Türk sinemasına baktığımızda bazı türlerin önplana çıkarken bazılarının geri planda kaldığını görüyoruz. Bunlardan biri de korku sineması! 2000'li yıllarda patlama yapan bu türün ülkemiz sinemasındaki geçmişini ve bugününü akademisyen ve sinema yazarı Kaya Özkaracalar anlattı.
Engin ERTAN – Ebru ÇELİKTUĞ / SİNEMA
Yıllar boyunca korku filmleri örneklerinin azlığı nedeniyle Türk korku sinemasının varlığı tartışılırken, 2000'lerdeki patlamayla durum değişti. Peki tüm bu gelişmeler ile Türk korku sineması artık rüştünü ispat etti mi? Bu filmlerdeki dini motifler neye işaret ediyor? Mevcut örnekler yeterince özgün mü? Bu ve benzeri konuları, korku türünde ülkemizdeki uzman isimlerden, Bahçeşehir Üniversitesi Sinema- TV Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kaya Özkaracalar ele aldı.
Türk korku sinemasının tarihinden bahsederken nereden başlamak lazım?
Türkiye'de yapılmış ilk korku filminin "Çığlık" (1949) mı yoksa "Drakula İstanbul'da" (1953) mı olduğuna dair farklı görüşler vardır. Aydın Arakon'un yönettiği "Çığlık" bildiğim kadarıyla kayıp bir film. İzleyenler arasında da hâlâ hayatta olan var mı, emin değilim. Uzun süre boyunca "Çığlık"a dair bilgilerimiz Agâh Özgüç'ün Türk Filmleri Sözlüğü'ndeki bir cümlelik konu özeti ve künyeyle sınırlıydı. Orada 'esrarlı ev' gibi bir tabir geçtiğinden korku filmi olduğunu varsayanlar ve hakkında yeterince bilgi olmadığı için şüpheyle yaklaşanlar vardı. Geçtiğimiz yıllardaysa 5555 Afişle Türk Sineması kitabında ilk kez posterini görme imkanına sahip olduk. Sözkonusu afişe bakarsak, "Çığlık" bir korku filmi. Dönemin yabancı korku filmlerinin afişlerinden esinlenerek bir tasarımı yapılmış, korku ve dehşet etkisi yaratılmaya çalışılmış. O yüzden, hâlâ izleyememiş olsak bile, ilk korku filmimizin "Çığlık" olduğunu eskiye göre daha rahat şekilde söyleyebiliyoruz.
Buradan hareketle, bir korku filmini tanımlayan unsurlar sizce nelerdir?
Bu gerçekten çok zor bir soru. Korkutmayı amaçlayan film diyebiliriz herhalde. Fakat bu da türün tanımıyla ilgili bütün sorunları çözmüyor. 'Korku sineması'nın farklı dillerde farklı karşılıkları var. Mesela İspanyollar 'terör sineması' diyorlar. Bizdeyse belli ki İngilizcedeki 'horror film' örnek alınmış. Pek çok kişi için esas önemli soruysa korku ve gerilim filmi arasında nasıl bir ayrım yapılacağı. Bu bence hem zor hem de sorunlu bir mesele. Elbette bazı objektif kriterler var ama ben böyle bir ayrıma pek taraftar değilim. Zira bu çabanın altında şöyle bir şey var diye düşünüyorum: Kimi sinemaseverler beğendikleri bir filmin korku türünde değerlendirilmesinden, o türün izleyicisiyle özdeşleşmekten kaçınıyor sanki. Alain Robbe-Grillet'nin erotizm ve pornografiyi ayırma çabasına ilişkin bir lafı vardır; "Pornografi ötekilerin erotiğidir," der. Yani benim hoşlandığım erotik, seninki pornografik gibi... Korku ve gerilimi ayırma çabası da bana biraz bunu hatırlatıyor. Elbette sadece buraya indirgenemez ama en azından benim böylesi bir ayrımı çok önemsemememi bu şekilde açıklayabilirim.
Belki bu konuştuklarımızdan şuraya geçebiliriz: Türk sinema tarihine baktığımızda 2000'ler öncesinde çok az korku filmi var, aralarında da hep uzun zaman geçmiş. Hatta bu yüzden yakın dönemdeki patlamaya değin Türk korku sinemasından bahsedilemeyeceği bile söylenirdi. Oysa başka türlerden bazı filmlerde de korku motiflerine yer verilmiş. Örneğin Kilink serisi, "Üç Dev Adam"ın açılış sahnesi, giallo tarzı birkaç seri katil filmi, vb. Türk korku sinemasından bahsederken bu filmleri de ele almak gerekir mi?
Hatta bu saydıklarınıza Tarkan filmleri bile eklenebilir, en azından "Tarkan: Gümüş Eyer" ve "Tarkan: Altın Madalyon"... Fakat bu iki filme bakalım örneğin. İçeriklerinde cadı veya vampir gibi korku sinemasıyla özdeşleşmiş unsurlar var. Fakat atlı kılıçlı kahraman motifi kesinlikle daha öne çıkıyor. Bu filmler sonuçta tarihsel macera olarak pazarlanmış ve seyirci de bir diğer Tarkan filmi izlemek için gitmiş. Cadı veya vampir onun içinde bir nevi çeşni. Bence esas önemli olan filmin nasıl sunulduğu. Eğer film izlenemiyorsa afişine veya fragmanına bakmak da bu yüzden gerekli diye düşünüyorum, "Çığlık" örneğinde olduğu gibi. Filmin esas olarak hangi türe ait olduğunu belirterek, içinde yer verilen korku sineması motiflerini tespit etmek ve not düşmek de önemli elbette.
Peki, başka türe ait filmlerin içinde korku sineması motiflerine yer verilmesinin nedeni ne olabilir? Tam anlamıyla bir korku filmi çekmekten mi kaçınılmış veya bazı türler korku sineması unsurlarını kullanmak için bir kılıf işlevi mi görmüş?
Olabilir elbette. Zaten erotik filmler için de aynı şey geçerli değil mi? Türk sinemasında seks furyasının başlangıcı olarak genellikle 1974-75 yılları telaffuz edilir. Fakat daha önceki 5 yıllık dönemde, özellikle tarihsel macera filmlerinde de erotizm bolca yer alıyor. Belli ki o dönemde henüz sansürden korkuyorlar, daha çekimser davranıyorlar. Erotik bir film çekmektense, başka filmlerin içerisinde çıplaklık ve erotizme yer vermeyi deniyorlar. Aynı şey korku için de geçerli.
Erotizm konusunda çekimser kalmaları belki anlaşır bir durum ama korkudan neden bu kadar uzun süre uzak durmuş Türk sinemacılar?
Türün meraklıları bu konuyu aramızda yıllarca çok tartıştık, asla bir sonuca da ulaşamadık. Bir seferinde aynı soruyu Bülent Oran'a da yöneltmiştim. Cevabı beni ikna etmese bile, Türk sinemasının en üretken senaristlerinden birisinin bu konuda söyledikleri önemli diye düşünüyorum. Bülent Bey, Türk seyircisinin kahramanla özdeşleşmeyi çok sevdiğini, korku filmlerindeyse böyle bir özdeşleşme olmadığı için biz de bu türe pek bulaşılmadığını söylemişti. Bu cevabı ikna edici bulmamamın sebebi, korku filmlerinde de özdeşleşmenin gayet mümkün olması. Fakat söylenende kuşkusuz bir gerçeklik payı da vardır, belki de Türk senarist ve yönetmenleri korku filmlerinde özdeşleşmeyi nasıl sağlayacaklarını bilmiyorlardı. Yine de bence esas neden cesaretsizlik. Korku gibi, bilimkurgu için de aynı şey söylenebilir. Bu türlerdeki filmlerin genellikle özel efektler üzerine kurulu olduğu ve teknik yetersizlikler nedeniyle altından kalkılamayacağı düşünülüyordu herhalde. En nihayetinde Yeşilçam camiası hiçbir zaman risk almayı sevmemiş. Ya burada tutan kendi formülleri tekrar tekrar uygulamış, ya da kolay taklit edebileceği yabancı başarılara yönelmiş. Eğer çekilen bir iki Türk korku filmi o dönemde ticari açıdan başarılı olsaydı, gerisi de mutlaka gelirdi.
Türk seyircisinin korkuyla arası kötü değildir aslında...
Elbette. Kesin seyirci sayılarına ulaşamıyoruz ama Emek Sineması'yla ilgili bir araştırma vesilesiyle 1958-1978 yılları arasında orada gösterilen filmleri inceledim. O 20 yıllık dönemde Emek'te en uzun süre gösterimde kalan iki film "West Side Story/Batı Yakasının Hikayesi" ve "Suspiria"... "Suspiria" dışında başka pek çok yabancı korku filminin de o yıllarda Türkiye'de gayet ilgi gördüğünü, uzun süre vizyonda kaldıklarını biliyoruz. Kastettiğim Türk yapımcıların model alacakları, ticari açıdan başarılı olmuş, buralı bir örnek. Yakın dönemde Türk korku filmlerindeki artış da biraz buna işaret ediyor. "Okul" ve "Büyü"nün iyi iş yapmaları yapımcıları teşvik etti. Kaldı ki "Okul" işin içine komediyi de katarak temkinli davranan bir örnekti. Elbette teknik anlamda geçmişe oranla çok daha ileri bir noktaya gelinmesi de daha önce bahsettiğim cesaretsizliği kıran bir unsur.
"Ölüler Konuşmaz ki"nin zamanında hemen hiç ilgi görmediğini ve uzun süre kayıp bir film olarak kaldığını biliyoruz. Fakat bu söylediklerinizden "Drakula İstanbul'da" ve "Şeytan"ın da o yıllarda pek izlenmediği sonucu çıkıyor.
Söylediğim gibi, o dönemlere ait gişe hasılatı veya seyirci sayısı gibi bilgilere ne yazık ki ulaşamıyoruz. Fakat bir süredir o yıllarda filmlerin ne kadar izlendiğine ilişkin nasıl bilgi toplayabiliriz, bununla uğraşıyorum. Filmlerin kaç sinema salonunda gösterildiği, bunların hangileri olduğu ve kaç hafta vizyonda kaldığı gibi verileri topluyorum. Sadece korku filmleri değil, burada vizyona giren yerli ve yabancı tüm filmler açısından... "Drakula İstanbul'da" Taksim civarında bir sinemada oynamış, birkaç yıl sonra da yaz aylarında bir sinemada tekrar gösterilmiş. O yıllarda düzenlenen bir yerli film festivalinde ödül aldığı da söylenir hatta. Fakat yaygın bir dağıtımı olmamış. "Şeytan" nispeten daha geniş bir dağıtım imkanı bulmuş ama bir iki hafta içerisinde vizyondan kalkmış.
Orijinalinin Türkiye'ye gelmesinden yıllar önce çekilmesine rağmen "Şeytan"ın fazla ilgi görmemiş olması ilginç...
Evet, arada epey zaman var. William Friedkin'in "The Exorcist/ Şeytan"ı 1973 yapımı ama bizde 1981'de gösterime giriyor. Metin Erksan'ın "Şeytan"ı ise 1974 yapımı... Bu arada yeri gelmişken başka bir şey söylemek isterim. "Şeytan"la veya benzeri filmlerle ilgili olarak hep "Yeşilçam ne cüretle bunları yapıyordu?" gibi şeyler söylenir ya... Bence bu filmlere 'korsan uyarlama' muamelesi yapmak biraz fazla. Gerçi "Şeytan" aynı zamanda bir roman uyarlaması, o yüzden farklı bir durum. Fakat o yıllarda, bizdeki yeniden çevrimlere kaynak olan filmler henüz Türkiye'ye ithal edilmemişken telif hakkı ihlalinden bahsetmek doğru mu, emin değilim. Bu tepkiler, Türkiye'yi Amerika'nın arka bahçesi görmek gibi geliyor bana. Biz Amerika'nın 51. eyaleti veya denizaşırı sömürgesi değiliz ki onların kanunları bizde de yürüsün. Eğer sözkonusu ürünün burada bir temsilcisi yoksa kimin hakkını ihlal etmiş oluyorlar? Ayrıca 30-40 yıl önce dünya bugünkü gibi küresel bir köy değildi ki... Türkiye'den bir yapımcı o zamanın koşullarında ne şekilde ve kimden izin veya onay alacak? Ayrıca Türkiye'de ne oluyor, kim nereden bilecek? Bu nedenlerle o yıllardaki uyarlama veya taklitlerin gri bir alan olduğunu düşünüyorum.
Korku motiflerini buraya uyarlama kısmına dönersek, neden her iki filmde de yabancı kültüre ait kimi unsurları buraya uyarlama çabasında ısrarcı olmuşlar dersiniz? Türk edebiyatında kaynak olarak kullanılabilecek eserlerin sayısı az olduğu için mi?
Kerime Nadir'in, yanlış hatırlamıyorsam 50'lerin sonlarında yayımlanmış, Dehşet Gecesi diye gerçekten çok güzel ve başarılı bir korku romanı var. Başka bir romandan uyarlama mı, bilmiyorum ama ben soluksuz okumuştum. Bunun dışında Vedat Örfi Bengü imzasıyla yayımlanmış Lord Lister serisi var. Fakat onlar da aslında Bengü'nün Türkçeye çevirdiği ama sanki yazar oymuş gibi imzalanmış kitaplar. Bunlar dışında o yıllarda popüler edebiyatımızda benim de bildiğim pek örnek yok. Fakat vampir içeren bazı çizgi romanlarımız var. Aslında Drakula karakteri de Osmanlı tarihinin bir parçası; Kazıklı Voyvoda... Bu bağlantı 70'li yıllara kadar Hollywood'daki vampir filmlerinde yer almasa bile, Bram Stoker'ın romanında Türkler'den epey bahsedilir. Hatta romanın bazı Türkçe çevirilerinde bu bağlantı daha da öne çıkarılmıştır. Bahsettiğim çizgi romanlar da bu Türkçe çevirileri esin kaynağı almışlar. Bu arada Ali Rıza Seyfi'nin Kazıklı Voyvoda diye bir romanı da var. Aslında Stoker'ın romanının tercümesi ama Ali Rıza Seyfi çevirirken karakterleri Türk yapmış. "Drakula İstanbul'da" da o romanın sinema uyarlamasıdır. Edebiyattaki kaynaklar gerçekten önemli. Türk sinemasında korku türünün son yıllardaki yükselişinin ilk habercisi olan "Okul" Doğu Yücel'in Hayalet Kitap'ından yapılmış bir uyarlamaydı. Sonraki yıllarda çekilen filmler ise buranın folkloruna, cin ve benzeri temalara yöneldiler. "Gen"in vizyona girmesinden önce yönetmeni Togan Gökbakar ile Geceyarısı Sineması için bir röportaj yapmıştık. Planladığımız o son sayıyı çıkartamadığımız için bahsettiğim röportaj da hiçbir yerde yayımlanamadı. Togan o zaman ulusal bir renge sahip olmayan, belirgin şekilde Türkiye'ye dair motiflere yer vermeyen bir film çekmek istediğini söylemişti. Başka bir dilde dublaj yapıldığında, sanki o ülkenin filmiymiş gibi gözükebilsin diye bir iddiası vardı. Taylan Kardeşler ise "Okul" ve "Küçük Kıyamet"de evrensel bir sinema dilini kullanıyorlar ama her iki film de aslında yoğun şekilde burayla ilgili. "Okul" üniversiteye giriş sınavından, "Küçük Kıyamet" ise deprem korkusundan yola çıkıyor. Bu topraklardan beslenmeyi, güncel toplumsal gerçekliğe odaklanmak şeklinde yorumlayan filmler bunlar. Fakat Hasan Karacadağ'ın filmleri veya Biray Dalkıran'ın "Araf"ı gibi örneklerin daha farklı bir yaklaşımı var. Bu filmlerde daha mitolojik ve dinsel unsurlar öne çıkıyor. Eskiden, Türkiye'de pek korku filmi çekilmese bile folklorumuzda yeterli malzeme olduğundan bahsedilirdi. Hatta Burçak Evren'in Antalya Film Festivali için hazırladığı Türk Sineması kitabı da yine bu önermeyle kapanıyordu. Hem arkadaş sohbetlerinde sık sık dile getirilen hem de yazılı kaynaklara geçen bu söylem, bahsettiğimiz filmleri de etkilemiş olabilir. Fakat bence önemli bir diğer neden son 20 yıldır Türkiye'de yaşanan gelişme; İslam'ın yükselişi ve hatta yükselmekten ziyade hükmeder hale gelmesi... Elbette içinde dini motifler olan her film bu İslami yükselişten etkilenmiştir demek istemiyorum ama bence çoğu bunu yansıtıyor. Sözkonusu filmlerde anlatılan hikayelere bakınca, çoğunun İslam inancının geçerliliğini ispat etmek üzerine kurulu olduğunu görüyoruz. Hatta bazılarında ateist karakterlerin alaya alınması veya cezalandırılması gibi unsurlar da var; örneğin "Semum" veya "3 Harfliler: Marid" gibi... Böyle özelliklerini göz önüne alınca, bu ikinci gruptaki filmlerin şu anki kültürel hegemonyayla ve resmi ideolojiyle uyum içerisinde olduğunu düşünüyorum.
İçerik bir yana, bir de işin estetik boyutu var. Yakın dönem korku filmlerinin bu anlamda da 'buralı' bir dil geliştirdiğini söyleyebilir miyiz?
Özellikle Hasan Karacadağ filmleri özelinde konuşursam; İslami motifler içerseler de esin kaynaklarını unutmamak lazım. Mesela "D@bbe" Japon korku sinemasından esinlenmişti, hatta "Kairo" isimli Japon filminin uyarlaması olduğu iddia edilmişti. "Semum" ise açıkça "Exorcist/Şeytan"a referans yapıyordu. Dolayısıyla anlatı kalıpları ve estetik yine yabancı kaynaklardan gelmekte. Bu anlamda bence 1974 yılında Metin Erksan'ın yaptığından çok da farklı değiller. Biri bir Hollywood filmini, diğeriyse bir Uzak Doğu filmini alıp, içine İslami motifler yerleştirmiş.
Yabancı kaynaklardan esinlenmek derken, yakın dönem Türk korku filmlerinden "Musallat" belki ilginç bir noktada duruyor olabilir. Zira ilk filmin büyük bölümü yurt dışında geçiyordu, başkarakterse Almanya'daki Türk bir işçiydi.
"Musallat" bu açıdan gerçekten de ilginç bir örnek. Anlatısında uzun süre göçmen işçilik üzerinden bir yere bağlanacak gibi dururken, daha sonra yasak aşk konusuna dönüyordu. Belki filmin doğaüstü boyutuyla göçmen Türklerin Avrupa ve özellikle Almanya'daki durumuna da işaret edilmek istenmiş olabilir; insanlar arasındaki cin ve Avrupalılar arasındaki Türk gibi... Bu belki de zorlama bir yorumdur, bilmiyorum. Fakat anlatısının ilginçliği bir yana, bence eli yüzü düzgün yapılmış, türün gereklerini yerine getiren bir filmdi. Özellikle final sahnesi çok dehşetengizdi. Başka pek çok sekans da gayet iyi kotarılmıştı.
Yakın dönem Türk sinemasından bahsederken ağırlıklı olarak İslami motifler üzerinde durduk. Fakat çok az izlenmiş ve kötü eleştiriler almış olsa bile "Mühürlü Köşk" gibi ayrıksı bir örnek de var. Orada da bir istismar sineması etkisi sözkonusu.
"Mühürlü Köşk" tipik bir Z kategorisi filmi ve nasıl yaygın dağıtım imkanı bulduğunu gerçekten çok merak ediyorum. Eğer böyle bir film bile 87 kopyayla gösterime giriyor ve hakkında söylenen onca kötü söze rağmen yaklaşık 28 bin seyirciye ulaşıyorsa, demek ki Türk korku sinemasında bir üretkenlik ve seyircide de bu tarza yönelik ciddi bir ilgi var demektir. Fakat dağıtım kısmı bir yana, filmin kendisi de çok ilginç. Şu ana kadar "Gen"den, Taylan Kardeşler'in filmlerinden ve İslami motif içeren örneklerden Türk korku sinemasındaki üç farklı tarz gibi bahsettim. Bu da onlara dördüncü bir ekol olarak eklenebilir. Kaynaklarda yönetmeni Serkant Yaşar Kutlubay'ın başka uzun metrajlı filmleri de gözüküyor ama onlara nereden ulaşılabilir, bilmiyorum. Bazılarının internette fragmanları var ama tamamlanmamış filmler de olabilirler. Fakat onlar da "Mühürlü Köşk" ile aynı çizgide gözüküyorlar. Dışarıda pek çok örneği olan, korku ve erotizmin birleştirildiği tarzın bizdeki bir yansıması... Bunun dışında "Mühürlü Köşk"te kullanılan dinsel motiflere bakınca da İslami unsurlar yerine Satanizm öne çıkıyordu. Aynı dönemde çekilen diğer filmlerden farklı şekilde başka bir inanca, hatta bir alt kültüre yönelmiş olmasını da tüm yüzeyselliğine rağmen şaşırtıcı buluyorum.
Peki, tüm bu örneklere bakınca Türk sinemasında korku gibi bir alt başlıktan bahsetmek artık mümkün mü?
Bence mümkün. "Okul"la başlayan çıkışın üzerinden yaklaşık 10 yıl geçti ve hız biraz azaldı. Fakat bence artık Türk korku sinemasında bir süreklilik sözkonusu. Zaman zaman seyirci sayısında azalmalar olsa da bu süreklilik devam edecektir diye düşünüyorum. Hatta Kutsal Damacana serisi, "Hababam Sınıfı 3,5" veya "Destere" gibi parodilerin çekilmesi de korku türünün Türk sinema sektörü içinde kendine bir yer edindiğini gösteriyor.