İbrahim Altay dostumuz eylül ayında enteresan bir kitapla yeniden karşımıza çıktı. Yakaza Düşleri adı altında topladığı metinlerin sırrına Lacivert dergimizi takip eden sadık okuyucularımız zaten vâkıftırlar. Öte yandan hikâye okumayı seven okurlar için de elden ele dolaşacak bir neşir faaliyetinde bulundu Altay dostumuz. Neden elden ele dolaşacak dediğimi açıklayacağım elbette. Çünkü iddialı bir cümle kurduğumun farkındayım.
Günümüzdeki hikâyecilik bir anlamda en temel vazifesi olan "hikâye etme" anlayışından uzaklamış görünüyor. Hikâyeciler ne büyük anlatıların peşinden koşuyorlar ne de küçük insanla ilgileniyorlar. Aralarından belki birkaç tanesini hariç tutabiliriz bu sözlerimizden. Mesela Güray Süngü anlatısı geldiği nokta itibariyle en saf tarafıyla insanı anlatmakta çok mahir. Diyeceksiniz ki hikâyeciler insanı anlatmıyorlarsa neyi anlatıyorlar. Şöyle açıklayabiliriz: Edebiyat dünyamızda okunan kitapların yüzde seksenini çeviri metinler oluşturuyor. Bu çeviri ağının çok çok büyük bir kısmı da roman ve hikâye kitaplarından oluşuyor. Biz ona genel anlamda "anlatı" diyelim gelin bu yazıda. İşte bu anlatılar küresel anlatı ağının bir tarafına sıkışmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Misal Marquez olmanın sırrının Marquez gibi yazmaktan geçtiğini sanıyorlar. Oysa Marquez gibi olmanın sırrı biraz da kendi anlatılarımızın peşinden gitmekle mümkün. Buna Borges'i de ekleyebiliriz. Gerçekleştirdiğim bir Arjantin seyahatinden sonra Borges'in metinlerini bir daha okudum ve gördüm ki Borges doğduğu topraklara çok şey borçlu. Buradan kültür tartışmasına doğru bir başlık açarız ama onu sonraki bir yazıya bırakalım.
Peki Altay dostumuz bu metinlerle neyi başardı? Her şeyden önce kendi masalını icat etmeyi başardı. Bu az şey değildir. Gılgamış'tan Budha'ya oradan Platon'a, Alp Er Tunga'ya kadar geniş bir coğrafyaya yaydı anlatısını. Kitabı "öykü" rafında sınıflandırsa da aslında ortak dünya mirasına dair bir romanla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Hayallerin hakikatlere karıştığı, katıştığı, aktığı bir anlatı biçimi bu. Masallar ve insanlar yeniden yorumlanırken okur olarak bir kez daha Platon'un mağarasına kitabın kahramanı İbrahim Efendi ile birlikte giriyoruz. Çünkü Altay'ın dili "yeniden üretilebilir" bir dil. Okur da bu metinleri kendi çerçevesi içinden yeniden üretebilir. Mesela "Uyandığımda kendimi Hindistan'da buldum" diye başlıyor Yedi Nehrin Hikâyesi. Günümüz dünyası için nasıl da şıpınişi bir anlatma kolaylığı. Sonra olaylar bir anda gelişiyor. Hem kıssa kültürüne yaslanıyor Altay hem de kadim hikâye etme geleneğini yeniden diriltiyor.
Gel zaman git zamanlar birbirine karışıyor, İskender biz uyurken Mısır'ı fethediyor, Zeus haytası gül gibi karısını terk ediyor, Tarık Bin Ziyad gemileri yeniden yakıyor, şarkın sultanları Endülüs içinde bir bahçe düşlüyor ve İbrahim Efendi efsaneden efsaneye, mitolojiden mitolojiye atının terkisine bu enteresan hikâyeleri alıp dolaşıp duruyor dünya yuvarlağı üzerinde. Olmayacak dediklerinizin hepsi birden olurken büyülü gerçekçiliğin başka bir yorumuna denk geldiğimizi anlıyoruz okur olarak. Bayezid'in değil de Timur'un tarafını tutan bu hikâyeler tarihi düzünden okuyan çocuklar için yeni bir Kızıl Elma vaat ediyor.
Biraderim İbrahim beyle yaptığımız sohbetlerden bildiğim gibi Altay bizzat kendi hikâye etme biçimini metnine de hâkim kılmış. Sizler de bir okur olarak yalnızca aylak hikâyelerin yaşadığı bir gece yarısı sofrasına diz kırıp oturuyorsunuz. Bence bu anlatı biçimi genç yazarlar için de bir çıkış kapısıdır. Konfüçyüs ve Dede Korkut ile aynı anda dostluk kurmayı başaran bu hikâyelerin geçmişe değil geleceğe borcu var kanaatimce. Ben şahsen bu kitabı okuyunca şu soruları sordum kendi kendime; mesela Kuran'daki Hz. İbrahim'in hikâyesini moden anlatı içinde ne zaman yeniden yazacağız, Hz. Yusuf'un rüyalarını modern anlatı içinde okura gördürmenin yollarını ne zaman bulacağız, Hz. Hızır'ı ve Hoca Nasreddin'i bugünün dili içinde nasıl yaşatacağız. Günümüz anlatısı bu soruları sormak zorundadır. Kültür tartışması ancak böyle yapılır çünkü. Borges'in çeviri hikâyeleri üzerinden bir hikâye dili kuracağımıza, kendi anlatılarımız üzerinden bu dili yeniden oluşturmak zorundayız.
İbrahim Altay daha şimdiden kendi anlatısını kendi kültürü içinden kurmayı başarmış görünüyor. Kendisinden başka efsaneleri başka şekillerde yorumlamasını beklemek en doğal hakkımız.
KODLANAN DÜNYADA KAYBOLAN İNSAN
Dijital çağın insanlığa dayattığı yeni yaşam biçimleri, değerler ve algılar, artık hayatımızın en görünmez ama en güçlü belirleyicileri haline geldi. İsmihan Şimşek, TK Yayınları'ndan çıkan Kodlanmış Kötülük: Dijital Kibir isimli kitabında bu büyük dönüşümü, yakıcı bir gerçeklik duygusu ve eleştirel bir bakışla inceliyor. Şimşek, dijitalitenin adım adım inşa etmeye çalıştığı yeni dünyanın perde arkasını, tek dünya devleti idealini ve bu sistemin dinî zeminini oluşturan "dataizm"i masaya yatırıyor.
Kitap, verinin kutsallaştırıldığı bu çağda yapay zekânın birer "yapay tanrı"ya dönüştürülmesinden, dijital kültürün insan hayatını nasıl kuşattığına kadar pek çok meseleyi kapsamlı bir şekilde ele alıyor. Dijital çağın sunduğu kolaylıkların arkasında, insanlığın hakikatten uzaklaşması, anlamı yitirmesi ve özellikle Müslümanların Allah merkezli hayat anlayışını kaybetmeye başlaması gibi derin kırılmaların bulunduğunu ortaya koyuyor. Kitapta, dünyanın hızla dijitalleştirilen yapısını, dönüşen değerleri ve bu dönüşümün insanın varlığı, inancı ve zihni üzerindeki etkilerini bütün çıplaklığıyla okuyacaksınız.
KALBİN BAHÇESİNE DÖNÜŞ
Hatırlamak için onun bahçesinde olmak gerekir. Çünkü o bahçeden uzaklaşan için ışık yanmaz, rüzgâr esmez, kuş ses vermez. Hiçbir şey insana hatırlatmaz, işaret etmez. Yusuf'un (as) en zor imtihan anında aldığı ilahi destek de aslında bununla ilgili değil miydi? Kalbin Allah ile oluşu, hatırlamanın o bahçesinde dolaşmakla mümkün. İnsan, ömrü boyunca kulağını ve ruhunu varlığın lahuti musikisinden - kâinatın büyük senfonisinden, merhametin kalbi uyandıran nağmelerinden – mahrum bırakırsa, ezelde duyduğu o sesi nasıl yeniden işitebilir?
Dostun bahçesinden uzak olan, dostu nasıl hatırlasın? Unutma uykularının derinliklerinde boğulan biri, hatırlamanın sahiline nasıl varabilsin? Saif Yavuz, Muhit Kitap'tan çıkan Hatırlama Bahçeleri' inde işte bu soruların izini sürüyor. Okuru kendi kalbine, hatırlamanın kadim huzuruna doğru bir yolculuğa çağırıyor.