Türkiye'deki siyasi gelişmelere bakınca ortaya kasvetli bir tablo çıkıyor. Genelkurmay başkanlığı hükümete açıkça bir muhtıra verdi ve cumhurbaşkanlığı muharebelerinde çıtayı biraz daha yükseltti . Merkez Bankası Başkanı'nın atanması konusunda hükümet akıl almaz bir basiretsizlik ve cehalet sergiledi. Üstelik tüm bu tiyatro galiba ülkenin yönetilmesiyle ilgili görüş ayrılıklarından dolayı değil, iktidar partisi içindeki güç mücadelesi nedeniyle oynandı.
Tüm bunların işaret ettiği kriz, iktidarsızlık ve hepsinden vahimi siyasetsizlik haline belki tahammül edilebilirdi. Eğer Türkiye'nin zorlu dış politika meseleleri, vermekten kaçındığı kararları, yapmaktan çekindiği tercihleri, kendisini zorlayacak gelişmelere göre siyaset üretmesi gereği olmasaydı.
Irak Savaşı'nın dördüncü yılına girildi.
ABD yönetiminin gerek savaşa giden süreci, gerekse savaş sonrasını akıllara durgunluk verecek şekilde kötü yönettiği ortada. Savaşa giden dönemde uluslararası kurumların ve kuralların hiçe sayılması bundan sonrasında tüm devletlerin kuralları reddedebilecekleri bir iklim yarattı. Dolayısıyla da uluslararası sistemin meşruiyet zemininde bir erozyon yaşandı. Onun da ötesinde Batı dünyasının insanlık adına savunduğunu iddia ettiği değerler büyük hasar gördü.
Irak Savaşı'nın çok kanlı ve zalim bir despotu devirmesi savaşı haklı kılmaya yetecek bir sonuç sayılamazdı. Ancak Şiiler ve Kürtler açısından bunun sevindirici olmadığını söylemek de mümkün değil. İşkencelerin ayyuka çıkması ve ABD'nin insan hakları ihlalleri konusundaki vurdumduymazlığı ise yalnızca bu gerekçeyle savaşa destek vermiş ya da sıcak bakmış kişi ve grupların desteklerini çekmelerine de yol açtı.
İktidar ve siyasi liderlik
Bugünkü durumu veri alarak Irak'a bakıldığında aslında çok yalın bir gerçek gözler önünde duruyor. 1920'lerin başında Britanya İmparatorluğu tarafından şekillendirilen ülkenin eski haliyle birarada tutulması imkansız . Savaşın yarattığı derin güvensizlik ve şiddet ortamının da etkisiyle ülkenin siyaseti, etnik ve mezhep gruplarına aidiyetin tanımladığı bir alana daraltıldı.
Mezhep veya etnik ayrım esasına göre dile getirilen taleplerden yola çıkarak burada yalnızca tarihsel husumetlerin rol oynadığı düşünülmemeli. Şiiler ile Sünniler arasında karşılıklı etnik temizlik boyutlarına hızla kayan mücadele her şeyden önce bir iktidar mücadelesi . Sünniler yönetici olmanın getirdiği imtiyaz ve nimetlerden vazgeçmek, Şiiler ise nihayet ele geçirdikleri bir iktidarı Sünniler'le paylaşmak istemiyor. Kürtler ise zaten Irak'ın parçası olmamayı tercih ediyor. Her iki dinamik de tüm Ortadoğu siyasi coğrafyasına yayılacak bir kargaşanın habercisi.
Bu durumda Türkiye parçalanma olasılığı karşısında nasıl bir siyaset belirleyeceğini tartmak ve düşünmek zorunda. Tüm laiklik iddiasına rağmen Türkiye'nin en azından Irak politikasında hem Sünnilik, hem de Kürt karşıtlığı önemli bir rol oynamıştı. Bugünkü hükümet açısından da bu unsurların önemli olduğu belli. Ancak Irak'ın dikiş tutmama ihtimali de hayli yüksek. Ortadoğu'daki tüm sınırları ve iktidar dengelerini değiştirebilecek denli güçlü bu dinamikten Türkiye'nin kurtulması ise ancak bugüne kadarki kurumsal bağlarını yani Batı sistemi ile ilişkilerini güçlendirerek sürdürmekten geçiyor.
Batı ile ilişkilerin en batıcısından en İslamcısına tüm kesimlerde olumsuz olarak değerlendirildiği bir ortamda bunun gerçekleşebilmesi ise siyasi liderliğe bağlı. Bugünkü siyasi kadroların bunu yapabilecek çaplarının olup olmadığı işte bu nedenle giderek daha fazla önem kazanıyor.