Meclis Başkanı İsmail Kahraman'ın sözleri üzerine başlayan laiklikle ilgili tartışmalar bazılarının çok çalkantılı geçen, müthiş olaylar ve dönüşümlerle dolu son yirmi senede laikliğin ne olup ne olmadığı yahut ne olması ne olmaması gerektiği hakkında bir santim olsun mesafe kat edemediğini gösterdi. Bu kişilerin dilinde öfkeli ezberler tekrar açığa çıktı, küfürler, hakaretler, tehditler havada uçuştu. Biraz sakin olun arkadaşlar. Öfkenizi ve nefretinizi kontrol etmezseniz bu mesele doğru dürüst tartışılamaz ve anlaşılamaz. Suçlamaları ve sloganları da bir yana bırakın. Bu husustaki teorik/bilimsel birikime ve gerek güncel gerekse tarihsel tecrübelere bakın. Yoksa yerinizde saymaya devam edersiniz.
Laiklik aklın ve bilimin değil toplumsal tecrübenin ürünü. Dinlerin parçalanmasından doğan çatışmaların tüm tarafların yok olması tehlikesini yaratması ile klasik dinlere benzemeyen inançların veya dinlere mesafe koyan duruşların yaygınlaşması laikliğin kaynağı. Vatandaşlığın dindaşlıktan ayrılması, yani dinsel temele dayanmaktan kurtarılması, kimsenin kimsenin dinine karışmaması ve devletin vatandaşları arasında dinî sebeplerle olumlu veya olumsuz ayrımlar yapmaması demokratik/özgürlükçü laiklik dediğimiz şeyin özü. Ancak laiklik yalnızca bu şekilde kavranmamış ve yaşanmamış. Özellikle Fransa'da ve onun tesirinde kalan ülkelerde karşımıza çıkan bir anlayış daha var ki buna laiklik değil laisizm veya laisite demek daha doğru. Bu anlayış aklın, bireyin ve toplumun -ne demekse- dinden kurtarılıp bilim yoluna sokulmasını talep ediyor. Bu yüzden, dinlerin ve dindarların baskı altına alınmasını gerektiriyor. Pozitivizmin bir türü olan bu yaklaşımdalaiklik bir din kisvesine büründüğü için tüm diğer dinlere meydan okuyan ve devleti bu dinin hizmetine koşan bir doktrine dönüşüyor.
İlk laiklik din ve vicdan özgürlüğünü tanıyor ve kamu otoritesini vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmaktan men ediyor. İkincisi ise tam tersine din ve vicdan özgürlüğünü baskı altına alıyor ve yeni bireyler ve yeni toplumlar yaratmak istiyor. Bu iki laiklik anlayışının demokrasiyle ilişkisi de farklı. İlki demokrasiyle uzlaşıyor ve onu takviye ediyor. İkincisi demokrasiyi engelliyor ve imkânsızlaştırıyor. Bu yüzden laikliğin demokrasinin gerekli ve yeterli koşulu olduğunu söyleyenler yanılıyor. Laik olmuş ama demokratik olamamış birçok ülke var. Laik olmadığı hâlde din ve vicdan özgürlüğünü tanıdığı ve koruduğu için demokratik olan birçok ülke de var. Görülüyor ki, laiklik ancak özgürlükçüyse demokrasiyle uzlaşıyor ve onu takviye ediyor.
Türkiye kuruluşunda özgürlükçü laikliği değil baskıcı hatta totaliter laisizmi tercih etti ve yakın zamanlara kadar bu yolda yürüdü. Devlet vatandaşların diline olduğu gibi dinine de karıştı. Hemen hemen her dinî grup bu anlayışa dayanan uygulamalardan az veya çok zarar gördü. Bu yüzden ülkemizde laikliğin geçmişi laikliğin geleceğine referans olamaz, yol gösteremez. Türkiye bazılarının ısrarla tekrar ettiği gibi kuruluş ayarlarına dönerek değil tam da tersine onlardan uzaklaşarak özgürlükçü ve demokratik bir ülke olabilir. Sadece dinler alanında değil başka birçok alanda da Türkiye'de yaşanan çok sayıda problem ülke özgürlükçü laikliğe değil pozitivist, baskıcı laikliğe yöneldiği için doğdu. Son zamanlarda bu durumdan kurtulma yolunda umutlar belirdi ve mesafe alındı. Elbette daha atılması gereken çok adım var. Özellikle gayri Müslümlerin ve Alevilerin hakları alanında. Buna rağmen laiklik bakımından Türkiye bugün dünden daha iyi ve ileri durumda. Tekrar edelim: Din ve vicdan özgürlüğünü tanıyan ve devleti vatandaşlarını dinî bakımından engelleme veya dönüştürme çabasından men eden bir laiklik anlayışının yeni anayasada yer alması yerinde ve yararlı olur.
Atilla Yayla/Yeni Yüzyıl
CHP Genel Başkanı Kilislileri devlete değil, hükümete karşı çıkmaya davet ediyordu. Tabii HDP'li de aynı şeyleri tekrarladı; Türkiye DAEŞ'i vurmuyordu, onu koruyordu ve silah yardımı yapıyordu. (O kadar rahat yalan söylüyorlar ki insan dehşete düşüyor. TSK'nın DAEŞ'e yaptığı son operasyonlarda 870 örgüt üyesi etkisiz hale getirildi. Sadece salı günü ise TSK, DAEŞ rampalarını, sığındıkları üç katlı binayı yerle bir etti ve 13 DAEŞ'li öldürüldü.) Bunun yanında ortaklaştıkları diğer bir konu, 17/25 Aralık "yolsuzluk" susturucusu takılmış darbe girişimi ve onun devamı olan MİT TIR'larının durdurulmasına dair paralel örgüt argümanlarını canlandırma hamlesiydi.
Cumhuriyet "gazetesi"nin sponsorluğunda düzenlenen alternatif "23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı" resepsiyonundaki o aile fotoğrafını da tabloya ekleyin.
"Yüzde 60'lık ittifakı" Kurtuluş Tayiz'in yazdığı gibi diriltmeye çalışıyorlar. HDP, Öcalan'ın yeğeni, MHP Genel Başkanlığı'na aday Sinan Oğan, Can Dündar ve CHP genel başkanı aynı fotoğrafta…
Bir yandan başarısız olan ve yenilen PKK'ya hayat öpücüğü vermek, diğer yandan FETÖ'yle mücadeleyi tavsatmak, öte yandan da yeni bir Gezi ayaklanması yaratmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Tabii buna en büyük engel olarak gördükleri (çok haklılar) Cumhurbaşkanı'nı hedef almaya devam ediyorlar.
Meclis'te her gün CHP ve HDP'li vekiller Cumhurbaşkanımıza ailesiyle birlikte hakaret etme yarışına girmiş durumdalar ve bu bir taktik.
Aslında halka karşı savaş açmış durumdalar. Büyük bir iç işgal girişimiyle karşı karşıyayız; herkes buna göre ciddi/bilinçli/kararlı olmalı. Bu bayrağı buraya milletimizi kıble alarak getiren Cumhurbaşkanı'nın verdiği mücadeleye faydamız dokunmuyorsa da, bari zarar vermeyelim. Yüzyılda bir gelen bir tarihi bağımsızlaşma fırsatını kullanıyoruz. Örgütle masayı dayatmaya, paralel örgütle barışı gündeme sokmaya, yeni anayasa ve başkanlığa karşı sureti haktan görünüp alttan çalışan lobilere karşı ayık/uyanık olmak gerekiyor. Bu kervan hedefine doğru ilerliyor, bunu kimse engelleyemeyecek. Millet iradesine karşı kurulan kumpaslara dâhil olanlar, korkanlar rezil oldu ve olacaklar. Mesele hedefe ulaşmamak değil; bu cefakâr milletin bedel ödemesine engel olmak.
Markar Esayan/Akşam
Eski Mısırlılar mumyalama işlemi sırasında ölünün iç organlarını çıkarırlar, "kanopik çömlek" adı verilen küçük kaplara koyarlardı. Hatta mide, bağırsaklar, akciğerler ve karaciğer için ayrı ayrı çömlekler vardı. Neden? En çabuk çürüyen, "tefessüh eden" organlar bunlardır da ondan. Bunların mumyası olmaz. Macaristan'da, Zigetvar'da, Kanuni Sultan Süleyman'ın iç organlarının gömülü olduğu tahmin edilen bir "yerleşke" kalıntısı bulunmuş. Hem cahil hem sorumsuz bazı basın mensupları bunu "Kanuni'nin mezarı ortaya çıkıyor" diye verdiler. Kanuni'nin mezarı Süleymaniye Külliyesi'ndeki türbesidir, fatiha okumak isteyen buyursun, tutan yok. Zigetvar kazılarında bir kışla, bir hamam, bir de cami kalıntısı ortaya çıktığı için, sefer sırasında vefat eden ve bilindiği gibi Şehzade Selim Kütahya'danİstanbul'a yetişene kadar ölümü gizli tutulan Kanuni'nin iç organlarının da "oralarda bir yerlerde" olacağı tahmin edilmiş, mesele bundan ibaret.
Suyunu çıkarmayınız. Hiç boşuna aramayınız, dört yüz elli senede ne mide kalır, ne bağırsak, ne akciğer, ne karaciğer. Meğer ki bir çeşit "kanopik çömleğe" konulmuş ve de üzerine "Sultan Süleyman Han bakiyesidir" falan yazılmış olmaya! Bunu bulursanız amenna. Öbür türlü, bu iş biraz "çakma" kokacak. Selanik'te Atatürk'ün doğduğu ev olduğu söylenen ama aslında öyle olmayan ev gibi. (Arkada daha küçük ve gösterişsiz bir evde doğmuş ama öndeki ev daha fiyakalı olduğu için onu seçmişler.) Böylece ortaya bir "asli" Kanuni türbesi, bir de "tali" Kanuni türbesi çıkacak...
Amerikan İç Savaşı'nda önce sol kolunu kaybeden güneyli general "Stonewall" (Taşduvar) Jackson'a ayrı bir "kol mezarı" yaptıkları gibi... Kanuni'ye de bir dış beden türbesi, bir de iç organlar türbesi...
Müminler dua etmeye Süleymaniye'ye, zıpırlar da bilmemkaç avroluk turlarla Zigetvar'a, bağırsak ziyaretine. (Oradan da Peşte'de Vaci Sokağı'na, elli beş bin forinte zamparalık etmeye tabii.) Biz şimdi değerli magazincilerden bir Halit Ergenç, eh bir de Meryem Uzerli röportajı bekleriz doğrusu: "Hünkarım, çocuklar Macaristan'da karaciğerinizi bulmuşlar, ne diyeceksiniz?" "Hürrem Sultan, 'ben kocamın her yerini ayrı sevmiştim' dedi..." Hatta bir de Sümbül Ağa demeci: "Efendimizin her bir organına kurban olsunlar inşallah!"
Engin Ardıç/Sabah
Mart ayında ABD'nin Boston kentinde, hostesin "bakışlarını beğenmediği" iki Müslüman kadın uçaktan indirildi. 3 Nisan'da Müslüman bir aile, ABD'li havayolu şirketi United Airlines'a ait uçaktan "uçuş güvenliği" gerekçe gösterilerek indirildi. Yine nisan ayında California Üniversitesi son sınıf öğrencisi olanKhairuldeen Makhzoomi uçuş esnasında amcasıyla telefonla konuşurken "İnşallah" dediği için kabin memurunun dikkatini çekti. Genç kadın uçaktan indirildi, arandı ve hiç sebep olmaksızın uçağa geri dönmesi engellendi.Amerikan İslam İlişkileri Konseyi, "Müslüman yolcuların en dayanaksız gerekçelerle uçaklardan indirilmesinden bıktık" diye açıklama yapıyor, ama işe yaramıyor.
Batı basınında İslam'a, Hz. Muhammed'e, Müslümanlara ve Müslüman topluluklara liderlik edebileceğinden kuşku duyulanlara hakaret etmek hobi haline geldi. İngiltere'de Erdoğan'a hakaret içerikli şiir yarışması düzenlendi. Sadece Ortadoğu'daki Müslümanlar değil, uluslararası sisteme entegre Müslümanlar da Batı'nın tahrik ve meydan okumasıyla karşı karşıya. Ayrımcılık yoluyla saf tutmaya zorlanıyorlar. "Ya radikalleş ve düşmanım ol. Ya itaat et, kölem ol." Zorlandığımız tercih bu.
Bireylere yapılan dayatma bu ve elbette bunun devlet versiyonu da var: "Ya uluslararası mekanizmalardan, evrensel normlardan, bizim tarif ettiğimiz hukuk, demokrasi normlarından koparak etrafınıza duvar örün, kapalı sistem haline gelin ve düşman devlet safına geçin ya da Batılı değerler sistemine biat edin, Batılının siyasi, kültürel ve ekonomik hükümranlığına boyun eğin" deniliyor.
Bu ikisinden birini tercih etmemek, hayati önem taşıyor. Nitekim Türkiye "Hayır, bu ikisinden birini seçmeyeceğiz" diyor. "Tam burada duracağız ve kendimiz olmaya devam ederek sizi eleştirmeye devam edeceğiz." Türkiye bu yüzden kötü oluyor.Bu yüzden Erdoğan'a edilen hakaretler ve onu aşağılamak için çizilen karikatürlerin sayısı bütün devlet başkanları, hatta gerçek diktatörler için yapılanlardan fazla.
Nihal Bengisu Karaca/Habertürk
Operatör Selahattin Demirtaş yine vazife başında. 6-8 Ekim olaylarında olduğu gibi insanları ölüme, talana, zorbalığa çağırıyor. Birkaç gün evvel PKK'nın yayın organı Özgür Gündem'e verdiği röportajda bakın neler diyor Demirtaş? Dokunulmazlıkların kaldırılması durumunda "Kürtler için başka seçeneklerin devreyegireceği"nden bahsediyor Demirtaş. Neymiş bu seçenekler? Ayrılık! Ayrılıkçı, silahlı bir terör örgütünün emriyle siyasette bulunan bir parti başka ne önerebilir denebilir elbette. Nihayetinde Demirtaş'ın yaptığı şey, PKK'nın tezlerini siyasete tercüme etmek. Ne var ki Demirtaş'ın bunu hangi araçları kullanarak yaptığı mühim. Demirtaş'ın kullandığı araçlar, kendi başına keşfettiği araçlar değil. Bunu son 3 yıllık süreçte gördük.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yönelik yürüttüğü nefret siyaseti ve bu eksende ilerleyen "seni başkan yaptırmayacağız" kampanyası bir süre sonra bütün Türkiye düşmanlarının siyasi hammaddesine dönüştü. Demirtaş ne diyor? "Birleşmiş Milletler Sözleşmesi"ni hatırlatıyor ve burada "bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı"na ilişkin kıstaslar olduğundan bahsediyor. Eğer ki bir "halk ulusal parlamentoda kendini temsil etme hakkına sahipse kaderini belirlerken başka seçenekleri önüne koyamaz. Ama ulusal parlamentoda temsil etme hakkı elinden alınmışsa başka seçenekleritartışabilir." Yani bu ülkeden kopabilir. Türkiye'de meğer rejim değişmiş, etnik temsile dayalı bir federal yapı kurulmuş da bizim haberimiz yok.
Bu kadar cehalet bunlar için bile fazla. Halkı "Erdoğan düşmanlığı" ile yahut sözde "AKParti-DAİŞ ilişkisi" ile kışkırtmanın mümkün olmadığını gördüler. Halkın PKK'nın çukurlarına veya özyönetim safsatasına prim vermediğini de gördüler. Bu kez bir kez daha yıkıp yakmak için bahane üretmeye giriştiler. Yeni söylem bu olacak. Bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı! Ve bunu dillendirirken de devletin "Kürt düşmanı" olduğu propagandasını yapacaklar. Bunlara kimlerin eşlik edeceğini göreceğiz. Evet bütün Türkiye düşmanları orada olacaklar. Türkiye onların tam karşısında olacak, güçlü bir biçimde, bir bütün olarak durduğu yerde durmaya devam edecek...
Fahrettin Altun/Sabah