Dedemi hiç görmedim. Ben doğmadan ölmüş. Yemen'de askermiş. Osmanlı askeri. Annemden onun hatıralarını dinleyerek büyüdüm. İlk mektep yolunda hep hüzünlendim elimde çantayla. "Bakın çantasında acep nesi var? Bir çift kundurayla bir de fesi var" nağmesi dökülürdü dudaklarıma okul yolunda. "Yemen, dedem ve çanta" hep özdeşti körpe zihnimde.
Ama ilkokul bilgilerim bende dedemin askeri olduğu Osmanlı hakkında pek olumlu izler bırakmadı. Annemin dedem için anlattıklarından farklıydı bu izler. Üniversitedeki hocalarımdan birisi ise: "Oğlum, biz adam gördük; siz ancak adam görenleri gördünüz!" derdi. "Adam"dan kastı Osmanlı idi.
Yıllar sonra uçaktayım. İstanbul-Londra hattında. Balkanlar üzerindeyim. Aşağıya bakıyorum. Ovaya sicim gibi yayılmış Tuna nehri. Heyecanlanıyorum. Belki de gurbete gitme duygusuyla milliyetçilik damarım kabarıyor. Gazi Osman Paşa'yı hatırlıyorum. "Şimdi uçakla ancak gelebildiğimiz yerlere dedelerimiz at sırtında gelmiş" diye mırıldanıyorum. Tabii "Şanı büyük Osman Paşa Plevne'den çıkmam diyor" nameleriyle birlikte.
"Acaba dedelerimiz buralara kadar geldiler de emperyalist mi oldular?" diye geçiriyorum içimden. Ama bir arkadaşımın anlattıklarını hatırlıyorum hemen. Bir Arap'la konuşuyormuş bu arkadaşım. Tabii ki anlaşabilmek için konuştukları dil İngilizce. Arap, "Osmanlı emperyalistti, bizi sömürdü!" demiş. Bunun üzerine arkadaşım İngilizce konuşmaktan vazgeçerek Türkçe konuşmaya başlamış. Arap şaşırmış. "Ne dediğini anlamıyorum, niye Türkçe konuşuyorsun?" deyince cevabını almış: "Eğer Osmanlı emperyalist olsaydı sen beni anlardın, Türkçe konuşurdun. Emperyalist olan, seni İngilizce konuşturanlar, Osmanlı değil!"
Ben, Yugoslavya Federasyonu dağılıp da Müslümanlara yönelik katliamlar başlayıncaya kadar Bosna diye bir yer olduğunu ve orada Müslümanların yaşadığını bilmiyordum. Oysa ben, dedemin yaşadığı yıllarda oralara hükmeden bir milletin evladıydım. Misak-ı Milli'nin ötesini, o sınırlara hapsedildikten 70 küsur yıl sonra ancak kavrayabilmek ne acı...
Mostar Köprüsü'nü, Hicaz Demiryolu'nu, Zigetvar Kalesi'ni, Yemen illerini bilmemek ne acı...
Osmanlı'ya bakarken zihinlerimizde bir yanılgı var. Daha doğrusu, psikolojik bir zihin kopukluğu. Bize Osmanlı ile kendimizi farklı gösteren bir kopukluk. Osmanlı hakkında konuşurken sanki üçüncü dereceden akrabamız olan birileri üzerine laflıyormuşuz, sanki onlar bizim dedelerimiz değilmiş hissini veren bir yarıklık, bir psikoz bu. Ama artık bu psikoz tedavi sürecine girmiş görünüyor... Sovyetler ve Yugoslavya Federasyonu'nun dağılmasıyla Orta Asya ve Balkanlar'daki mirasımızla tanışan dünün bazı Osmanlı düşmanları bile bugün artık Osmanlı sempatizanı olarak karşımızdalar.
Kültür, maziyle bağlantısı oranında güçlüdür. Oysa bugün biz dedelerimizin kitaplarını okuyup anlamaktan yoksunuz. Bir İngiliz, Shakespeare'in eserleriyle, William Blake'in ilahileriyle ne kadar tanışıksa; bir Alman Goethe'ye ne kadar yakınsa; biz Fuzûli'ye, Dede Efendi'ye o kadar uzağız. Mimar Sinan'ın Selimiye'si bugün bizim için ancak bir hayranlık vesilesi, hatta birçoğumuz için turistik bir mekân.
Yakın geçmişiyle bağları koparma oranının bu kadar yüksek olduğu bir başka ülke var mıdır acaba? İngiliz sosyalistleri her fırsatta Amerikan emperyalizmi aleyhinde kampanya yürütürler, miting düzenlerler. Körfez Savaşı sırasında ABD'nin emperyalist emeller uğruna bu savaşı gerçekleştirdiğini söyleyenler, "ABD körfezden defol!" sloganını üretenler İngiliz sosyalistleridir. Ama aynı sosyalistler, emperyalizmin öncülerinin kendi dedeleri olduğunu, Avustralya'dan Afrika'ya kadar emperyalist bir ağ ördüklerini kabul etmezler. Çünkü bilirler, dedeleridir kimliklerini anlamlandıran.
Bir de biz bilebilsek, Cumhuriyetin Osmanlı olduğunu... Cumhuriyeti kabul etmenin Osmanlıyı reddetmeyi gerektirmediğini, tarihten ve kültürden bağımsız bir kimlik olamayacağını!..