Türkiye'nin en iyi haber sitesi
CEM SANCAR

Yükte hafif pahada ağır

İnsan, gün geliyor bu ahmak, bu 'ben soytarısı' koşturmaca artık bitsin istiyor. "Yarış bitti" diyor. Şöyle bir zınk diye durup kendine, yalansız bir aynada bakmak istiyor. Ne olup bittiğini görmek için durup bakmak gerekiyor çünkü!
Fakat bu rekabetçi dünyada durmak kolay değil öyle, çok yıllar alıyor... Ama fark etmiyor, hayatı ve insanı anlamak için sarf edilen çabanın her türlüsü mubah...
İnsan her dönem firavun olmak istemiş. Yükseklerden ötekilere bakmak istemiş! Kendini tanrı ilan etmek istemiş. Egoizm bir nevi din aslında...
Zor iş kibirle uğraşmak. İnsan, bana soracak olursanız bencilliğiyle yüzleşemeden kara toprağa gitmekte. Oysa bütün İslam medeniyeti bu tartışmanın üstüne kurulmuş. Kurtuluş, bu toprakların bilgeleri tarafından gösterilmiş.
Şunu söylemek istiyorum aslında: İnsan dediğin dilinin altında yatıyor!
Lisanının asırlık ağaçlarını kesersen ömrünün gölgeliklerini kaybediyorsun. Huzursuz ve aksi bir hayatın oluyor. Köklerini Osmanlıca diye yasaklarsan kör kuyularda merdivensiz kalıyorsun...

***


Zaten sokaklarda bir soygun filmindeki oyuncular gibi geziyoruz. Hepimizde maske. Geçen gün televizyon haberlerinde bir adam gördüm. Kapüşonlu, maskeli bir hayalet, gözleri bile görünmüyor. Sanki bir gerilim filminin tekinsiz köşelerindeyiz. Fakat yine de umut var! Aşı filan sıkı tedbirler. Fırtına biraz durdu gibi. Yola çıkabilir, şehre bakabiliriz. Bir kafeye oturabilir, bir oh çekebiliriz. Böyle olur inşallah.
Bu şehir bakılası bir güzellik çünkü! Onun için var kafeler, teraslar, balıkçı barınakları. Banklar, kayalar, sur dipleri. Portatif koltuklar, park ve bahçeler. Onun için iner kan kızılı bir güneş her akşam, Ayasofya'dan Kız Kulesindeki eflâtuna...
"Ey dil ey dil niye bu rütbede pürgamsın sen / Gerçi virâne isen genc-i mutalsamsın sen..."
Tophane rıhtımının oradan Şeyh Galip 24 saat sesleniyor kulağı delik olanlara. "Yıkık döküksün biliyorum, ama niye? Çık şu depresyondan, gizli hazine sende, define senin içinde" diye.
"Şu sendeki pırlantayı keşfetsene artık be kardeşim!" diye...
Galata Yokuşu'ndan Karaköy'e, merdivenleri iniyor tılsımlı kelimeler, bir Mevlevi ermişinin sesiyle...

***


Galip Dede'nin sesi ne gam bırakıyor ne dert ne tasa. Buzdan kılıçlı Şubat'ın ayıltıcı rüzgarlarının terkisine binerek, tennuresinde bir dalgalanmayla şehrin üstündeki kasvet bulutunu dağıtıyor...
Yerini idrakin ve umudun sevinci alıyor.
'Sınıfta çaktığımız dersleri, geçtiğimiz sınıflara sayabiliriz. Arızamızla, nefis muhasebemizle yine de güzeliz be!' diye geçiriyorum içimden.
En çok da şehre yapıyorum bu iltifatı, şehrin hülyalı insanına, sokaklarında koluna giriyorum...
"Çok hafifsin!" diyor bir ses. Tam İstiklal 'de Tünel'e doğru yürürken. Sırtımda kalın palto, kafamda Antarktika şapkası. Maskeler mesafeler gergin saatler, cepte kolonya. Ses, kime dedi bilmiyorum ama 'hafifsin' lafını ben üstüme alıyorum...
Her günü bir işaretler sağanağı hâlinde yaşamak, her gün kendi filmini çekmek, her akşam o filmle yüzleşmek. Seslere kulak vermek. Yanlışlardan arınmak, diye bir şey var gerçekten.
Bir de ödül: Yüzleştikçe hafiflemek! Yüzleşmemek için taktığın maskeleri yırtıp atmak. O kalın zırhları çıkarmak... Güzel bir ödül yani...

***


"Sen bana hafifsin diyemezsin bi'kereee!" diye bağırınca cırlak bir kadın sesi, dönüp bakıyorum. Genç bir çift, hiper modern punk gençler. Siyahlar, deriler, kolyeler, kalkık kaşlar, rozetler, çıkartmalar, hızma filan. Üstlerinde ağırlıklar... Tramvay raylarının üstünde durmuşlar. Kızmışlar bir de. 'Bana hafif diyemezsin' diye şarlıyorlar birbirlerine...
En azından bu çocuklara göre hafifim, onu biliyorum! Mevlevihane'nin önünden limana sapıyorum. Yol yokuşlu. Denize doğru bırakıyorum kendimi.
Hep denize doğru...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA