Ekranlarımızdaki tartışmaları izlemeye çalışırken bana sık sık hafakanlar basmakta. Çünkü alanlarının uzmanı diye o programlara çağırılan insanların pek çoğu inanılmaz derecede kötü konuşuyor. Ağızlarından çıkan her beş-on sözcükten biri 'yani', ikisi 'şey' oluyor. Başlattıkları cümlenin sonu gelmiyor doğru dürüst. Açtıkları parantez kapanmıyor. Araya soktukları başka düşünce salçaları, sulandırıp çorbaya çeviriyor laf salatasını. Meramımızı net ve düzgün anlatabilsek çok zaman kazanacağız. Yıllar önce, şimdi Leyla Umar adıyla tanıdığınız gazeteci hanımla evli olduğum sırada, bir sabah telefon çaldı. Adamın biri kemküm ederek eşimin hayranı olduğunu söylüyordu. "Teşekkür ederiz," dedim. "Onunla mı konuşmak istiyorsunuz?" "Şeye" gelmek istiyormuş. "Iıı... Ziyarete yani." "Neden?" "Bir şey," gösterecekmiş. "Nedir o?" "Efendim... Lütfen... Bir görün de yani... Sonra konuşalım." Karmakarışık laflarla bin dereden su getiriyor, göstereceği şeyin değerini vurgulamaya çalışıyor, sıkışıklık yüzünden yarı fiyatına satacağını tekrarlıyor, ama ne olduğunu söylemiyordu bir türlü. Sonunda ben sinirli konuşunca "Şey..." dedi. "Keman yani." "Keman mı! Ne kemanı?" Stradivarius değilmiş ama o ayarmış. "Ben keman çalmam ki." Biliyormuş çalmadığımı. Yine de bir görmeliymişim. Mutlaka alırmışım. Yarı şeyine. Fiyatına. "Kardeşim, sen manyak mısın? Çalmayacağım kemanı niye alayım?" "Hayır... Iıı... Hanımefendi görsün." "Hanımefendi de keman çalmaz maalesef." Bu sefer o sinirlendi. Kendisiyle alay mı ediyormuşum! Nihayet anlaşıldı ki o zamanki adıyla Leyla Erduran'ı Ayla Erduran'la karıştırmış. Karşılıklı öfkeyle sona erdi sağırlar diyaloğumuz. Aynı, günümüzdeki konuşmalarımızın çoğu gibi.
ALLAH'A EMANET
Aferin Tolga Şardan'a! Haberi iyi yakalamış. Ülkemizin en özenle korunan binalarından biri diye bilinen, Ankara'daki Emniyet Genel Müdürlüğü... İçinde ve dışında, her yanı kapalı devre kamera sistemlerinin gözetiminde. Çevresinde 24 saat boyunca silahlı nöbetçiler dolaşıyor. Bir vatandaş kucağında kocaman bir bilgisayar monitörüyle işte bu 'emniyet' kalesinin kapısından sabaha karşı çıkarken görülüp sorgulanıyor. Demir parmaklıkların üstünden atlayıp bahçeye, sonra bir pencereyi dirseğiyle açıp binaya girdiğini, beş saat süreyle koridorlarda dolaştığını, monitörü altıncı kattaki bir odadan aldığını söylüyor. Akıl hastası olduğu anlaşılıyor gece ziyaretçisinin. "Emniyet" bakımından moraliniz bozulmasın. Haberin sonu ferahlatıcı: Genel Müdürlük güvenlik önlemlerini artırıyormuş. Aklımız akıldışı olaylar sonunda geliyor başımıza. Allah razı olsun delilerimizden.
ORASI CENNET DEĞİL
Bakım ve sigorta açılarından sağlık sistemimizin eleştirilecek yanları var tabii. Ama ölçülü olalım. Her şeyimizi Amerika'daki durumla kıyaslamaya pek meraklıyız ya. Somut örnek vereyim. Üç yıl önce bana Hacettepe'de anjiyo yapıldı. İncelemeleri Büyükçekmece ya da Esenyurt Devlet Hastanelerinde sürdürülüyor. SSK sayesinde, kırk para ödenmeden. Hepsinde donanım Amerika'dakinin tıpatıp aynısı. Servis ve bakım kusursuz. Bunları Obama'nın ülkesinde yaptırsaydım ortalama 40 bin dolar öderdim. Dört ay önce bir özel hastanede, SSK kapsamı dışında, bir kalp damarıma stent takıldı, iki stent de denenip atıldı; hesap yıkım olmadı. Amerika'dan taze haber: üç stent takılan bir hasta bir hafta yatırılmış. Fatura: 112.858 dolar. Bir araştırma sonucunda açıklandığına göre Amerikalı kalp cerrahlarının ortalama aylık geliri Cumhurbaşkanı maaşından fazla. Üstelik baypas ameliyatlarının yarıdan çoğu gereksizmiş. Bernard Shaw "En tehlikeli yaratık aç cerrahtır," der. O sözü "Amerikalı cerrah" diye değiştirelim mi? Hekimlerimizi sık sık üzüyoruz. Halt ediyoruz galiba.