Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ramazan'ın ne zaman başlayıp biteceği şimdiki gibi aylar öncesinden belli olmazdı. Astronomi bugünkü kadar gelişmediğinden Ramazan'ın başlangıcını belirlemek için insanlar açıklık yerlerde gökyüzünü takip ederek yeni ayın doğuşunu beklerlerdi. Yüksek yerlere gönderilen devlet görevlilerinin veya halktan bazı insanların hilalin göründüğünü, yani yeni Ay'ın doğduğunu bildirmesiyle Ramazan başlardı. Hilali görmek yetmezdi, şahit de istenirdi. Hilali görenler hemen şahitlerini de bulup mahkemeye giderek durumu bildirirlerdi. Bu konuda iki kişinin şahitliği gerekirdi. Durum araştırılır, denilen doğru çıkar da Ramazan'ın başladığına veya bitip de bayram olduğuna karar verilirse haberi getirenler ve şahitler yüklü miktarda ödül alırlardı. Zimem Defteri Osmanlı'da Ramazan günlerinde zenginler, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav vb. dükkânlarına girer, onlardan Zimem defterini, yani veresiye defterini çıkarmalarını isterlerdi. Baştan, sondan ve ortadan rastgele sayfaların yekununu yaptırıp, 'Silin borçlarını… Allah kabul etsin' der, çeker giderlerdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezdi. Cerre Çıkmak Cerre çıkmak Ramazan geleneklerinden birisiydi. Osmanlı Devleti'nde medreselerde yaz tatilleri 'Üç Aylar'da verilirdi. Bu tatillerde seçilmiş medrese talebeleri hem kendi bilgilerini pekiştirmek hem de dinî konularda halkı aydınlatmak için İmparatorluğun farklı bölgelerine gönderilirlerdi. Bu gönderme olayına 'cerre çıkmak' denirdi. Medrese öğrencileri için cerre çıkmayı bir noktada bugünkü üniversitelerin staj eğitimleri gibi de anlamak mümkündür. Cerr de kelime anlamı itibarı ile kendine çekmek, cezbetmek manasındadır. İftar Osmanlı'da Ramazan'da halk, eşine-dostuna iftar vermeyi büyük bir ibadet kabul eder, misafir ağırlamak için çırpınılırdı. Ramazan boyunca iftar vakitlerinde kapılar açık tutulurdu. Böylece yolda kalan ve ihtiyacı olan herkes istediği eve girer iftar sofrasına dâhil olurdu. Bunun için tanıdık olmaya gerek yoktu ve iftar için gelenin kim olduğu da asla sorulmazdı. İftar Yemekleri Osmanlı'da Ramazan sofraları iki aşamalı kurulurdu: Birinci aşama 'İftariye' denilen ilk fasıl, ikincisi de yemeklerin yendiği ikinci fasıl. İftariye, açlığın verdiği hızla yemeklerin üstüne atılmayı önlemek üzere tertiplenmiş çerez sofrasıdır bir anlamda. Küçük tabaklarda ve sahanlarda reçeller, peynirler, zeytinler ve benzeri yiyeceklerden teker teker alınır. İftar sofrası bittikten sonra bir anda kaldırılır. O sıra akşam namazının okunma sırasıdır. İsteyenler ezanla gelen sese uyarak akşam namazını kılar. Sonra, yeniden hazırlanmış olan sofranın başına oturulurdu. Arife Çiçekleri Osmanlı'da bayramların bilhassa çocuklar için ayrı bir yeri vardır. Bayramlıklarıyla sokakta gezen çocuklara arife çiçeği denilirdi. Osmanlı'dan gelen 'Arife Çiçeği' kavramı; bayramdan birkaç gün önce yapılan alışverişin ardından çocukların sabırsızlanarak giysilerini bayramdan bir gün önce, yani Arife günü, giyerek dolaşması olarak tanımlanırdı. Bayramlar Osmanlı'da bayram, Sultanın bayram namazı için camiye gelişiyle başlardı. Namaz sonrasında saraya dönen padişah önce annesinin elini öpüp ardından diğer aile efradıyla bayramlaşırdı. Padişah, bayram tebriğinin ardından güzel işlemeli keselerle çocuklara para saçarak onları sevindirirdi. Sadaka Taşları Sadaka taşları taş bloklardan oluşan, genellikle cami veya türbe köşelerinde bulunan, ortası çukur, bir buçuk-iki metre yüksekliğinde taşlardı. Bu taşlar Osmanlı'da sosyal dayanışmanın bir parçasıydı ve fakirlerin umut kapısıydı. Fakirler dilenmekten, zengin riya ve gösterişten çekindiği için sadakalarını bu taşlara koyar, fakir de gece vakti gelip ihtiyacı kadarını buradan alıp, geriye kalanını kendisi gibi bir başka fakire bırakırdı. Kapılar Osmanlı kapılarının tokmakları bile başlı başına bir kültürdür ve Osmanlı insanının sosyal hayata bakışının bir simgesidir. Osmanlı insanı hayata 'helâl' ve 'haram' perspektifinden bakardı. Kapı tokmakları bile bu hassasiyeti yansıtırdı. İç içe, ya da üst üste bindirilen tokmaklardan biri kalın, diğeri ince ses çıkarırdı. Erkek konuklar kalın ses çıkaran kapı tokmağını, kadın konuklar ise ince seslisini kullanırlar, böylece ev sahipleri kapıdaki misafirin kimliği hakkında bilgi sahibi olur ve ona göre karşılarlardı. Kavuklar Osmanlı'da yüzyılın başında giyilen kavukların şekli ve cinsi herkesin sınıf ve mesleğine göre değişirdi. Kavuğun şekline bakarak o kimsenin mensup olduğu sınıf herkesçe tanınırdı. Böylece kavukların her biri bir sınıfın âdeta âlamet- i farikası haline geldiği için bir kimse bir başkasının giydiği şeyi giyemezdi; mesela birinin eline kendisininkinden başka bir sanata mahsus bir kavuk geçmiş olsa bile giymesi yasaktı. Kavuklar kendilerine mahsus renklerde çukadan ve kadifeden yapılır, üzerine sınıfına göre mutlaka sarık sarılırdı. Yeşil renk sarık, şürefâ ve sadât-ı kirâm'a mahsus bulunduğundan bu sınıf mensubu olmayanların yeşil sarık sarmaları ve bununla gezinmeleri, şiddetle yasaklanmıştı. Vüzera ve halkın ileri gelenleri dâhil olmak üzere diğerleri beyaz sarık sararlardı. Kııraathaneler Dersaadet'te mahalle kahvesi olarak bilinen, her mahallenin imam, muhtar ve ileri gelenlerine mahsus, o zamana göre adeta bir kulüp niteliğinde olan bir kahvesi vardı. Mahalle kahvehanelerinde günümüzdekilerden farklı olarak temizliğe ve düzene çok özen gösterilirdi. Mermer döşeli kapı önüne gelenlerin ayakkabılarını silmesi için tahta talaşı dökülürdü. Oturulacak peykelere güzel halılar döşenirdi. İmam efendi arandığı zaman bulunabilmesi için zamanının çoğunu kahvede geçirirdi. Mahalle kahveleri, günümüz kahvelerinden farklı olarak, ilmi, edebi konuşmaların, tarih sohbetlerinin yapıldığı ve hatta şiir ve manzumelerin okunduğu, hikâyelerin anlatıldığı, bilmeyenlerin, bilenlerden istifade ettiği yerlerdi. Günümüzde şiir okunan bir mahalle kahvesi biliyor musunuz? Mahalle Kahveleri Dersaadet'in her mahallesinde, o mahalle halkına mahsus mahalle kahvesi vardı. Yine her mahallede gençler kahvesi de bulunurdu. Uşaklar kahvesi, hamallar, seyisler, arabacılar, aşçılar kahvesi gibi her sınıf ve her meslek grubuna mahsus kahveler vardı. İşsiz olanlar bir iş bulmak için ilgili kahvede beklerlerdi. Kahvenin köşe ustası, değnekçisi veya bölükbaşısı, bir meslek erbabı lazım geldiğinde, kıdem, sıra, hal ve huyuna göre, kahvedeki işsizler arasından seçim yapar, seçtikleri kişiye kefil olurlardı.