Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Televizyondan kan içmek

Televizyonlar ölüm kusuyor.
Günün hangi saatinde karşısına geçsem mağara kapısı gibi açtığı ağzı kıpkırmızı kan içinde bir aslan yerde oturmuş bir hayvanı parçalamakla meşgul. İsteyene daha beter sahneler de var. Önde bir dizi zavallı hayvan koşuyor, nefes nefese, canavar gibi bir aslan arkalarında. Nihayet üç beş, aslan üstüne atlıyor, feryatlar, toz duman, çırpınma arasında zavallıyı boğazlıyorlar. Bu sözcük, boğazlamak, rastgele kullanılmıyor. 'Büyük kediler' hayvanları öyle parçalayarak öldürmüyor, boğarak canından ediyor. Bunu da boğazını ısırarak yapıyor. Kısacası, 'ormanların kralı'nın daima galip, bütün diğer mahlukatın aciz, çaresiz, imkansız kaldığı 'belgeseller' gece gündüz üstümüze yağıyor.
Bu filmlerin bir mantığı var. Güçlünün yaşadığı, zalimin ayakta kaldığı, zayıf olanın ortadan kalktığı bir düzen karşısındayız. Darwin kuramının neredeyse doğrulanışını izliyoruz her gün. İnsan içinden, bir defacık olsun mazlumların galip geldiği, hiç değilse canını kurtardığı bir örnek yok mudur diyor.
Vardır elbette ama göstermezler. Çünkü, belgesel denen bu türün örnekleri, öyle sanıldığı gibi masum, nötr çalışmalar değildir. Her belgeselin ardında bir ideoloji vardır. O ideoloji belgeselin sübjektif yanını tayin eder. Yani, belgeselle adeta özdeşleşen o nesnellik iddiası sadece bir laf, bir avuntudur. Hangi alanda olursa olsun belgeseller bu yetersizliği veya sorunu ya da özelliği barındırırlar.
Gerçekten de Darwinci, daha doğrusu kaba Darwinci bir mantığı izleyene aktarmak maksadını güder. Buna göre doğa acımasızdır. Kendine göre bir mantığa sahiptir. Öldürmek o yapının doğal bir sonucudur. Zaten büyük kedilerin başka bir marifeti yoktur. Doğa onları ölüm makinaları olarak yarattığı için, varlık nedenleri, zayıfların ayıklanmasını sağlamak, türü çürük, bozuk, yetersiz örneklerinden arındırmaktır.
Siyasal veya ekonomik, ikisinin kesişim çizgisinde söylersem ekonomi politik planda, neredeyse dışına çıkılmaz bir biçimde bizi kuşatan neo-liberal ekonomiler de bu anlayışı savunur. 1980'lerin meşhur filmi Wall Street'i hatırlayan var mıdır bilmem. Borsacı Gordon Gekko bar bar bağırır o filmde, 'aç gözlülük iyidir...' diye. O gün bu gündür, bu ekonomik anlayış insanlara ayakta kalmak, güçlenmek için kimsenin göz yaşına bakmamaları gerektiğini anlatır durur. Ölen ölsün, kalan sağlar kapitalizmindir.
Uzun sözün kısası, kapitalizmin en vahşi hali, televizyonlarda, hayvan belgeselleri görüntüsü altında/içinde beynimize kazınıyor. Zaten, bugünün kapitalizmine de vahşi kapitalizm deniyor. Ama ben şimdi işin başka bir boyutuna geçmek istiyorum.
Hayvan belgesellerinin merak uyandıran bir yanı var elbette. Bu da son derecede doğal. İnsan bildiği fakat görmediği şeyleri merak eden bir varlık.
Onun bir uzantısı olarak da ölümü merak ediyor. Hayattaki en büyük sorununun ölüm olduğunu biliyor. İnsan öleceğini bilerek, ölümünü planlayarak, ölümünü törenselleştirerek yaşayan tek varlık, çünkü. Onunla da kalmıyor, ölülerini toprağa veriyor. Bunu yaptığı ilk günden beri hafızasına yeni bir derinlik kazandırdı insan. Ölülerinin mezarlarını ziyaret ediyor, onları anıyor ve onlarla iç içe yaşıyor. Böylece zamana ve ölüme de, onları ne derecede kabul ederse etsin, meydan okuyor.
Fakat bunların hiçbiri insanı öldürme huyundan vazgeçirmiyor. Aksine, öldürdükçe öldürüyor insan.
Savaşlarla, kavgalarla, cinayetlerle öldürüyor. Bir de ölüme mahkum ettikleri var. Sömürünün başka bir manası olamaz, bir kişiyi veya toplumu yavaş yavaş ölüme mahkum etmekten başka. Cinayet, romanlarıyla, filmleriyle, hatta televizyon haberleriyle gündelik, sıradan, ucuz ve yoksul hayatlarımızın baş tacı. Yetmiyor; bu defa atalarımızın kanlı savaşlarıyla övünüyoruz. Yetmiyor; doğayı öldürüyoruz.
O zaman gelin itiraf edelim: hayvan belgesellerine bakmıyoruz, zaten onlar da neredeyse hayvanlar aleminin ayrıntılarıyla ilgili hiçbir şey göstermiyor. Biz ölüm, kan ve cinayet istiyoruz, belgeseller de onu verdikçe veriyor. Alan razı satan razı değil mi?
Yeni bir anlayış ve nesil yetişiyor. Bu nesil, dikkat edin, 'ben' diyerek konuşuyor. Emir kipiyle hitap ediyor etrafa. 'İstiyorum' diyor mesela.
Oysa biz 'isterim' derdik. Bir de 'isteyebilir miyim' vardı. Hepsi bitti, o buyrukçu tavır, tutum, dil hepimizi teslim aldı. Bu nesil kapitalizmin bağrında yetişiyor, 'vahşi kapitalizmin'. Öldürmeyi, yok etmeyi, kendi yaşamını her şeyin üstünde görmeyi biliyor. Biliyor ne kelime bunu şiar ediniyor. Hani Anadolu'da bir söz vardır, 'dünya yansın onun bir tutam otu yanmasın' derler. Tam da bu!
Hal böyle olunca, neden televizyonların kan kustuğunu, neden insanların televizyonlardan kan içtiğini anlamak mümkün. Her gece, her gün oralarda iman tazeleyen, zayıfı, mazlumu, mağduru yok etmeye, kendi çıkarını korumak için elinden geleni yapmaya ant içiyor. Jack London'un Vahşetin Çağrısı diye bir roman adı vardır; tam da o: vahşetin çağrısına, hatta iğvasına, ifsadına, ifnasına kanıyor insanlar kan revan televizyonlarda.
Bir de bu filmler daha fazla 'dini hassasiyeti olan' kanallarda yayınlanmıyor mu, çıldırmamak işten değil...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA