Türkiye'nin en iyi haber sitesi
MUHARREM KILIÇ

Vicdani Sığlık: Sığınmacı Politikası ve Sığınaksız Yurttaşlık

Doğal afetler, savaş, sürgün, istila, açlık ve kıtlık gibi insani krizler sonucunda yaşanan büyük göç dalgaları milyonlarca insanın yerinden edilmesine yol açmaktadır. Bu türden insani krizler kişilerin hem fiziksel hem de duygusal olarak yerinden yurdundan edilmesine neden olmaktadır. Küreselleşmenin çok yönlü demografik, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik dönüştürücü dinamikleriyle birlikte global ölçekte artış eğilimi gösteren göç hareketliliği, yaşadığımız çağın 'göçler çağı' olarak nitelendirilmesine yol açmıştır. Yapıtlarını bu nitelemeyle adlandıran Stephen Castles ve Mark J. Miller'e göre uluslararası göç hareketleri, insanlık tarihinde bir sapma değil, aksine süregelen bir duruma tekabül etmektedir.
Thomas Nail 'Göçmen Figürü' adlı yapıtında kimsenin göçmen doğmadığını, göçmen olunduğunu belirterek bir 'siyasi özne' olarak gördüğü göçmenliğin felsefi tarihini ele almaktadır. Nail'in göçmenlik figüründe 'göçmen' statüsü dışsal faktörlere bağlı meydana gelen bir olgu olarak ele alınmaktadır. Burada mücbir bir hal olarak ortaya çıkan göçmenliğin tanımlayıcı unsuru, bütün göçmen figürlerinin bulundukları coğrafyanın var ettiği icbarilikten ötürü hukuki ve ekonomik statülerini kaybetmiş olmalarıdır. Göçmen figürü yerleşik ulusal hukuk düzenleri açısından yurttaşlık hukukuna sahip olmamalarından ötürü dışlanan, hak-sızlar olarak nitelenen bir güruhu oluşturmaktadır. Ulus-devlet düşünce ve pratiğinin ortaya koymuş olduğu aidiyetler ve statüler açısından yurttaşlık temelinde dışlayıcı göçmenlik pratiği negatif bir duruma yol açmaktadır.
Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği'nin (UNHCR), yayımlamış olduğu "Zorla Yerinden Edilmede Küresel Eğilimler 2022" Raporu, global ölçekte zorla yerlerinden edilen kişi sayısının rekor düzeyde artış eğilimi gösterdiğini ortaya koymaktadır. Raporun verilerine göre; dünya genelinde çatışma, zulüm, ayrımcılık, şiddet ve özellikle de iklim değişikliği nedeniyle 108 milyon 400 bin kişi yaşadıkları yerlerden farklı yerlere göç etmek zorunda kalmıştır. Yaklaşık 4 milyon sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye, giderek derinleşen küresel dışlayıcı göç politikalarının aksine daha insani ve vicdani sığınmacı politikası sergilemektedir. Bu noktada Türkiye, kürenin vicdan yükünü taşıyarak bütün akran uluslardan pozitif ayrışmaktadır.
Aktarmış olduğumuz bu sayısal veriler doğrultusunda içinde bulunduğumuz yüzyılda sayıları giderek artan mültecilerin, modern ulus-devlet düzeni açısından bir risk faktörü ve tehdit olarak görüldüğü ifade edilebilir. Bu noktada Agamben'in yerleşik modern ulus-devlet yapısında mültecilerin, 'insan ile yurttaş', 'doğum ile ulus/milliyet' arasındaki sürekliliği koparmak suretiyle, modern siyasal egemenlik kurgusunu krize sokacağı öngörüsü önem arz etmektedir. Mülteciler, 'doğum ile ulus' arasındaki ayrımı açığa çıkarmak suretiyle modern demokratik-politik düzenin gizli ön varsayımını teşkil eden 'çıplak yaşamı' ya da 'beden siyasetini' ifşa etmektedir. Agamben'e göre bu yönüyle mülteci, Hannah Arendt'in de tespit ettiği üzere 'gerçek hakların insanı' olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bir 'âraftalık hali' yaratan bu durum, mültecilerin siyasal anlamda tanımlanmasını güçleştirmektedir. Bu 'âraftalık hali' gereğince 'mültecilik', 'doğum-ulus ilişkisinden insan-yurttaş ilişkisine' varıncaya kadar modern 'ulus-devlet' kavramsallaştırmasının temel kategorilerini muğlaklaştırmaktadır.
Küresel ölçekte eşi benzeri görülmemiş sayıda yerinden edilmiş insanla birlikte mültecilerin, vatansız kişilerin ve ülke içinde yerinden edilmiş insanların kötü yaşam koşulları önemli bir küresel sorun olmaya devam etmektedir. Zorunlu kitlesel göç ile sığınmacıların Avrupa'ya yönelişi, Avrupa ulus devletlerinin sığınmacıları bir kriz ve risk kaynağı olarak değerlendirmesine ve oldukça sınırlayıcı bir göç politikası geliştirmesine yol açmaktadır. Avrupa'nın risk unsuru olarak değerlendirdiği sığınmacılar geliştirilen göç politikalarıyla dışlanmaktadır. İngiltere'nin küçük teknelerle gelenlerin sığınma sistemi üzerindeki baskıyı artırması ve pahalı otellerden ziyade vergi mükelleflerine daha uygun ve daha iyi değer sunan çeşitli konaklama seçeneği olarak değerlendirdiği "Bibby Stockholm" gemisi, 8 ay içinde 500'e yakın 18-65 yaş erkek düzensiz göçmene sözde "yuva" olmayı amaçlamaktadır. Uluslararası kamuoyunda İngiltere'nin "Bibby Stockholm" gemisi, "cezaevi gemisi" olarak nitelendirilmiştir. Öyle ki gemiye kapatılanlar ile kentin sakinleri arasındaki sosyal gerilim sosyo-mekânsal öz ayrışmaya neden olacaktır.
Sığınmacılara yönelik böylesi dışlayıcı bir politika ortaya konulması, Avrupa'nın değerlerini oluşturan 'insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygının' gerçek anlamda içselleştirilemediğini gözler önüne sermektedir. İngiltere'nin bu insanlık dışı politikası Michel Foucault'nun Deliliğin Tarihi adlı yapıtında "Büyük Kapatılma" kavramsallaştırmasını akıllara getirmektedir. Kuşkusuz kapatılma, günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Sığınmacı ve mülteci kampları, kışlalar, esir kampları ve cezaevleri kapatılmanın kurumsal varlığının bizatihi delilleri olarak karşımızda durmaktadır.
Sonuç olarak, zoraki göç edenlerin "insan hakları ihlallerinin" dramatik biçimde artış eğilimi gösterdiği bir döneme tanıklık etmekteyiz. Korku, kaygı ve güvenlik endişesi gerekçe gösterilmek suretiyle küresel ölçekte yeni bir korku tünelinin inşa edilmesi, sığınmacılara karşı onur kırıcı politikaların geliştirilmesine zemin hazırlamaktadır. Böylelikle modern çağ, giderek güvenliğin temel erdeme dönüştüğü ve korku kültürünün egemen olduğu tekinsiz bir dünyaya doğru evrilmenin tarihini imlemektedir. Bu durum hakaret, nefret, dışlama ve şiddet gibi unsurları içeren ırkçılık ve yabancı düşmanlığının global bir sorun haline geldiğini gözler önüne sermektedir. Küresel bir psikoza dönüşen sığınmacı politikaları, ötekileştirici karşıtlıklar üzerinden sistematik bir güvensizlik duygusu üretmektedir. Hannah Arendt'in "Yeryüzünün posası", Frantz Fanon'un "Yeryüzünün lanetlileri" olarak kavramsallaştırdığı 'yoksullar, mülteciler, ötekileştirilenler' bizatihi bu durumun öznesi konumundadır. Düşmanlaştırılan ve ötekileştirilen yeni yüzyılın korku özne/leri kuşkusuz doğal afetler, iç çatışmalar, savaş ve iklim değişikliği gibi nedenlerle ülkelerini terk etmek zorunda kalan sığınmacılar olmuştur. 'Hak-sızlar', global siyasal sistemin çarkının dönmesi için bedel ödemeye devam etmektedir. Mağduriyet ontolojisi üzerinden kurgulanan bu dışsallaştırıcı hegemonik düzen, günden güne yerinden ve yurdundan edilmiş kişilerin yurttaşlık hukukuyla kayıtlanmış politik özneliklerinin sönümlenmesine yol açmaktadır. Bu durum bütün küreye içkin sosyo-politik kamusallığın çöküşüne ve hak öznesi olabilen yurttaşların karşısında 'sığınaksız yurttaşlık' tasavvuru üretilmesine yol açmaktadır. 'Vicdani sığlık' olarak nitelendirilebilecek olan bu sığınmacı politikası, anti-özneci ve değer yoksunu bir hak sahipliği kurgusu üretmektedir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA