Türkiye'nin en iyi haber sitesi
FERHAT ÜNLÜ

Medikal mazimizin mikro röntgeni

Rahmetli babamın, ben doğmadan takriben bir buçuk yıl önce, 15 Mayıs 1974 tarihinde 57 yaşındayken vefat eden annesi Nazmiye Ünlü, Adana'nın Yahşiler Köyü'nün (Şimdi Yüreğir'e bağlı bir mahalle oldu) tepelerinden getirdiği asbest ile köydeki evlerinin duvarlarını sıvarmış. Kendisine "Sıvayı niye kireçle yapmıyorsun?" diyen çocuklarına ve gelinlerine ise "Bu, mis gibi toprak kokuyor guzum" dermiş.

Merhume, şimdiki kuşakların Vikipedia'dan kolayca erişebileceği bir bilgi olan "Asbest lifli yapıda kanserojen bir mineraldir" malumatından o dönemde eşyanın tabiatı gereği bihaber olduğu için asbest yüzünden Akciğer Kanseri oldu ve bu vesileyle ebediyete göçtü.

Şimdi dünyayı kasıp kavuran akciğer hastalığı Korona'nın değil, ama Tüberküloz ve Akciğer Kanseri gibi solunum yolu hastalıklarının yaygın olduğu o dönem Türkiyesi'nde kimse asbestin kansere yol açtığını bilmiyordu. Bu bilimsel gerçek; yalnızca Türkiye'de değil, dünyada da henüz keşfedilmemişti.

Tam da babaannemin asbest yüzünden vefat ettiği sene Diyarbakır'da azimli bir tabip, kelimenin medikal değil, mecazi anlamıyla hummalı (hararetli) bir çalışmayla o güne dek bilinmeyen bir şifreyi çözdü. Tıpkı Adana'nın Yumurtalık ilçesinin köylerindeki gibi Diyarbakır'ın Çermik, Çüngüş ve Ergani ilçeleri ile Elazığ'ın Maden ve Urfa'nın Siverek ilçesi köylerinde görülen yoğun kanser vakalarının gizemini çözmek üzere yapılan bir saha araştırmasının sonucuydu bu ilginç keşif.

Sonradan Diyarbakır Üniversitesi'nin (Dicle Üniversitesi'nin eski adı) rektörü olacak bu doktorun adı Selahattin Yazıcıoğlu idi. Yazıcıoğlu, Çermik köylerinde 1973-1974 arasında yaptığı saha araştırmaları sonucunda asbestle fazla hemhal olan köylülerin bu yüzden kanser olduğunu buldu. Ve sonra da bunu tüm dünyaya duyuran bir İngilizce makale yayınladı. Behçet Hastalığı namıyla bilinen hastalığı; 1924'te saptayıp, 1936'da araştırmasını yayınlayan Türk dermatolog ve bilim adamı Hulusi Behçet'in tıbbi keşfi kadar önemli bir keşifti bu.

Yazıcıoğlu, bu keşif uğruna Çermik köylerinde yalnızca insanların değil, asbest yüklü heybeleri taşıyan eşeklerin ciğerinin bile röntgenini çekti ve onlarda da kanser bulguları olduğunu buldu. Esaslı bir hikâye, değil mi? Birazdan tekrar döneceğiz bu hikâyeye.

AŞI YÜZÜNDEN YARGILANAN TABİP

1930'lardan bu tarafa Türkiye'nin medikal mazisinin bir kesitinin mikro röntgenini çekeceğimiz bu haftaki Üç Boyutlu Portre'ye birbirine bağladığımız iki öyküden oluşan uzun bir girizgâhla başladık. Biraz daha geriden alarak devam edelim. Zira Türkiye tıbbının mazisinin röntgenini, bulaşıcı hastalıklarla savaşlarda öncülük etmiş Ordinaryüs Profesör Tevfik Salim Sağlam'dan (1882-1963) söz etmeksizin çekmek imkânsız.

Sağlam'ın hayatıyla ilgili -Vikipedia'dan erişilemeyecek- bilgileri Prof. Dr. Nusret H. Fişek'in el yazmasından alıntılarla bu yazıda paylaşalım:

Tevfik Sağlam, 1903 yılında Askeri Tıbbiye Mektebi'nden asker yüzbaşı olarak mezun oldu. 1912 yılından itibaren Osmanlı ordusunda sağlık hizmetleri vermeye başladı. Balkan Harbi'nde Selanik Redif Fırkası'nda, Şark Orduları'nda, Rusçuk'ta ve Erzurum-Sarıkamış harekâtında görev yaptı. İstiklal Savaşı yıllarında Mustafa Kemal'in medikal kurmaylarından biri, hatta birincisi oldu, Cumhuriyet kurulduktan sonra da bulaşıcı hastalıklarla savaşlarda en ön cephede yer aldı.

Sağlam'ın iç hastalıkları bölümünde laboratuvar şefi olarak başlayan meslek hayatı, onu bulaşıcı hastalıklar konusunda duyarlı kıldı. Savaşın kötü koşullarında tifo ile mücadele ederken (Sarıkamış'ta Şark Orduları Sıhhiye Müfettişliği yapıyordu) kendisi de tifoya yakalandı. Oradayken lekeli tifoya karşı, bir hastadan alınan kanı defibrine ettikten sonra, bir saat süreyle 56 derece sıcaklıkta tutarak hazırladığı aşıyı, gönüllü beş ere ve dört subaya uyguladı ve böylelikle onların hayatını kurtardı. Ardından aşı, diğer tifolu ordu mensuplarına tatbik edildi.

Sağlam, bu özgün çalışmasıyla takdir görmesi gerekirken kimi meslektaşlarının şikâyetleri üzerine 'Divan-ı Harbe' verildi. Bu yüzden 1918 yılında Nemrut Mustafa Paşa Divanı'nda yargılandı. (Buyur burdan yak!) Neyse ki beraat etti.

VEREMLE SAVAŞA ÖNCÜLÜK ETTİ

Tevfik Sağlam, binlerce kişinin ölümüne neden olan kolera salgını 1916 yılında ülkemizde görülmeye başlandığında bu salgınla savaş için Erzurum ve Trabzon'a gitti. Oradaki hizmetleriyle 'Harp Madalyası' aldı. 1919 yılında, İstanbul'da, Sağlık Müdürlüğü'nde kurulan Veba Komisyonu'nda veba salgını ile mücadele etti.

Sağlam, Cumhuriyet'in ilk yıllarında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de pek çok can alan Tüberküloz Salgını'yla savaşa da öncülük etmiş bir zat. 1927'de İstanbul Verem Savaş Derneği'nin kuruluşunu gerçekleştirdi. Mustafa Kemal Atatürk'ün desteğiyle 1930 yılında, Sağlık Bakanlığı'nın ürettiği BCG aşısını İstanbul'da uygulattı.

Veremden ölümler, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, hem dünyada ve hem de Türkiye'de çok artmıştı. Sağlam, 1948'de verem savaş derneklerine gelir sağlayan 2537 sayılı yasanın çıkarılmasını sağladı. Böylece belediyelerin eğlence gelirlerinden aldıkları verginin yüzde 10'u veremle savaş derneklerine verilmeye başlanır oldu.

Türkiye'deki Verem Savaş Derneği'nin başarıları üzerine şimdinin işlevsiz kuruluşu Dünya Sağlık Örgütü, Yakın ve Ortadoğu Uluslararası Verem Savaşı Merkezi'ni Türkiye'de kurmaya karar verdi. Kurulan merkezin başına Tevfik Sağlam getirildi. Bu yapı; Beyrut, Şam ve Kahire'de Veremle mücadele merkezleri kurdu. Sağlam, bu arada 1959 yılında Uluslararası Verem Savaşı Birliği'ne başkan seçildi.

BEHÇET HASTALIĞI'NIN KÂŞİFİ

Türkiye'nin medikal mazisinin önemli kurmaylarından Hulusi Behçet'le devam edelim: Dermatoloji üzerine ihtisas sahibi olan Hulusi Behçet, Türk akademisinde profesör unvanını alan ilk kişi.

20 Şubat 1889'da İstanbul'da doğdu. Birinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1914 senesinde Kırklareli Askeri Hastanesi başhekim muavinliğine tayin edildi.

Cumhuriyet kurulduktan sonra Soyadı Kanunu'yla Atatürk'ün arkadaşlarından olan babası Ahmet Behçet'in ikinci adını, soyadı olarak aldı.

Yirmi bir, yedi ve üç yıl takip ettiği üç hastada ağız ve genital bölgede aftöz belirtiler, gözde de çeşitli bulgularla kendini gösteren yeni bir hastalık keşfetti. Bu keşfini 1937'de 'Dermatologische Wochenschrift' adlı dergide yazdı ve aynı yıl Paris'te dermatoloji toplantısında sundu.

Zürih Tıp Fakültesi'nden Prof. Mischner'in, 1947'de Uluslararası Cenevre Tıp Kongresi'nde yaptığı bir öneriyle Hulusi Behçet'in buluşu 'Morbus Behçet' olarak adlandırıldı. Böylece Behçet Hastalığı'nın keşfi kabul edilmiş oldu.

NAZİLERDEN KAÇIP TÜRKİYE'YE SIĞINAN BİLİM ADAMLARI

Nazi zulmünden kaçıp Türkiye'ye sığınan ve Türk medikal mazisinde derin iz bırakacak katkılar sağladıktan sonra Türk vatandaşı olmuş Erich Frank adlı bir Musevi'nin (anne tarafından) hikâyesiyle devam edelim.

Frank'in biyografisini de yine Vikipedia dışı özgün bir kaynaktan -Prof. Dr. Orhan Nuri Ulutin'in makalesinden- alıntılarla anlatalım:

Erich Frank 28 Haziran 1884 tarihinde Berlin'de doğdu. 1913'te doçent, 1919'da profesör ve 1925'te ordinaryüs profesör oldu. Frank; 'Esansiyel Trombositopeni'yi, yani kemik iliğinde trombosit ana hücrelerinde, kan sayımında ise trombositlerde artış ile kendini gösteren karakterize hastalığı 1915'te ilk tanımlayan bilim adamı.

Hitler'in iktidara gelmesiyle Musevilere yapılan baskılar neticesinde Albert Einstein, Paris'ten Atatürk'e bir mektup yazdı ve çok iyi yetişmiş bazı bilim adamlarının Türkiye'ye kabul edilmesi ricasında bulundu. (17 Eylül 1933 tarihli bu mektupta imzası olmasına rağmen mektubu kaleme alanın Einstein olmadığı söylenir. Özel sekreterinin açıkladığına göre Albert Einstein 17 Eylül'ü kapsayan 10 gün boyunca Paris'te değildi. Ama OSE antetli boş kâğıtlara imzalar atmış, gerektiğinde kullanılması için OSE yönetimine bırakmıştı.)

Einstein'in talebiyle Türkiye'ye gönderilen bilim adamlarından biri olan Erich Frank,

1934 ağustosunda İstanbul'a geldi. İlk görev yeri Aşağı Vakıf Guraba Hastanesi'ydi. Sonradan hastane içindeki kliniğin başına getirilerek Tevfik Sağlam'ın halefi oldu.

Frank çok başarılı bir hekimdi. Öyle ki, onunla rekabet etmekte zorlanan bazı meslektaşları, Frank için alaycı bir şekilde "Bizim de cebimizde birkaç frank (Fransız parası) var canım" diyorlardı. O dönemde 'sığınmacı profesörler' bazı hocalar ve hatta öğrenciler tarafından 'persona non grata' (istenmeyen kişi) ilan ediliyor, hatta emeklilik hakkı alamıyorlardı. Frank değil ama bazıları bu yüzden ABD'ye gitti.

1941 yılında Alman Medeni Kanunu'nda yapılan değişiklikle Almanya dışındaki tüm diaspora Musevileri Alman vatandaşlığından çıkarıldı. Böylece 'vatansız' durumuna düştüler. Frank işte bu süreçte Türk vatandaşlığına geçti.

Akademideki kulis ve baskılara direndiği dönemlerde Frank şöyle diyordu:

"Yurdumdan atılmış olmanın şaşkınlığına uğradığım günlerde bütün dünya kapılarını kapattığında, yalnızca ve yalnız Türkiye kollarını açarak beni bağrına bastı. Burası benim vatanımdır. Ayrılarak nimetlerine küfranda bulunamam. Burada kalacak ve bu kutlu topraklara karışacağım."

Bunları diyen Frank, sonradan Türk vatandaşlığına kabul edilmiş olsa da bazı işlemleri tamamlanamadığı için ölene dek kimlik alamadı. 13 Şubat 1957'de İstanbul'da vefat edince İstanbul Valisi Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, Başbakan Adnan Menderes'i aradı. Bu görüşme sonrasında Frank'e acilen bir 'kafa kâğıdı' çıkarıldı. Frank, TC vatandaşı olarak Rumeli Hisarı'nda Aşiyan Mezarlığı'na defnedildi.

Nazi zulmünden Türkiye'ye kaçıp gelen tıpçılardan biri de Ordinaryüs Prof. Dr. Philipp Schwartz (1894-1978) idi. Scwartz, 1894 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırlarında yer alan Banat'ta doğdu. 1926'da doçent, 1927'de ise profesör oldu. 1933'te Musevi asıllı olduğu için uğradığı baskılardan kaçarak İsviçre'nin Zürih şehrine iltica etti. Aynı yıl Türkiye'ye gelerek İstanbul Üniversitesi'nde Patoloji Bölüm Başkanlığı yapmaya başladı. Ardından Patolojik Anatomi Enstitüsü'nü kurdu. 1948'de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı da oldu. Ancak Schwart, Frank'ten farklı olarak 1952'de ABD'ye gitti. 1977'de öldü ve Zürih'te defnedildi.

BABASINI VEREMLE SAVAŞTA KAYBEDİNCE 'TIP ORDUSU'NA KATILDI

Türk medikal tarihinde iz bırakmış bir diğer bilim adamı ise Prof. Dr. Selahattin Yazıcıoğlu. Yazıcoğlu'nun biyografisini de kardiyoloji doçenti olan oğlu

Mehmet Vefik Yazıcıoğlu'dan aldığım bilgilerle derledim:

Göğüs hastalıkları uzmanı profesör Selahattin Yazıcıoğlu 14 Nisan 1921 Diyarbakır doğumlu. Diyarbakır İstinaf Mahkemesi Başkâtibi olan babası Mustafa Şevki Yazıcıoğlu, Selahattin Yazıcıoğlu henüz bir yaşındayken tüberküloz illetinden vefat etti. Selahattin Yazıcıoğlu, Bursa Askeri Lisesinde öğrenci olan ağabeyi Rıza Yazıcıoğlu'nu dizanteriden kaybettiğinde ise henüz 13 yaşındaydı. Bu iki kayıp onda derin izler bıraktı. (Çeşitli vesilelerle söylüyoruz, yalnızca trajik olan iz bırakır.) Ve Selahattin Yazıcıoğlu bir tıpçı olup ömrünü verem başta olmak üzere bulaşıcı hastalıklarla savaşa adamaya karar verdi.

1940 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğrenimine başladı. (Bu dönemde kendisi de verem hastalığına yakalandı, ama iyileşti.) Dönemin hocaları Prof. Dr. Tevfik Sağlam, Prof. Dr. Hulusi Behçet ve Prof. Dr. Erich Frank'ten dersler aldı. 1945'te Diyarbakır'da Sıtma Savaş Olağanüstü Hekimi olarak ilk görevine başladı. Sıtma vektörü 'anofel' ile mücadelede o dönemde kullanılan bir insektisit olan DDT'nin dağıtımı ve kullanımını sağlayarak bölgedeki sıtma vakalarını azaltmayı başardı.

1946'da Diyarbakır Merkez Belediye Başhekimi oldu. Bu dönemde bölgede yaygın bir ölüm nedeni olan akrep sokmalarına karşı, akrep başına ücret ödeme şeklinde bir kampanya düzenleyerek vatandaşların kendi yaşam alanlarından akrep toplamasını sağladı ve bu sayede bölgedeki akrep sokması vakalarını da azalttı. Toplanan akreplerin de Hıfzıssıhha'ya akrep serumu olarak geri dönüşümünü sağladı.

1949 yılında Tevfik Sağlam'ın desteğiyle Diyarbakır Verem Savaş Derneği'nin kurucu üyeleri arasında yer aldı ve 1977'ye kadar bu derneğin yönetim kurulu başkanlığını yaptı. 1953'te Adana Seyhan'da sıtma savaş hekimi olarak hizmet verdi. Aynı yıl İzmir Tepecik Göğüs Hastalıkları Hastanesi'nde bulaşıcı hastalıklar ve göğüs hastalıkları eğitimi almaya başladı. 1956'da Göğüs Hastalıkları Mütehassısı olarak mezun oldu.

Yazıcıoğlu, 1960'da Diyarbakır'da bir üniversite kurulması için on arkadaşı ile birlikte Ziya Gökalp Üniversitesi Gerçekleştirme Derneği'ni kurdu. 1962'de Diyarbakır Göğüs Hastalıkları Hastanesi Başhekimliği'ne atandı.

1964'de, Diyarbakır'da açılacak üniversiteye çekirdek teşkil edecek şekilde, Tıp Fakültesi'nin açılmasına Milli Eğitim Bakanlığı'nca onay verildi. 1974'te Diyarbakır Üniversitesi özerk olarak kuruldu. Selahattin Yazıcoğlu da 1979'da profesör oldu ve 1980'de Diyarbakır Üniversitesi Rektörlüğü'ne seçildi. Aynı yıl Uğur Mumcu'nun kitle haberleşme, Oktay Rıfat'ın edebiyat kategorisinde ödül aldığı Sedat Semavi Ödülü'nü sağlık dalında aldı.

Bu ödülü almasına vesile olan araştırmayı 1973-74 yıllarında yapmıştı. Diyarbakır'ın Çermik ilçesi ve çevresinde sık görülen akciğer zarı kireçlenmelerinin sebebini bulmak için iki yılda tam 22 bin 239 kişiyi mikrofilm taramasından geçirdi. Bu süreçte MTA'ya analiz için Çermik'ten toprak örnekleri gönderdi, ama sonuç alamadı. Bir tesadüf eseri Çermik'in bazı dükkânlarında topak halde bir beyaz kitlenin satıldığını gördü. Bu maddeye Çermik'te aksıva denildiğini, bu maddenin kireç gibi bir şey olduğunu, evlerde sıva ve badana işlerinde kullanıldığını öğrendi. Aldığı numuneyi tahlil için birkaç laboratuvara gönderdi. MTA enstitüsünden gelen rapor ile bu beyaz maddenin asbest olduğu kanıtlandı.

Amyant adıyla da bilinen asbest, ilisyumun sodyum, demir, magnezyum ve kalsiyumla oluşturduğu ısıya, aşınmaya ve kimyasal maddelere çok dayanıklı mineral yapıda bir maddeydi. Halk arasında ak toprak, çorak toprak, gök toprak, çelpek, höllük gibi isimlerle de biliniyordu. (Babaannemin mis gibi toprak kokuyor dediği asbeste 'toprak'lı isimler verilmesi boşuna değil.)

KIYIDA KÖŞEDE KALMIŞ ÖYKÜLER

Selahattin Yazıcoğlu'nun asbestin kansere yol açtığını ilk kez ortaya koyan makalesi 1 Temmuz 1976'da ABD'nin prestijli bilim dergisi Chest'te 'Association Between Malignant Tumors of the Lungs and Pleura and Asbestosis' (Akciğerlerdeki Habis Tümörler ve Akciğer Zarı ile Asbestosiz Arasındaki İlişki) başlığıyla yayınlandı. Bu makalenin devamı niteliğindeki diğer makalesi de 1 Ocak 1978'de yine Chest Dergisi'nde yayınlandı.

Türkiye'de yayınlanan bir gazetenin 15 Aralık 1980 tarihli sayısındaki bir haberde Yazıcıoğlu için şöyle deniliyor:

"Diyarbakır ve çevresinde yaşayan on binlerce insan halk dilinde Çermik Hastalığı diye bilinen hastalığa bir daha yakalanmayacak. Diyarbakır Üniversitesi Rektörü Selahattin Yazıcıoğlu, ödül kazandığı asbestozis araştırması ile Çermik Hastalığı maskesine bürünmüş (Covid-19'da insanlar maskeye büründü, gazetenin haberine göre burada ise hastalık maskeye bürünmüş!) Akciğer Kanseri'ne yol açan toplu asbestozis vakalarının nedenini saptadı."

Selahattin Yazıcıoğlu'nun 4'ü yurtdışında 54'ü yerli tıp dergilerinde olmak 58 makalesi yayınlanmış. Ayrıca Tüberküloz-Teşhis ve Tedavi isimli kitabı ile Asbest ve Kanser isimli derleme kitabı da var.

Türkiye'ye büyük hizmetlerde bulunmuş tıpçılarımızın hepsinin öyküsünü yazmaya elbette imkânımız yok. Ancak birkaçının isimlerini analım:

Prof. Dr. Servet Bilir: Çocuk doktoru. Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nin kurucu rektörü. Yassıada'da Adnan Menderes'le hapis yattı. 1997'de öldü.

Prof. Dr. Faruk Nemlioğlu: Dermatolog. Hulusi Behçet'in asistanı, İstanbul Üniversitesi Dermatoloji bölümü kürsüsü başkanı. 2005'te öldü.

Prof. Dr. Mahmut Fevzi Renda: Türkiye'de ilk nükleer tıp birimini Ankara Üniversitesi'nde kuran kişi. 2005'te öldü.

Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş: Dâhiliye mütehassısı. İlim Yayma Cemiyeti'nin kurucularından. Ve Numan Kurtulmuş'un babası. 1986 yılında vefat etti.

Dr. Orhan Asena: Çocuk hastalıkları hekimi ve yazar. Hürrem Sultan başta olmak üzere birçok meşhur tiyatro eserinin yazarı. 2001'de öldü.

Dr. Cemal Özkan: Şarköy'ün meşhur doktoru ve manevi babası. Yöre halkı onu öyle benimsemiş ki, Şarköy'ün merkezine köpeği ile beraber doktorun heykelini dikmişler. Özkan, 1998'de öldü.

KENDİSİ DE VEREM OLMUŞ

Selahattin Yazıcıoğlu'nun hikâyesini toparlayarak yazıyı bitirelim:

Yazıcıoğlu, New York Mount Sinai Üniversitesi'nden kürsü kurma teklifi aldı, ancak ülkesinden gitmek istemediği için bu teklifi reddetmiş bir isim. 1992 yılında bir gazeteye verdiği röportajda kendi akciğer röntgeninde bir lezyonun varlığından bahsetti. Bu lezyonun asbest ile ilgili saha çalışmaları sırasında oluşmuş olabileceğini söyledi. Oğlu Mehmet Vefik Yazıcıoğlu'na göre ise bu lezyon üniversitedeyken geçirdiği tüberkülozun lekesiydi.

Gazete ise 'Asbestin kansere yol açtığını bulan Türk doktoru kansere yakalandı' diye haberi manşet yaptı. Selahattin Yazıcıoğlu, 1 Nisan 2002'de vefat etti. Ancak bir bulaşıcı hastalık veya kanserden değil… Verem'den ölen babası ve Dizanteri'nden ölen abisi gibi bulaşıcı hastalıktan ya da asbestin yol açtığı Akciğer Kanseri'nden ötürü değil, beyin kanamasından ölmesi anlamlı bir mukadderat cilvesidir.

Tevfik Sağlam, Hulusi Behçet, Selahattin Yazıcıoğlu gibi Türk bilim adamlarını ve ülkemize gönül vermiş Erich Frank ve Philipp Schwartz gibi tıpçıları herkesin daha yakından tanıması gerekiyor. Türkiye'nin medikal mazisinin mikro röntgenini çektiğimiz bu yazının başat amacı buydu. Zira kıyıda, köşede kalmış bu medikal hayat öykülerinin bilinmesine en çok da içinde bulunduğumuz şu Korona günlerinde ihtiyaç var.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA