Gözleri kapalı şarkı söylerken beyaz, kıvır kıvır saçları göz kapaklarının üzerine düşüyor. Sesinde kısık ateşte demlene demlene pişmiş bir hayat tecrübesinin tortuları var sanki. Sert ama hüzünlü, kederli ama isyankâr. Zorlu ve kalender bir coğrafyadan, Dersim'in Hozat'ından Avrupa'ya uzanan kendi iç sesini arama yolculuğu onunki. İçine doğduğu kültürde müzik; yemek yemek, su içmek, dua etmek gibi hayatın kendi doğasından azade bir kavram değil.
Anadolu müzik kültürünü yakından takip edenler onu zaten ezelden biliyordu. Zazaca, Türkçe söylediği türküler, az da olsa kendi besteleri tanıyanların ezberindeydi. Ama geniş kitlelere, yüzyıllar öncesinden, Bektaşi Şairi Nesimi'nin sözleriyle tüyleri diken diken eden "Minnet Eylemem" türküsüyle seslendi Ahmet Aslan. Tabiri caizse, her tür müzik dinleyicisinin kalbini dağladı. Dağladığı yere ise insan olmanın köklerine ilişkin sorular ekti.
Son dönemde de atv'de yayınlanan Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz dizisinin en kritik, en içe dokunan sahnelerinde kullanılan türküleriyle Aslan iyiden iyiye bir fenomene dönüştü. Konser videolarının, şarkı paylaşımlarının izlenme oranları milyonları aştı.
Ahmet Aslan'ı Ahmet Aslan yapan unsurlardan biri de kendi tasarladığı ve içinde bağlama, klasik gitar hatta yer yer ut da duyabileceğiniz gitar formundaki enstrümanı. Di-Tar adını vermiş ona. Fotoğraflarını kendisiyle özdeşleşen enstrümanıyla çekiyoruz. O da mevzu fotoğraf çekimi de olsa 'çalıyormuş gibi yapamayanlar'dan. Bu sayede 10 dakikalık bir dinletiyle biz de nasipleniyoruz, bu tüyleri diken diken eden sesten. Muhabbete de oradan başlıyoruz.
- Ahmet Aslan deyince akla kendi tasarladığınız enstrüman, Di-Tar geliyor...
- Yaklaşık altı-yedi yıllık bir arayış bu. İlk yaptığım saza La-Tar demiştim. La sesinden geliyordu. Almanya'ya gitmeden önce İstanbul'da konservatuvarda çalgı yapım bölümüne devam etmiştim. Tasarımla ilgiliyim yani. Sonra yaptığıma Heft-Tar dedim. Heft Farsçada yedi demek. En son yaptığım, şu an çaldığım ise Di-Tar. Di Farçsada da, Zazacada da 'görmek' anlamına geliyor. Kuralım şudur: Yaptığım bir saz üzerinde değişiklik yapmıyorum. O öyle duruyor. Yeni sazda yapıyoruz gereken değişiklikleri.
- Çalgı arayışınızda ruhani bir durum da var sanki. Sesinize ya da iç sesinize uygun bir enstrüman arıyor gibisiniz. Siz çalarken bağlamayı da, gitarı da, udu da duyabiliyoruz. Yer yer Flamenko tadı bile geliyor...
- Ben klasik gitar eğitimi için önce Almanya'ya gittim. Sonra Rotterdam Dünya Müzik Akademisi'ni bitirdim. Orada ünlü Flamenko üstadı Paco Pena'dan Flamenko dersleri aldım. Ama repertuvar değil, çalım tekniği. Derdim önce şuydu, bağlamayı tezene kullanmadan elle nasıl çalabilirim? Oradan aldığım tekniği önce bağlamaya uyarladım. Bağlamayı da gitar gibi çaldım. Son yaptığım enstrümanda bu ikisinin arasında bir duygu yakaladım.
- Almanya'ya giderken heybeniz epey doluydu. Müziğin ziyadesiyle hayatın içinde olduğu bir kültürden geliyorsunuz ne de olsa... Müziğe ilişkin ilk fotoğraflar nedir zihninizde?
- Hani müziğe ne zaman başladınız diye sorarlar ya... Ben derim ki, müziği öyle soyutlaştırmamak lazım. Yemek yemek de bir sanattır. "Kaşığı ilk olarak ne zaman kullandın", "İlk cümleyi kaç yaşında kurdun" gibi bir soru bu benim için. Herkesin içinde müzik vardır. Herkes ıslıkla bir melodiyi çalabilir. Gerisi odaklanma ve arayış meselesi.
METROPOLDE BU KADAR!
- Klip yapmıyorsunuz. O yüzden konserler sizin için daha da önemli. Kimi zaman izleyiciler kalabalıktan sahneye çıkıp izliyor sizi. Konserlerinizde başka bir zamana gidiyor gibisiniz çalıp söylerken. Neresi orası?
- Konsere kadar tüm etütleri
yapıp, çalacağım şarkıyla derdimin bitmiş
olması gerekiyor. Yani ellerim düşünmeyecek
ne çalacağını. O zaman söylediğim
sözlerin diyarına gidebiliyorum. Aslında
söylediğim eser beni gezdiriyor, o beni bir
yerlere, kendi doğasına götürüyor. Ama sonuçta
biz doğadan koptuk, sadece iki ayaklılar
için müzik yapıyoruz.
Aşık Veysel'in bir fotoğrafı vardır. Oturmuş
saz çalıp, söylüyor köy meydanında.
Etrafında inekler var, horoz var, insanlar
var. O da konser. O doğayı, doğa onu dinliyor.
Onun, onların dünyası daha zengindi.
İç imkanları kaynıyordu. Biz bir salona
sıkışıyoruz ve daralıyoruz. Onlarda büyük
bir konsere çıkma kaygısı yok, yaptığı bestenin
çok dinlenme kaygısı yok. Bugün bir su
sesinden etkilenip müzik yapabilirsin ama
etkileneceğim musluktur. Bir dere değildir!
Metropolde bu kadar oluyor.
- Doğup büyüdüğünüz coğrafyanın sizde ne gibi izleri var?
- Çocukluğum bir başka geçti. İlkokul
köy, ortaokul-lise kasaba... Bir çocuğu anne
baba uyandırır değil mi, günaydın der, okula
hazırlar, götürür. Ama bizim coğrafyamız
başkaydı. Bize asker günaydın diyordu!
Babalarımız da öyle büyümüş. Mesela, okula
gidiyorum, yağmur yağıyor. Paçalarım
sırılsıklam olmuş. Su içinde... Okulda öğretmen,
"Bu halin ne!" diye tokatlıyor bir güzel
önce. Sonra eve şikayet gidiyor okuldan.
Eve gidiyorsun, "Hocaya karşı ne kabahat
işledin" diye evde de tokat yiyorsun. Tüm
coğrafya, nereye adım atsan bir labirent.
Böyle bir çocuklukla ben salyangoz gibi
kendi içime kıvrıldım. Kendini kendine
anlatmaya çalışıyorsun. Kendini kendine
soruyorsun. Kendi adresini kendi içine soruyorsun,
bazen de bulamıyorsun. Ondan
sonrası gurbet hayatı. Her anlamda gurbet.
DELİNİN DEMLENMİŞ HALİ: BUDALA
- Ama Dersim, bir yanda da 'dede'ler, pirler, dervişler, abdallar diyarı. Aklınızda kalan bir portre var mı çocukluğunuzdan?
- 13-14 yaşlarındayım. Köyde
bir 'budala' vardı. Budalalık
bizim yaşlılara göre deliliğin en
erdemli noktasıdır. İçinden geleni
söyler budala. Deli henüz
yolun başındadır. Budala zirvededir.
Sözü demlidir. Delinin
demlenmiş halidir bir nevi.
Dervişanedir. Neyse, bizim budala,
sabahın beşinde kuşlarla
birlikte uyanır öterdi. Bağlama
çalardı. Kuşlar 11 gibi öğle paydosuna
çekildiğinde o da gözden
kaybolurdu. Nerede yaşar,
nereden gelir kimse bilmezdi.
Sorsan da cevap alamazdın zaten.
Onun melodileri kalmıştır
bende. Bir kez de arkadaşlarla
yaklaşmaya çalıştık onun etrafına.
Bir daire kurduk. Takip
ediyoruz ama biz çemberi daraltırken çember
genişliyor. Bir şey yokmuş gibi o yoluna
devam ediyor. İnsan korkuyor da biraz. Bütün
bunlar insanın içine siniyor tabii.
- Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz dizisine verdiğiniz şarkılar bilinirliğinizi artırdı, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- Ben klip çekmiyorum. Çekmedim
bugüne kadar. Görüntü ve ses ayrı şeyler.
Çok kurgu var o işte. Ama bu da güzel bir
tanıtım. Albümlerden alınan eserler diziye
konuyor. Size başka bir alan açıyor. Şirkete
geldiğimde arkadaşlar bana bazen sempatik
yorumlar okuyor, beni dizi sayesinde tanıyanlardan.
Güzel bir duygu tabii.
MENEMENİN KOKUSUNU KAYDEDEBİLİR MİSİN AHMET!
Zeynel Dede vardır beni çok etkileyen. Zeynel Kahraman. Almanya'da sürekli onun kayıtlarını dinliyordum. Bir gün akrabalarını ziyarete geldi Almanya'ya. Orada küçük bir dinleti verdi. Benim çok dinlediğim eserlerinden birini çaldı. Dedim ki "Zeynel Amca, bendeki kayıtta bu eser böyle değildi." Tatlı serttir bizim yaşlılar. "Sana ne" dedi. "Eser benim değil mi, o gün öyle çaldım bugün böyle çalıyorum." Dedim ki demek ki sanat bu kadar katı bir şey değil. Aynı eser her çalışında değişebilir. Bir fotoğraf çekiyoruz, bir yerde. Yarın aynı saatte, aynı kıyafetle, aynı yerde çek. Aynı çıkmaz. Yine Zeynel Dede çalarken, ben kaydetmeye çalışıyorum. Dedi ki, "Niye uğraşıyorsun, bu kayıtla olmaz. Menemen yapıyorum diyelim ki, nasıl yaptığımı kaydedersin. Tarifi yazarsın. Ama menemenin kokusunu kaydedebilir misin?"