Bir süredir dünya siyasetinde geniş çaplı bir dönüşüm yaşanıyor. Soğuk Savaş sonrasında oluşan yeni dünya düzeni, ABD ve Avrupa Birliği arasında bir rekabet ortamı doğurmuştu. Daha doğrusu Avrupa ülkeleri, tek kutuplu dünyada, ABD hegemonyasına karşı bir araya gelerek saflarını sıkılaştırma mücadelesi veriyordu. Rusya, sahip olduğu enerji kaynaklarının sağladığı avantajı da kullanarak geçmişte Sovyetler Birliği'nin nüfuz kurduğu alanlarda etkin olmaya çalışıyor; Çin ise bir tür devlet kapitalizmiyle ekonomik büyümesini sağlarken siyasî tartışmaların mümkün olduğunca uzağında duruyordu. Aynı dönemde Türkiye, 1990'ların karanlık ortamında kendi içindeki siyasî tartışmaların ve terörün kıskacındaydı. Kısa süre içinde dünya genelinde kaotik bir hava ortaya çıktı. Soğuk Savaşın bitmesinin küresel ölçekte stabil ve barışçıl bir iklim meydana getireceğini düşünenler yanıldıklarını anladılar. ABD'nin Orta Doğu ve Afganistan başta olmak üzere farklı coğrafyalara askerî müdahaleleri, bu bölgelerde var olan sorunları daha da büyüttü.
Öte yandan özellikle son on yılda devletlerin yeni stratejiler geliştirmeye başladıkları dikkat çekiyor. Avrupa Birliği projesinin başarısızlığı, Covid 19 pandemisinin neden olduğu içe kapanma, Çin'in giderek artan ve önlenemez gibi görünen yükselişi, Orta Doğu'da otoriter rejimlere karşı ayaklanmalar ve terör başta olmak üzere sınır aşan suçların yaygınlaşması ortaya çıkan düzen karşısında devletlerin yeni bir pozisyon almasını zorunlu kıldı. Öyle ki tüm devletler, millî güvenlik strateji belgelerini yenilediler, tehdit algılarını güncellediler ve diplomatik faaliyetlerine yeni bir istikamet verdiler. Bu durumun en belirgin göstergelerinden biri savunma sanayii oldu. Soğuk Savaş sonrasında üyelerinin savunma harcamalarını tedricen azaltmalarına izin veren NATO stratejisini değiştirdi ve harcamalarda yeniden gayri safi yurt içi hasılanın yüzde ikisini aşacak tutarda artış talep etti. Trump, ülkesinin artık kendi kıtası dışında kalan yerlere, ekonomik bir kazanım elde edemeyeceği sürece müdahale etmeyeceğini açıkladı. Böylece ABD yüzyıldır devam eden uluslararası politikasını terk edeceğinin işaretlerini verdi. Dolayısıyla son on yıllık zaman diliminde dünya daha önce tahmin edilemeyecek düzeyde değişti.
Küresel ölçekte yaşanan değişim dalgasını en iyi okuyan liderlerden birinin Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğu açık. Erdoğan, iktidarının ilk on yıllık döneminde ülkenin öteden beri birikmiş olan yapısal sorunlarını çözdü. Türkiye'yi derinden etkileyen 1990'lar, siyaset kurumu kadar ekonomiyi de tahrip etmiş, toplumda sisteme karşı ciddi bir güven sorunu doğurmuştu. Erdoğan'ın ilk hamlesi, ekonomik, siyasî ve toplumsal alanlarda geniş kapsamlı bir restorasyon hareketi yürütmek oldu. Bir taraftan ülkenin yol, konut, havalimanı, demiryolu vb. gibi temel altyapı ihtiyaçları karşılanırken diğer taraftan 28 Şubat Sürecinde devletle toplum arasında açılan mesafe kapatıldı. Siyaset kurumunun itibarı yükseltildi ve güven sorunu geride bırakıldı. AK Parti iktidarının ikinci on yılının dünyada yaşanan değişim dalgasıyla kesiştiği görülüyor. Bu süreçte, Erdoğan, dünyada oluşan yeni dengeleri doğru okuyarak hızlı şekilde pozisyon alınmasını sağladı. Ortaya çıkan yeni düzenin ilk dinamiği, millî devletlerin kendi kimliklerini koruyarak varlıklarını sürdürmeleri. Buradan geçen ilk yol, tam anlamıyla bağımsızlığı sağlayacak adımların atılması.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünyadaki genel gidişat doğrultusunda savunma sanayiinin güçlendirilmesine özel bir önem verdi. Bu durumun ilk ve en önemli faydasının dışa bağımlılıktan kurtulma olduğu açık. Nitekim kısa süre zarfında Türkiye, insansız hava, kara ve deniz araçları açısından dünyadaki en önemli tedarikçilerden biri hâline geldi. Bu durum, diplomatik açıdan hamle şansını da artırdı. Başka bir deyişle, Türkiye, yalnızca kendi ihtiyaçlarını karşılayıp Batı'ya bağımlılıktan kurtulmakla kalmadı, aynı zamanda pek çok ülkenin de aynı istikameti izlemesini beraberinde getiren adımlar attı. Böylece bir taraftan ülkeye ekonomik girdi sağlanırken diğer taraftan diğer tüm tedarikçi ülkeler gibi Türkiye'nin de hegemonik etki alanının genişlemesi sağlandı.
Türkiye'nin sanayi konusundaki hamlelerinin getirdiği fayda, yumuşak güç unsurların etkili şekilde kullanılmasıyla desteklendi. Yumuşak gücün en önemli bileşeni, Erdoğan'ın küresel sorunlar karşısında sergilediği adaletten, vicdandan ve insanlıktan yana tavır. İç ve dış siyasette kendisi aleyhinde bir sonuç doğurma ihtimaline rağmen, Erdoğan, uluslararası düzlemde güçlünün değil haklının ve mazlumun yanındaki duruşundan vazgeçmedi. Filistin'den Venezuela'ya, Somali'den Suriye'ye dünyanın farklı yerlerindeki iç savaşlarda, darbe ve işgal girişimlerinde Erdoğan haklı olan tarafın yanında durdu. Birleşmiş Milletlerin adaletsiz yönetim sistemine karşı açıkça bayrak açan ilk lider oldu. Bu durum, dünyanın hemen yer yerinde karşılık buldu. Küresel adaletsiz düzene karşı tepkiler yükseldikçe Erdoğan'ın bu mücadeleyi ilk başlatan isimlerden biri olduğu sıklıkla hatırlandı. Burada en önemli etmenin tutarlılık olduğu söylenebilir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Erdoğan, kendi politik tavrını çıkar algısından bağımsız bir şekilde geliştirdi ve toplumun konuya genel bakışında farklı eğilim görülse bile yaklaşımını değiştirmedi. Böylece sığınmacı ve terörle mücadele meseleleri başta olmak üzere pek çok konuda, kararlılığı sayesinde toplumu da ikna etme başarısı gösterdi. Burada Erdoğan'ın liderlik becerilerinin ve karizmasının da altını çizmek gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, toplumsal dinamikleri ve eğilimleri doğru okuduğu gibi belli şekilde yönlendirme kabiliyetini de sıklıkla ortaya koydu.
Dünyanın içinde olduğu durumun tüm siyasî dengeleri değiştirdiği görülüyor. Almanya ve Japonya gibi ülkelerin dünya siyasetindeki durumu göz önünde bulundurulduğunda ekonomik gücün tek başına bir anlam ifade etmediği açıklıkla görülüyor. ABD, kendi savunma kapasitesini artırırken NATO'dan çıkma, yani başka devletlere olan desteğini azaltma gibi politikaları gündeme alıyor. Çin, artan ekonomik gücü siyasete de tahvil etmeye çalışıyor. Kendi içlerinde en başta amaçladıkları türde birlik olamayan Avrupa ülkeleri, eski sömürgeleri başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerindeki nüfuz alanlarını kaybediyor. Buna karşılık, Afrika, Güney Amerika ve başka yerlerde geçmişin sömürgeci yapılarına karşı sesler giderek daha gür şekilde çıkıyor. Türkiye, dünya genelinde ortaya çıkan bu sürecin yükselen yıldızlarından biri. Cumhurbaşkanı Erdoğan, farklı uluslararası toplantılarda en fazla sözü dinlenen ve kendisine en fazla itibar edilen liderlerden biri durumunda. Bu durumun Erdoğan'ın en baştan itibaren izlediği incelikli stratejik akıldan kaynaklandığı gerçek. Türkiye, dünyadaki değişime en hızlı şekilde ayak uyduran ülkelerden biri olmanın avantajını kullanıyor. Erdoğan'ın stratejik aklı, Türkiye Yüzyılı'nda ülkenin küresel bir aktör olmasını sağlayacak en önemli enstrüman olarak beliriyor.