz hükümet olarak bize koordinasyon sağlayın' diye öneride bulunması. Aslında 'biz bir sansür mekanizması kurulmasına öncülük ederiz' demekten başka bir şey değil bu.
Belli ki 'benim medyam özgür değil' diye bu hükümete karşı şahsi çıkar üzerinden mücadele yürütenler Abdülhamit dönemine sempatiyle bakıyor.
En ilginci ise, yakın çalışma arkadaşlarına bile 'pes artık' dedirten bu tavır karşısında Başbakan'ın sergilediği sakin, sağduyulu ve ölçülü tavır. Erdoğan'ın bu tip çağrılara cevaben 'biz sizin mesleki pratiğiniz hakkında karar sahibi olamayız, sizden temel beklentimiz sorumlu ve otokontrole dayalı bir habercilik' mealindeki sözleri, 'beni mayın tarlasına çekmeyin' sinyali.
Belli ki, kışkırtıcılık ve dalkavuklukta sınır tanımayan bir kısım medyanın, zulümle tanınan eski Türkiye'de takılı kaldığını gören Başbakan, bu tür ucuz tuzaklara düşmeyeceğini göstermiş.
Adımıza ne kadar hazin bir manzara gibi görünse de, kendisine bu ölçülü tavrı için bu meslek erbabının bir teşekkür borcu var.
Neden? Çünkü Erdoğan, hükümetin medyadan beklentilerini sıralarken akıl ve vicdan sahibi her habercinin ve sokaktaki insanın (okur ve izleyici) terör ve şehit haberleriyle ilgili beklentilerini sıralamış.
Medyanın şiddet dili kullanmaktan uzak durması,
Kürtleri aşağılayıcı bir söyleme asla meydan verilmemesi,
Cenaze haberlerinin ölen ile yakınlarının matemi ve 'özeli' esas alınarak, duygu sömürüsüne, 'terör örgütü propagandası'na araç olunmayacak şekilde sunulması, bu cenazelerin TV'lerde canlı yayınlanmaması.
Başbakan'ın ayrıca, 'uzman' adı altında, 'kerameti kendinden menkul', bilgiden çok propaganda yayma meraklısı birtakım emekli subayların ekrana olur olmaz çıkarılmasına da haklı itirazları olmuş.
Bunlar sorumlu habercilik adına, herkesin altına imza atabileceği, bu köşede de defalarca altı çizilen noktalar. "Terör haberciliği" derken, esas meseleler de bu noktalarda ortaya çıkıyor. Üzücü olan, bu temel unsurları hiçe sayan bir 'merkez' medyanın bunu bizzat Başbakan'dan dinlemesi ve başını sallaması.
SABAH Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak'ın cuma günkü yazısından, toplantıyla ilgili başka çok önemli şeyler de öğreniyoruz: Hükümet reformlardan, açılımdan, sivil siyaset dilinden uzaklaşmayacağının altını bir kez daha çiziyor.
Medyaya 'biz reform yolunda devam ediyoruz, yeter ki siz de sansürcü değil sorumlu haberciliği önemseyin' diyor.
Başbakan'ın tavır ve söylemi, aynı zamanda medyanın özgürlük ve bağımsızlık ilkelerine belli bir özeni de işaret ediyor. Ancak, eğer medya o toplantıda ve daha sonra belli başlı haber ajanslarıyla görüşmelerde ortaya konan temel ilkelere riayet edecekse, o zaman hükümete düşen bazı görevler de var.
Bunlardan biri,Terörle Mücadele Yasası'nın haberciliği sıkıntıya sokan 6 ve 7'nci maddelerinin gözden geçirilmesi, ikincisi 'nefret söylemi'ni suç kılan bir maddenin yasaya eklenmesi. Üçüncüsü, Murat Karayılan mülakatları gibi netameli, ama halkın haber alma hakkı bakımından zaman zaman gerekli olabilen durumlarda sorumlu ve 'bağımsız' gazeteciliğe daha saygılı bir tavır sergilemesi.
Son bir not: Perşembe günkü toplantıya Sözcü ve Cumhuriyet gibi gazeteler, ayrıca internet medyası da davet edilmeliydi.

YAZARIN BUGÜNKÜ DİĞER YAZILARI
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA