80 yıldır küresel kapitalizmi ayakta tutan ve 'Batı' adıyla anılan jeopolitik birliktelik çözülme sürecine girmiş durumda. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD öncülüğünde kurulan bu düzen, Soğuk Savaş boyunca askeri, ekonomik ve ideolojik bir zorunluluğun ürünüydü. Bugün ise, aynı zorunluluk ortadan kalkmış görünüyor. Tartışma artık Batı'nın geçici bir kriz yaşayıp yaşamadığı değil, Batı'nın bir jeopolitik özne olarak sona erip ermediği sorusu etrafında şekilleniyor.
Soğuk Savaş yıllarında Batı'yı bir arada tutan unsur, ortak değerlerden ziyade ortak tehditti. ABD, Sovyetler Birliği'ne karşı Avrupa'yı güvenlik şemsiyesi altına alırken; Avrupa da ekonominin yeniden inşası ve siyasi istikrar karşılığında stratejik özerkliğinden feragat etti. NATO bu ilişkinin askeri çimentosu, uluslararası rezerv haline gelen ABD Doları ve transatlantik ticaret ise ekonomik omurgası oldu. Ancak, Soğuk Savaş'ın bitimiyle, 1991 sonrası dönemde bu dengeyi zorunlu kılan şartlar ortadan kalktı. Buna rağmen Batı'nın kalıcı olduğu varsayıldı; Avrupa Birliği'nin doğuya doğru genişlemesiyle bu düzenin tahkim edileceği sanıldı.
Bugün gelinen noktada bu varsayım çökmüş durumda. Trump ve çevresinde şekillenen Cumhuriyetçi stratejik akıl, ABD'nin küresel bir Batı lideri olarak hareket etmesinin artık maliyetli ve anlamsız olduğu kanaatinde. 'Önce Amerika' yaklaşımı ve Monroe 2.0 doktrini, ABD'nin odağını yeniden Amerika Kıtasına, Çin'le rekabete, teknoloji ve sanayi güvenliğine yönelttiğini gösteriyor. ABD'nin son Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi de bu yönelimi açık bir biçimde teyit ediyor: Avrupa artık ABD için stratejik bir merkez değil, yönetilmesi gereken ikincil bir alan, ABD için neredeyse vassal konumunda.
Bu yaklaşım, Ukrayna Savaşı üzerinden Trump yönetimi ile AB arasındaki ayrışmayı görünür hale getirdi. Trump yönetimi ve Cumhuriyetçiler, savaşın Rusya'yı Çin'e daha fazla yaklaştırdığını, bunun ABD'nin uzun vadeli çıkarlarına zarar verdiğini düşünüyor. Bu nedenle Rusya'nın tatmin olacağı bir ateşkes ve barış düzeniyle savaşın hızla sona erdirilmesini savunuyorlar. Buna karşılık AB ve Birleşik Krallık, Rusya ciddi biçimde zayıflamadan savaşın bitmesini istemiyor. Bu yaklaşım Biden yönetimi döneminde Washington'da kısmi bir karşılık bulmuştu; ancak ABD iç siyasetindeki yön değişimiyle bu destek de zayıflamış durumda.
Avrupa ise, ABD'nin geri çekildiği bu tabloda 'Büyütülmüş Avrupa' ideali olarak adlandırılabilecek bir karşı hamle arayışında. Doğuda Ukrayna, Moldova ve Gürcistan'ı kapsayan; batıda ise Kanada'yı yanına çekmeyi ve Grönland'ı ABD etkisinden uzak tutmayı hedefleyen bir jeopolitik çerçeve tartışılıyor. Türkiye ise, bu denklemde stratejik ortak olarak konumlandırılıyor; ancak tam üyelik perspektifi, bir 'akıl tutulması' olarak, bilinçli biçimde dışarıda tutuluyor. Avrupa'nın bu iddialı stratejik çerçevesinin arkasında yeterli siyasi irade ve toplumsal mutabakat olup olmadığı da belirsiz.
Zira, AB'nin kendi iç dengeleri de ciddi biçimde sarsılmış durumda. Almanya ve Fransa artan ekonomik ve siyasi sorunlarla boğuşuyor; neoliberal demokrat merkez itibar kaybı yaşıyor. Yükselen yeni sağ hareket, Brüksel merkezli karar alma süreçlerine giderek daha yüksek sesle itiraz ediyor. Avrupa savunması hala büyük ölçüde ABD'ye bağımlıyken, stratejik özerklik iddiası söylem düzeyinde kalıyor. Avrupa, ABD'siz bir Batı tahayyül ediyor; ancak bu tahayyülün bedelini ödemeye hazır görünmüyor.
ABD için Avrupa artık öncelik değil. Avrupa için ise, ABD artık güvenilir bir ortak değil. Eski 'Batı' tarih oldu. Bu yeni dönemde mesele, Batı'yı kurtarmak değil; Batı sonrası dünyanın dinamiklerini doğru okumak. ABD ile Avrupa arasındaki ayrışma geçici bir taktik farklılık değil, yapısal bir yön değişiminin sonucu. Ortaya çıkan tablo, tek merkezli bir dünyanın çöküşünü değil; çok merkezli, geçici ittifaklara dayalı ve daha sert bir küresel rekabet döneminin başlangıcını işaret ediyor. 21. yüzyıl, Batı'nın değil; Batı'nın ardından şekillenen güç dengelerinin yüzyılı olacak gibi görünüyor.