Türkiye'yi ayağa kaldıran soru da haklı: Bütün bunlar olurken öz anne nerede? Çocukların ellerinde gördüğü morluklara ve ifadelerinden rahatlıkla süzülebilecek korkuya nasıl bigâne kalabilmiş? Şüphelendiği için eve kamera tertibatı koyan baba, neden harekete geçmek için bir müddet daha bekledi?
Baba Akif A. avukatın öyle yönlendirdiğini, şiddetin devamlı olup olmadığını belgelemek ve suçüstü prosedürünü işletebilmek için 3. görüntünün gelmesini beklediklerini söylüyor. Yasaya göre öyle bir zorunluluk yok ama kâğıt üzerindeki hesabın mahkemedeki tabloya, yargıdaki usule uymadığını hepimiz biliyoruz.
Şunu da biliyoruz: Bunları yapan kadın, bunları yapmadan önce sert biçimde durdurulsaydı ya da başına gelecekleri hissedip "şiddet gördüğü" şikâyetiyle ilgili makamlara başvuru yaparak ön alsaydı çoğumuz "Kadına şiddeeet!" diye bağıracak, bir kısmımız da Songül A.'ya hukuk yardımı için bakanlardan randevu sırasına girecektik.
Nitekim hepimizin içini burkan, ayarlarımızı bozan olaya kimilerinin açıkça, kimilerinin içinden geçirdiği bir soru eşlik ediyor: "Bir kadın nasıl bu kadar kötü olabilir?"
Çünkü modern toplumun ön kabulleri arasına da girmiş, yer yer feminizmle de perdahlanmış bazı sabitelerimiz var: Erkek Mars'tan, kadın Venüs'ten önkabulleri. Kadın genel olarak iyidir, erkek genel olarak kötüdür önyargısı. Kadın şiddet uygulamaz, genellikle şiddet görür; bir yerde şiddet varsa o erkekten kaynaklanır masalı... Kadın doğası gereği medeni ve sorunlarını şefkat, dayanışma ve iletişimle çözer, ama erkek öyle mi muhabbetleri.
Gelgelelim işin aslı bu değil. Erkeğe ya da kadına özgü zannettiğimiz çoğu nitelik, savunma mekanizmasından ibaret. Kadınlar bazen sahiden öyle oldukları için, bazen de içine doğdukları toplumsal rolle başa çıkabilmek, zayıflığı daha değerli bir şeyle ikame edebilmek için "iyi, nezih, sevecen" resimler veriyor. Erkekler de bazen sahiden kaba, savaşçı ve teflon oldukları, bazen de başlarına geçirilmiş "iktidar" tacının hakkını verebilmek için şekilden şekile giriyor.
Kadınlar melek değil. İçinden ağır şekilde cezalandırılmayı gerektiren bir canavar, bir yaratık çıkabiliyor.
Nihal Bengisu Karaca/Habertürk
Yukarıdaki üç hususa gelince...
1- Yeni Anayasa... Kılıçdaroğlu, sivil ve yeni anayasa yazılabileceğine dair güçlü umut vermedi. Geçen yasama döneminde netice alınamayan Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nu canlandırmayı, üzerinde uzlaşılan 60 küsur maddeye yargı ile ilgili hükümlerin eklenmesini vaat etti, o kadar. İlk 4 madde için "kırmızı çizgi" vurgusunu yinelemeyi de ihmal etmedi.
2- Başkanlık Sistemi... Bu başlık altında duyduğumuz net cümle, CHP'nin başkanlık sistemine kökten karşı çıkışını sürdürdüğü oldu. Kılıçdaroğlu'na göre başkanlık sistemi tartışması ile Türkiye gereksiz kavganın içine itilmemeli, zaman kaybetmemeli! Ancak karşıtlık gerekçeleri ileri sürerken çelişkileri de ortaya çıktı. Önce dedi ki "Sn. Davutoğlu'na 'Nedir başkanlık sisteminden kastettiğiniz?' diye soracağım." Sonra devam etti, "Nedir o model? Aslında hepimiz biliyoruz!" Bu beyanın içine de alışılmış "saray polemiğini" ekledi ve özünde Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yönelik malum negatif tutumunu tekrarladı. "200 yıllık parlamenter tecrübenin darbe hukuku ile dejenere edildiğini, bunun düzeltilebileceğini" söyledi. Ama görünür gelecekte Erdoğan'ın "başkan olabileceğini", CHP veya diğer partilerin "başkan seçtiremeyeceğini" de örtülü şekilde kabul etti.
3- Kürt Sorunu... Çözümün adresi olarak Meclis'i gösterdi. "Toplumsal Uzlaşma Komisyonu" önerdi. Anayasal bazda, ana dil noktasında, özerklik ve af boyutunda yorum yapmadı. "Komisyona havale mantığı" ile yetindi.
Sonuç olarak... CHP, sözde "uzlaşma kültüründen" yana özde ise "ezberini yineleme"çizgisinde. Umarım yanılırız!
Okan Müderisoğlu/Sabah
Devlet, her kademesiyle bunun için hazır. Ancak, terör örgütü ve onunla iç içe geçmiş HDP cenahında böyle bir istek görünmüyor. Onlar silahın, kanın, acının ve hendeklerin gölgesinde yaşamaktan oldukça memnun görünüyor. Ne istediklerini anlamak mümkün değil.
Bakın, geçtiğimiz hafta içindeki bir görüntüyü sizlere hatırlatmak istiyorum. Yer; Türkiye Büyük Millet Meclisi. Meclis Genel Kurulu toplanmış. Meclis'in başkanlığını ise HDP'li Pervin Buldan yapıyor.
Böyle bir tablo karşısında insanın; 'Daha ne istiyorsunuz?' diye gırtlağı yırtılıncasına bağırası geliyor. Türkiye'de son 10 yılda o kadar büyük demokratikleşme adımları atıldı ki, sayfalarca yazsanız yetiştiremezsiniz. 'Ne istediniz de masada alamadınız?' Diye sorarlar adama! Şimdi herkes, bölgedeki sorun 'nasıl çözülür' diye, kafa patlatıyor. Kendi bakış açılarından çözüm önerileri sunuyor.
Benim önerim ise şu; Proje oldukları su götürmez bir gerçek olan HDP eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ tasfiye edilmedikçe bu sorun çözülmez. Demirtaş'ın, 'Erdoğan seviciler' dediği ve Kürt hareketinin önde gelen isimleri, bu iki ismi bu partiden uzaklaştırmalı. 7 Haziran sonrası Demirtaş'ın yaptıkları ortada. Son olarak Türkiye'nin milli meselesi haline gelmesine rağmen, Rusya'daki girişimleri de herkesçe malum. Yüksekdağ ise zaten bir diğer terör örgütü MLKP'nin ablası. Bu iki ismin de Kürt halkının haklarıyla, Kürt halkının kalkınmasıyla uzaktan yakından alakadar olmadığı kanıtlarıyla ortada. Demirtaş ve Yüksekdağ tasfiye edillmeden ne silahlar susar ne de tekrar masaya oturulur.
Murat Kelkitlioğlu/Akşam
Doğu Akdeniz havzasına ilişkin DERİNLİĞİ OLAN KÜRESEL 4 PLAN STRATEJİ konuşuluyor.
Birincisi İsrail'in, Akdeniz'i Ölüdeniz'e ve Kızıldeniz'e bağlama projesi.
Gelelim ikincisine... Türkiye, Suriye, Gazze (Filistin), İsrail, Mısır ve Kıbrıs'ın çevrelediği alanda, Avrupa'ya 100 yıl yetecek doğal gaz rezervleri bulundu.
Üçüncüsü, Amerika ve Rusya'nın peşinde dolaştığı, Erbil-Kerkük-Musul petrol ve gazının, Kuzey Irak-Kuzey Suriye üzerinden Doğu Akdeniz'e çıkmasını sağlayacak koridor. Dördüncüsü, Doğu Akdeniz petrol/gazının akıtılacağı nokta. Ceyhan mı? Mısır mı? Kıbrıs mı? Bütün planların dayandığı nokta, İngiltere-Fransa'nın 100 yıl önce Osmanlı'yı parçalayan, günümüzde paçavraya dönen, Sykes-Picot yerine yeni bir Ortadoğu Haritası'nın konmasına çıkıyor. AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk'le, DOĞU AKDENİZ DANSLARINI konuştuk. Değerli Külünk, "Yeni Türkiye'nin lideri Tayyip Erdoğan da, Doğu Akdeniz satrancında ülkemizin stratejik hamlelerini yaparken, Küresel Güçlerin hedefi haline geldi" diyerek analizine başladı: Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan İsrail ile uluslararası hukuku hiçe sayarak, bölgede bir takım karşılıklı anlaşmalara gitmiştir. Türkiye'nin menfaatlerini temelden sarsacak olan bu hamleler Doğu Akdeniz'e Türkiye'nin en büyük savaş gemisini göndermesine neden olmuştur. Türkiye de MİLLİ EGEMENLİK HAKLARINI işleterek BÖLGEDE SONDAJ ÇALIŞMALARI BAŞLATMIŞTIR. TÜRKİYE'NİN 2008 YILINDAN İTİBAREN AKDENİZ'DE ASKERİ VE SİYASİ OLARAK VARLIĞINI HİSSETTİRMESİ ve RUM KESİMİNİN YAPTIĞI ENERJİ ANLAŞMALARINI TANIMAMASI, TÜRKİYE'NİN BÖLGEDE HEGEMONİK BİR TAVIR TAKINDIĞINI GÖSTERMEKTEDİR. TÜRKİYE'NİN GÜCÜ KÜRESEL GÜÇLERİN KİMYASINI BOZDU.
Krizdeki Avrupa'nın en çok ihtiyaç duyduğu şey ucuz ve arz güvenliği olan enerjidir. Bu enerji ise Doğu Akdeniz'dedir. Mısır, Suriye ve Lübnan'da yaşananlara bu açıdan bakarsak, Batı'nın neden Mursi'yi değil de Sisi'yi seçtiğini, 7 Haziran sürecinde Kuzey Irak-Türkiye enerji ittifakını bloke edecek İran- Esed ittifakını desteklediğini anlayabiliriz.
Bülent Erandaç/Takvim
Rusya'daki siyasi akıl, Türkiye'nin bizzat ABD eliyle kendisine karşı kullanıldığını ve uçak krizi dahil tüm sorunların temelinde bu oyunun olduğunu düşünüyor. Bir başka açıdan görmek gerekirse, mevcut yönetimin böyle bir komplo teorisine ihtiyacı var ve açıkçası bunu kendi iç kamuoyunda sonuna kadar kullanma niyetinde.
Sovyetler Birliği'nin uçsuz bucaksız coğrafyasında, savunma hattını binlerce kilometre ötelerde kurma imkanına sahip olan Moskova; bugün yeniden hamle yaparak en azından daha geniş alanlarda nefes almanın hesabını yapıyor. Nitekim Ukrayna krizini tırmandırarak, bir anlamda bıçak nerede kemiğe dayanır mesajını Batı ittifakına verdi. Ukrayna'da elde ettiği kazanım, Moskova'yı bu tehditlere karşı koruyacak bir manevra alanı mı yarattı; yoksa çatışmayı daha da mı sertleştirdi? Galiba herkesin bu konuda aceleci cevapları var ve bunların hızla geçerliliğini yitireceğini düşünüyorum.
Bu büyük krizlerin ve oluşturduğu yeni sorunların doğrudan ilgilendirdiği ve etkilediği bir ülke olarak Türkiye, bir yandan etrafındaki ateş çemberini kendisine sıçratmamak için çabalıyor. Öte yandan zaten 30 yıldır boğuştuğu terör belasını hem etkisiz hale getirmek, hem de kendisine karşı kullanılacak bir araç olmaktan çıkarmak için mücadele ediyor.
Böyle bir tarif doğruysa ve kelimenin tam anlamıyla varoluş mücadelesi veriyorsak, burada siyasetin alışageldiğimiz muhalefet yaklaşımından çıkıp farklı bir zeminde söylem geliştirmesi gerekiyor. Terör örgütünün siyasi kanadının, yeni söylem bir yana, gidip Moskova'da masaya oturması, kendisi farkında olsun ya da olmasın bu saatten sonra meşru zeminlerde siyaset yapabilme imkanını yok eden bir süreci başlattı. Kimse bunun hayırlı bir gelişme olduğunu söyleyemez. Ama kimse de ülkenin kanına ekmek doğrayan bir yaklaşıma olumlu bakamaz.
Nasuhi Güngör/Star