Sait Faik doğalı 129 yıl olmuş. Koca bir asır devrilmiş, gençlerin 'bahar'ını temsil eden bir çeyrek asır da geçmiş hatta. Sonra üstünden bir çocukluk çağı daha... Dünyaya, yaptıkları işlerle iz bırakıp giden herkes, seneler sonra bile taze bir tınıyla yükselen isimlerinin işitilmeye devam edeceğini hayâl etmişler midir acaba? Zaman zaman yazdıkları, ölümlerinden sonra kıymet gören yazar ve şairlerin bazıları bu düşleri hiç kurmamış olabilir. Yaşamaktan zevk alanları seven ve "Yaşamalı bu dünyada" diyen Sait Faik'te, 'dünyadan göçüp gittikten sonra'sını umursamayan bir hâl var mesela sanki. Öykülerinde yaşama sevincini, insan sevgisini, neşeyi, bir şeylerin başka başka anlamlarını, kuşları, balıkları ve dahasını okuduğumuz Abasıyanık'ın ölümle olan ilişkisini belki de en çok Dülger Balığının Ölümü öyküsünde görürüz.
Sait Faik bu hikâyeyi, ölümünden kısa bir süre önce, Fransa'da hastalandıktan sonra yazar... "Elimize tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden, onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri haline getireceğiz" derken dülger balığında kendini nasıl da izlediğini görürüz:
"İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu." Bu bir Dülger Balığının Öyküsü portresi değil elbette, ama bu hikâyeye de bir portre yakışırdı; çünkü içinde Sait Faik'e dair ne çok şey var, bilenler hatırlar, bilmeyenler duyar. Şimdi ölümü değil doğumu konuşuyoruz ama; hişt hişt, Sait Faik! Sen doğalı çok olmuş. Her şey yaşını başını almış ihtiyarlayıp gidiyor, ama sen hâlâ Beyoğlu'nda bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyorsun, çünkü bizde 'bir insanı sevmekle başlayınca her şey' öyle kolay bitmiyor.
Sait Faik'in, 1954'te henüz 48 yaşındayken siroz hastalığından dolayı aramızdan ayrıldığı söylentileri var. Bana öyle geliyor ki, Kadıköy ve Üsküdar iskelelerinde bir bankta oturup, kağıtsız kalemsiz hikayeler yazmaya devam ediyor. Burgazada'nın sokaklarında yürümeye, şapkasını takıp bir balıkçı teknesiyle denize açılmaya, bir kahvede çayını içmeye de... İstanbul Erkek Lisesi'nden, öğretmenlerinin iskemlesine iğne koydukları için sınıfça Bursa Erkek Lisesi'ne sürüldüklerinde başladı Sait Faik'in hikâyeciliği belki de. Bursa Lisesi'ndeyken, edebiyat hocası kendisinden hikâye yazmasını istedi, o da İpekli Mendil'i yazdı. "İyi, halis, ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun, sonra avuç açıldı mı insanın elinden su gibi fışkırır'' dedi ve biz ondan çok şeyler anladık. İçinde onca şeyle, onca insanla karşılaştığımız, üzüldüğümüz, sevindiğimiz, kırıldığımız, kırdığımız, vazgeçtiğimiz ve sonra yeniden başladığımız hayat da böyle değil miydi? Hocası, hikâyesini beğenmiş ve bence bir kâhin edasıyla olmalı evet, şöyle demişti: "Böyle yazmaya devam edersen, iyi bir hikâyeci olursun..."
Edebiyat Fakültesi'ne geldiğindeyse bu sefer Kenan Hulusi cesaretlendirdi Sait Faik'i yazması için. Sonrası mı? 'İnsan elinden, insan dilinden, insan kafasından çıkmamış gibi olan akşamlarda' onlarca hikâye yazdı Sait Faik!..
TÜRKÇENİN DAR HUDUTLARINDA
Eş dostla konuşurken, yazdıklarıyla ilgilenenlere anlatırken, hikâyelerini hayâlinde yaşattığını, şahısların bazılarını tanıdığını söylüyor Sait Faik. Öyle ki, Kestaneci Dostum öyküsü bir dergide yayınlandıktan sonra, öyküde geçen çocuğun mangalını deviren memurun kim olduğunu öğrenmek için karakola çağırılıyor, ama Sait Faik; "Canım aslı yok, hikâyedir o" diyor. Bütün bunlar niye mi? Belki şu yüzden: Nurullah Ataç senin, hikayecilerimizin en özgünü, en ustası, en büyüğü olduğunu söylüyor; Reşat Nuri Güntekin, "Yaşadığı zaman ve muhitin geniş bir köşesini erişilmesi güç bir kolaylıkla anlatmasını bilmiş bir yazardı" diyor... Orhan Kemal, en kıyıda köşede kalmış yerlerde rastladığın insanları kollarından tutup öykülerine sokuşturduğunu söylüyor; Yaşar Kemal, Türkçe'nin dar hudutlarını zorlayıp gerçek anlamıyla Türkçe yazmış ilk Türk yazarı olduğunu...
İyi ki doğdun büyük ve gerçek hikayeci!