Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Bir Salgın İstanbul öyküsü... Kemancı Kadın!..

(Dünden devam)
Salona gitti. Ağaçları mutlu ettiği için üstündeki renkleri solmuş paçavralarla tezat oluşturan parlak yeşil şalı boynuna doladı. Kemanını aldı. Terliklerini giyip dışarı çıktı. Her sabah yapığı gibi önce sahile inecek, denizle ve martılarla sohbet edecekti. Genelde bu sohbete kediler ve köpekler, hatta onu şaşkınlığa uğratan arılar da katılırdı. Yolda onu selamlayanlara gülümsedi. Boş sokaklarda değil, bir insanla karşılaştığında içine hüzün doluyordu. Ama bu üzüntüsünü denize, martılara, kedilere, köpeklere, hatta arılara anlatıp onların keyfini kaçırmaya niyeti yoktu.
Kayaların üstünde denize doğru bağdaş kurdu. Denize ve martılara bugün keyiflerinin nasıl olduğunu fisıldayarak sorarken müziğiyle cümlelerine eşlik ediyordu. Denizin güneşli havada keyfi yerindeydi, martılar Boğaz'da gittikçe sayıları artan balıklardan dolayı bugün de çok mutluydular. Her günkü olağan sohbetlerden biriydi. Kayaların arasından çıkmış bir papatya fark etti. Çalmayı bırakıp parmağıyla papatyayı nazikçe sevdi. "Hoş geldin."
Papatya ona, "Neden bu kadar üzgünsün?" diye sordu.
"Bilmiyorum ama hissettiğim acıyı belki sana çalarak anlatabilirim" dedi fısıldayarak ve daha önce çalmadığı çok hüzünlü notaları gökyüzüne yolladı. Güneşi bulut kapadı. Köpekler acıyla uludu. Kediler hemen oradan uzaklaştı.
"Anladım" dedi papatya, hüzünle. "Lütfen biraz daha dayan. O geliyor."
Gülümseyerek, bir kez daha nazikçe papatyayı sevdi. "Teşekkürler."
Ağaçların yanına gitmek için ayağa kalkmıştı ki biri kız dört gencin ona doğru yürüdüğünü gördü. Gençlerden biri anlamsızca sırıtarak, "Hey deli!" diye seslendi. "Yine otla, bokla püsürle mi konuşuyorsun? Neyimizi beğenmiyorsun bizim?"
Gençler tehditkâr bir tavırla üstüne yürüyorlardı.



Kemanını omzuna götürdü ve biraz öncekine göre çok sert bir parça çalmaya başladı. Müzik aletinin telleri kopacak gibi geriliyordu. Yanındaki köpekler huzursuzca havlamaya başladı. Erkeklerden biri, "Bence bu meczuba hiç bulaşmayalım" derken, bir yandan da köpeklere bakıyordu. Gençler gerisin geri uzaklaştı.
Çalmayı bıraktığında ilerideki bir ağacın arkasından çıkan adamı gördü. Adam biraz önce papatyaya çaldığı parçanın cisimleşmiş hali gibiydi; bir anın kederine kilitlenmiş, renge ve sese vurulmuş bir darbeydi. O, insanlığın saplandığı kabalığın en dip noktasıydı. Sessiz bir nota, renksiz bir noktaydı. Üzgün hali mi, ruhunun o azap verici karanlığı mı, yara bere izleri olan yüzü mü tanıdık geldi bilmiyordu ama bu adam yabancı değildi.
Üstünde ondan tanıdık bir iz vardı.
Adam ona doğru bir adım attı. Sırt çantasını önüne alıp içinden çıkardığı kemanı ona doğru tutarak, "Bana da öğret" dedi.
Yıllar sonra ilk kez bir insanla konuştu. "Gel."

MÜZİK
Meczup önde katil arkada, hiç konuşmadan yürüdüler. Bir apartmanın üçüncü katında kapısı kilitli olmayan bir daireye girdiler. Burası eskiden güzelce döşenmiş, ancak zamanın rüzgârlarına yenik düşmüş bir evdi. Kadın, birçok eşyanın gereksizliğine rağmen, yine de yaşadığı evi temiz ve düzenli tutuyordu. Kemanını salondaki masaya bırakıp bir şey söylemeden mutfağa yöneldi.
Adam evi ilgiyle inceleyerek onu takip etti. Bu kadar düzgün ve temiz bir mutfak beklemeyen adam şaşkınlıkla ortadaki yuvarlak masanın etrafına çevrelenmiş sandalyelerden birine oturduğunda daha önce bu eve geldiğini düşündü.
"Çay içer misin?" diye sordu kadın.
"Seni sabahtan beri izliyorum. Kimseyle konuşmuyorsun. Benimle neden konuşuyorsun?"
Kadın gülümsedi. "Biz artık insan değiliz. Çay?"
"Olur."
Kadın mutfak balkonunda kurduğu derme çatma bir düzenekte kuru dalları kullanarak ateş yaktı. Bir bidondaki suyu ve dolaptaki kutulardan birinden aldığı çayı demlikte birleştirdi, çaydanlığı ateşin üstündeki metale bıraktı. İçeri dönüp adamın karşısına oturdu. Bir süre merakla onun yüzünü inceledi.
"Neden buradasın?"
Adam şaşkınlıkla etrafına bakıyordu.
"Bilmiyorum.. Henüz bilmiyorum."
"Sana çalmayı öğretmemi istedin."
"Evet ama..."
"Şu anda ne duyuyorsun?"
Adam duymak ister gibi kulak kabarttı.
"Bilmiyorum."
"Oysa ateşin çıtırtısı, çaydanlığın tıkırtısı ve arkadaki ağaçta kuşun şarkısı var. Ben bize çay koyayım."
Kadın ayağa kalktı, raftan ince belli iki çay bardağı aldı. Balkona gitti. Kısa süre sonra çaylarla döndü. Eski yerine oturdu. Bardaklardan birini adama doğru itti.
"Artık insan değiliz derken neyi kastediyordun?"
Aslında kendinin insanlıktan iyice uzaklaştığının çok iyi farkındaydı ama bir kez de ondan duymak istiyordu.
Kadın çayından bir yudum alıp bir süre gözlerini kısarak adamı inceledi. "Öğrenmeye ihtiyacın yok, sadece hatırlamalısın."
"Denedim ama daha önce elime keman aldığımı hiç sanmıyorum."
"Sadece onu değil, her şeyi hatırlamalısın. Hatırlamalıyız."
"Hadi oradan!" dedi adam sinirle.
"Aslında neden burada olduğunu biliyorum."
"Öyle mi, hiç sanmıyorum."
Kendini rahatsız hissetmeye başlamıştı. Sanki tüm leşliğini, tüm küfürlerini bu evin kapısında bırakıp içeri girmiş gibiydi.
"Soruma cevap vermedin?"
Kadın gülümseyerek ayağa kalktı.
"Çayları tazeleyeyim."
Geri geldiğinde adam ayaklarının dibine koyduğu çantadan kemanı çıkarmıştı. Kadın oturunca müzik aletini ona uzattı. Kadın uzanıp kemanı aldı. Onu bir süre sevgilisine bakar gibi inceledi, dokundu, sevdi.
"Bu zavallım çok acı çekmiş."
"Çalsana."
Kadın bir süre ilgiyle adamın yüzüne baktı. "Hayır" dedi ve müzik aletini adama geri uzattı.
"Sen çal."
"Bilmiyorum dedim ya" dedi adam. "Neyi anlamıyorsun?"
"Her ne yaşadıysak öyle canımız yanmış ki her şeyi arkamızda bırakıp sen karanlığa ben aydınlığa doğru savrulmuşuz. Ne senin ne de benim durduğumuz yerde insana yer yok. Doğanın aydınlığına takılmış bir meczup ve kendi karanlığına saplanmış bir katilden başka bir şey değiliz. İkimiz de artık insan değiliz." Adam sıkıntıyla yerinde kıpırdandı. "Katil olduğumu nereden çıkardın?"
"Buraya beni öldürmeye gelmedin mi?"
Adam masada duran kemana bakarak uzunca süre düşündü. Yalan söylese ne fark edecekti ki?
"Evet ama yapamadım. İlk kez.. Ben... Neden bilmiyorum. Senin gibi birini neden öldürmek istediklerini bilmiyorum."
"Aslında çok iyi biliyorsun. Seni buraya yollayan kişinin asıl amacı beni değil seni öldürmek. İnsanlıkla kalan son bağın olan kemandan kurtulmanı ve tamamen karanlığa dönüşmeni istiyor. Böylece o kişinin mükemmel silahı olacaksın. Buna izin verecek misin?"
"Belki de benim için en iyisi bu, çünkü ben..." Adam bir anda sustu. Kayıkçıya yaptığı konuşmaya hazırlanıyordu ama karşısındaki kadının bir şekilde bunu bildiğine emindi.
Kadın ayağa kalktı, bir çekmeceden büyükçe bir bıçak çıkardı ve bıçağı masadaki kemanın yanına bıraktı. "İşte sana daha önce verilmemiş seçenek. Ya beni öldürür karanlığına dönersin ya da müzik yapmaya başlarsın. Birinde ömrün boyunca yalnızlığının dibindesin. Diğerinde ben hep yanında olurum."
Adam masada duranlara bakakaldı. Kafasını kaldırmadan, "İnsanlara niye küstün?" diye mırıldandı.
"Ben mi?" dedi kadın şaşkınlıkla. "İnsanlara küsmedim. Sadece geride kalanlarla konuşacak bir şeyimiz yok. Anlasana, olanlardan sonra biz geride kalanlar birbirimize sığınıp geçmişteki hataları tekrarlamadan güzel bir gelecek için mücadele edebilirdik. Oysa herkes ayrı ayrı delirdi. Bir de silahla dolaşmadığım, birileriyle kavga etmediğim için benim deli olduğumu düşünüyorlar."
Adam ayağa kalktı, bıçağa uzanmak istedi ama başı dönünce yerine oturdu. "Sen bana ne içirdin?"
"Yıllardır sakladığım bir şeyi. Dert etme, aynısından ben de içtim." Kadın içeri gitti ve kemanıyla geri döndü. Yine adamın karşısına oturup bir şarkı çalmaya başladı. "Değişiyoruz." Fısıldıyordu. "Virüs bize de bulaştı ama öldürmek yerine bizi değiştirdi. O kadar kibirli bir ırkız ki olanları görmek yerine etrafımızdaki her şeyle savaşmaya başladık. İnsanlığı yıkan virüsün de doğanın bir parçası olduğunu kabul etmedik. Doğa bizi başka bir şeye dönüştürdü."
"Sen delisin" dedi adam. Başı dönüyordu. "İnsanlar yerine hayvanlarla, ağaçlarla konuşan bir delisin."
"Anlamıyor musun? Virüs değil ama insanlar birbirini tamamen yok edecek. Onları iyileştirmemiz lazım. Ama önce kendimizi iyileştirmeliyiz. Bunun için de bizi olduğumuz yere hapseden acılarla yüzleşmeli, onları hatırlamalıyız. Çok uzun zamandır seni bekliyorum. Hadi, bana katıl."
Adam bu kez itiraz etmedi. Kemana uzanıp onu zarifçe aldı, omzuna yerleştirdi, yayı tellerin üzerine koydu. Hiç kıpırdamadan kadını izlemeye, dinlemeye ve duymaya başladı. Müzik aletinden yayılan sesleri, artık havaya dağılan renkli ışıklar gibi görüyordu. Sarı bir ışık uzanıp onun kemanına dokunduğu anda adam da yayı tellerin üzerinde hareket ettirdi. İlk çıkan sesi beğenince çok uzun yıllar sonra ilk kez gülümsedi. Kadının çaldığı şarkıya eşlik ediyordu. O şarkıyı biliyordu. Çok geçmişten, geçmiş hayatının karanlık sularından eserek geliyordu notalar.
Karşılıklı çalıyorlardı.
"Önce doğduk" dedi kadın.
Adam derin bir nefes alıp verdi ve konuştu. "Annemiz babamız, kardeşlerimiz vardı. Bir aileydik. Aynı masada yemek yiyen, birlikte tatile giden, gülen, eğlenen, bazen üzülüp ağlayan ama her ne halde olursak olalım birbirimize sarılan bir aileydik. Hatırlıyorum. Hepsinin yüzünü sımsıcak güneş ışığında gülümserken görüyorum."
"Sonra büyüdük, aileden ayrıldık" dedi kadın. "Kendi hayatımızı kurmaya çabaladık. Gençtik, heyecanlıydık, umut doluyduk, geleceğimizi planlamaya çalışırken bir yandan da yana yana aşkı arıyorduk. Müzik yapıyorduk. Mevsimler geçti ve bir gün hayatımızın baharı geldi."
"Aşkı bulduk" dedi adam. "Onu doya doya, huzurla, tutkuyla, mutlulukla içimize çektik. Bir ağacın gölgesinde çimenlere oturup bir manzarayı hiç konuşmadan izlerken, onun yanımızda olmasının keyfine vardık. Aşkla yandık ve kül olacağımızı bile bile, hiç tereddüt etmeden kendimizi bıraktık."
"Kendi ailemizi kurduk..." dedi kadın.
Adam gözlerini açtı. Mutlulukla ağlamıştı. Hatırlıyordu ve biliyordu. Korkunç zamanlara doğru yaklaşıyorlardı.
"Seni tanıyorum."
"Biliyorum" dedi kadın. "Bir zamanlar aynı orkestrada keman çalan müzisyenlerdik."
Adam birden şarkıyı değiştirdi. Karanlık, hüzünlü ama sert notaları olan bir yere getirdi sohbeti.
"Kadıköy'de yaşıyordum. Karıma âşıktım ama virüs onu aldı. Kızımla baş başa kaldık."
Kadın, "Benim kızım dokuz yaşında çok bilmiş bir cimcimeydi" dedi. "Oğlum altı yaşında meraklı bir haylazdı ve kocam vardı. Hepsini virüs benden aldı..." Kadın çalmayı bıraktı. İki büklüm olmuş ağlıyordu.
Adam sinirle dişlerini sıkarak çalıyordu. "Dünya delirmişti. Yine de kızımla kendimizi korumayı başarmıştık. Ama..."
"Dur!" diyebildi kadın hıçkırarak.
"Hayır! Buraya kadar geldim. Artık geri dönemem. Çünkü şu anda karımın ve kızımın pırıl pırıl gülen, neşeli yüzlerini görüyorum. Anlıyor musun, onları görüyorum. Onları görüyorum. Onlar vardı. Onlar vardı. Onlar benimle vardı." Adam notalarını hızlandırıyor, vahşice çalıyordu. "Sonra sen geldin. Sen..."
Kadın kendini toplayıp tekrar çalmaya başladı. Adamın notalarını sakinleştirmeye çalışıyordu. Konuşmadan birbirlerine bakıp ağlayarak çalıyorlardı. Bu umutla umutsuzluğun, karanlıkla aydınlığın, aşkla nefretin bir savaşıydı. Havada uçuşan notalar birbirini kendi tarafına çekiştirmeye çalışsa da yine de uyum içindeydi. Bu bir çatışma, bir var olma çabasıydı. Tek söz söylemeden çaldılar, çaldılar... Vahşi insanlardan, ağacın yeşil yapraklarından, aşkın acısından, aşkın mutluluğundan, dostluğun birliğinden, delilikten, geçmişin güzel günlerinden, doğadan, Tanrı'dan, şeytandan çalarak çaldılar. Duyulmamış, bir daha duyulamayacak bir savaştı göğe salınan notalar. Zamandan bağımsız notaların eşliğinde belki günlerce sürdü. Gözlerini birbirlerinden ayırmadan, tek kelime konuşmadan.. Ve aynı anda çalmayı bıraktılar. Müzik sustu.
"Müzik sustu" diye fısıldadı kadın. Başını önüne eğmiş usul usul ağlıyordu. "Çok üzgünüm. Ne olur affet beni."
Adam kemanı yere bıraktı. Masadaki bıçağa uzandı. Gözlerini kadından ayırmıyordu. "Bu ev benim, bu bizim evimizdi. Sen kapımıza geldin, kızımla benden yardım istedin."
"Bütün ailemi kaybetmiştim. Sen benim en yakın arkadaşımdın."
"İnsanlığın düştüğü duruma aldırmadan seni evimize aldık."
"Ama ben delirmiştim" dedi kadın.
"Sen, bizi öldürdün" dedi adam. "Seni sakinleştirebileceğimi sandım. Bir an tereddüt ettim. Seni iyileştirebileceğimi sandım kadın! Çok sevdiğini bildiğim için sana bugün beni ağlatan şarkıyı çaldım. Oysa hiç düşünmeden seni öldürmeliydim."
"Ama ben sakinleşmedim" dedi kadın. "Şu anda elinde tuttuğun bıçakla size, sana ve kızına saldırdım. Sizi öldürdüm. Affet beni, yalvarıyorum affet."
"Bizi çöpe attın kadın! Kızımı, beni... Sen insanlara söyleyecek sözün olmadığı için değil utancından onlarla konuşamıyorsun."
Adam ayağa fırladı. Bir hamlede kadını saçından tuttu.
"Gözlerime bak!" diye bağırdı ve ani bir hareketle kadının boğazında derin bir yarık açtı. "Biz artık insan değiliz!"
Kadın hüngür hüngür ağlarken bir eliyle saçlarını tutmuş, diğer elindeki bıçağı boğazına dayamıştı. Yüzü delilikle çarpılmıştı. Mutfakta bir başınaydı.

ÇARESİZLİK VE GERÇEK
Salgın dünyayı ilk vurduğunda çok uzun süre kendilerini koruyabilmişlerdi ama bir gün virüs onların evine de uğramıştı.
Bir şey yapamadan gözlerinin önünde kocasının ve iki çocuğunun ölmesini izlemek zorunda kalmıştı. Çaresizliğin ve gerçeğin acımasız çivisi çakıldığında insanın kişiliğinde ve bilincinde derin çatlaklar oluşabilirdi. Günlerce ailesini terk edemeden evde kalmıştı ama bir gün kokuya dayanamadığı için dışarı çıkmış, kendini sokaklara atmıştı. Dışarıda geçirdiği süre boyunca karşılaştığı berbat, korkunç olaylar kişiliğinde ve bilincinde açılan çatlakları genişletmiş, hatta onlardan parçalar koparmıştı. Pek bilinçli değildi ama yolculuğu orkestradaki en yakın arkadaşının kapısında son bulmuştu. Onu içeri almışlar, onunla ilgilenmişlerdi. O da karısını kaybetmişti ama küçük kızıyla güzel bir düzen kurmuşlardı. Bir yıl boyunca evden çıkmadan yaşayabilecek erzakları, müzikle, eğitimle, kitap okumayla, çay sohbetleriyle geçen günlük düzenleri vardı. O kriz geçirdiğinde arkadaşı ona yardım ediyor, ona değişik çaylar sunuyor, kemanla şarkılar çalıp onu sakinleştiriyordu. Ama adamın iyi niyetli çabaları yetmemişti.
Bir gün kadın bilinçsiz bir anında mutfaktan aldığı bıçakla onu ve kızını öldürmüş, bedenlerini çöpe atmış ve huzur bulduğu evi sahiplenmişti. O günden sonra insanları unutup kendini doğaya adamıştı. Adı Meczup Kemancı Kadın'a çıkmıştı.
Her şeyi, yaptıklarını unutmuştu, ta ki bir papatyayla konuşana dek. O zaman yaptıklarını hatırlamıştı. Çünkü arkadaşı, kızını "Papatyam" diye severdi. O anda çoktan dengesini kaybetmiş aklı ona vicdani bir cehennem yaratmıştı. Her sabah kalkıyor, sahile gidip müzik yapıyor, orada güya çöpten kurtulup vicdansız bir katile dönüşmüş ve onu öldürmeye gelen arkadaşıyla karşılaşıyor, yarattığı hayali karakteriyle eve gidiyor, onunla sohbet edip karşılıklı müzik yapıyor, affedilmeyi istiyor ama ne kendini affedebiliyor ne de kendini öldürmeyi başarabiliyordu.
...................
Salgın İstanbul
Dark Yayınları 360 sayfa/60 TL.
www.darkistanbul.com

***


TEBESSÜM
Kadı, dava salonuna girdi ve açış konuşmasını yapmaya başladı..
"Dava başlamadan önce bir şeyi açıkça söylemem gerek. Davacı bana onun lehine karar vermem için 10 kese altın verdi. Davalı da "Onu beraat ettirmem için 12 kese.. Bu davanın adil, tarafsız ve eşit yürümesini istiyorum ve savunmanın 2 kese altınını hepinizin önünde iade ediyorum."

***


LATİN SÖZLERİ
"Acta ne agamus; reliqua paremus!."

"Geçmiş geçmişte kalmıştır, biz işimize bakalım!."

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA