2025'ten 2026'ya geçiş, Türk dış politikasının bir "eşik yönetimi" dönemine girdiğini gösteriyor. Bu durumu, yakın çevrede krizlerin süreklileştiği, büyük güç rekabetinin coğrafi ve sektörel olarak genişlediği, ekonomik-kurumsal kapasite ile jeopolitik iddialar arasındaki uyum ihtiyacının daha görünür hale geldiği bir geçiş olarak tanımlamak mümkün.
Türkiye bu dönemde tek bir stratejik eksene yaslanmaktan ziyade, dosyaya göre değişen, çok hatlı ve kriz yönetimi ağırlıklı bir diplomasi çizgisini derinleştirmeye çalışıyor. 2026'ya girerken temel mesele, bu esnekliğin bir stratejik avantaja dönüşüp dönüşmeyeceği ya da dosyalar arası gerilimlerin ve maliyetlerin birikerek hareket alanını daraltıp daraltmayacağıdır. Bu çerçevede 2025'in genel eğilimi, Türkiye'nin her zamankinden daha fazla stratejik otonomi iddiasını korumaya çalışırken aynı anda NATO bağlamındaki konumunu işlevsel tutma ve bölgesel güvenlik kuşağını tahkim etme hedeflerini birlikte yürütmeye dönük olmuştur. Öte yandan 2025 birçok boyutta yaşanan çok boyutlu gerilimler, çatışma ve sınırlamalardan Türkiye'nin dersler çıkardığı bir yıl oldu. 2026 söz konusu gerilim hatları, olası çatışma dinamikleri ve sınırlamaların test edildiği ve Türkiye'nin stratejik otonomisini daha çok test eden bir yıl olabilir.
Gerilimi artan dünya siyaseti
Dünya siyasetinin 2025'ten 2026'ya doğru genel görünümü, dört ana dinamiğin sertleştiği bir tabloya işaret ediyor. Birincisi, büyük güç rekabetinin "alan genişlemesi" yaşaması: Rekabet yalnızca askeri dengeler üzerinden değil; teknoloji kısıtlamaları, tedarik zincirleri, kritik ham maddeler, veri ve dijital altyapı, yaptırım rejimleri, savunma-endüstriyel kapasite (mühimmat üretimi, hava savunma, insansız sistemler, elektronik harp yetenekleri) üzerinden çok boyutlu bir karakter kazanıyor. Küresel güçler arasındaki konvansiyonel harp yeteneklerine yatırım ve artan küresel ölçekli silahlanma eğilimleri ile askeri modernizasyon süreçleri büyük güç rekabetinin askeri güç dengelerini değiştirmeye yönelik gelişmeler olarak öne çıkıyor. Bu durum, özellikle orta güçlerin hem pazarlık alanlarını genişletiyor hem de onlar üzerinde ciddi bir baskı unsuru olarak iş görüyor.
İkincisi ise, uluslararası güvenlik mimarisinin üç kritik bölgede, Avrupa, Ortadoğu ve Hint-Pasifik, eş zamanlı stres testinden geçmesi şeklinde kendini gösteriyor. Söz konusu hatlar arasındaki etkileşim, hem büyük güçlerin stratejik dikkatini bölmekte hem de bölgesel aktörlere sınırlı da olsa "fırsat penceresi" algısı yaratıyor. Bu son on yıldaki silahlı çatışmaların sayısının artması, buna paralel olarak devletlerin dış politikalarında "ulusal güvenlik merkezli sertleşme" yaşandığı eğilimleri ile birleşince tırmanma dinamiklerinin daha kompleks ve kırılgan olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla tırmanma riskinin doğası, yalnızca bölgesel rekabetlerden değil; çok alanlı, çok aktörlü ve nükleer dinamiklerle iç içe geçmiş sistemsel bir kırılganlıktan kaynaklanıyor. 2026'da askeri-stratejik rekabetin en kritik kırılganlığı, küçük bir taktik olayın hızla büyük güçleri içine çekecek stratejik bir krize dönüşme ihtimali olarak öne çıkıyor. İran-İsrail çatışmasının yeniden yaşanması, Afganistan-Pakistan çatışmasının alevlenmesi, Pakistan-Hindistan çatışmasının yeniden ortaya çıkması, Ukrayna'da devam eden savaşın sonra ermemesi fakat şiddetlenerek devam etme ihtimali, Sudan'da yaşanan iç savaş, Yemen'de Husilere yönelik askeri angajmanın asimetrik çatışmaları körüklemesi ve ABD-Venezüella arasındaki gerilimler rekabetin kontrol edilebilir sınırlarından uzaklaşmasına yol açabilir.
Üçüncüsü ise, uluslararası düzenin normatif iddiası ile sahadaki güç siyaseti arasındaki makasın açılması olarak öne çıkıyor: Kurallar ve kurumlar varlığını sürdürse de çatışmaların çözümünde caydırıcılık, koalisyonlar ve geçici işbirlikleri daha belirleyici hale geliyor. Bu kurallara dayalı uluslararası sistemin güçlenmekten ziyade zayıfladığını gösteriyor.
Dördüncüsü ise, krizlerin kronikleşmesi ve yayılma riskinin artması olarak kendini gösteriyor. Gazze savaşı ve bölgesel sonuçları, Suriye'de devletin inşası ve güvenlik mimarisinin karşılaştığı zorluklar, Karadeniz'de savaşın deniz güvenliği ve ticaret hatlarına etkisi gibi dosyalar, 2026'da geçici dalga değil uzayan risklerin varlığına işaret ediyor. Bu ortamda Avrupa güvenliği yeni bir savunma-endüstriyel dönüşüm arayışına girerken, Ortadoğu'da güvenlik mimarisi parçalı ve rekabetçi biçimde yeniden şekilleniyor. Asya-Pasifik merkezli potansiyel gerilimler de güvenlik merkezli kırılganlıkları birincil sıraya yerleştiriyor. Dolayısıyla 2026, hem bölgesel düzen arayışlarının hızlandığı hem de kırılganlıkların kalıcılaştığı bir yıl olarak öne çıkıyor.
Türkiye'nin dış politika yönelimi
Bu küresel çerçevede Türk dış politikasını 2025–2026 geçişinde üç ana tema etrafında okumak mümkün: güvenlik ekseni ve yakın çevre; ittifaklar, dengeleme ve çok taraflılık; jeo-ekonomi, bağlantısallık ve kapasite. Bu temalar birbirinden kopuk değil; aksine dosyalar arası bağlantıların arttığı bir dönemde, bir alandaki gelişme diğer alanlardaki hareket alanını doğrudan etkiliyor.
Güvenlik ekseni açısından 2025'ten 2026'ya geçiş, Türkiye'nin yakın çevresindeki risklerin "çok cepheli" bir nitelik kazandığını gösteriyor. Burada Karadeniz, Suriye ve İsrail faktörüyle birlikte Doğu Akdeniz, aynı güvenlik denkleminde birbirini etkileyen üç alt alan haline gelmiş durumda.
Karadeniz'de savaşın uzaması, Türkiye'nin hem NATO içindeki rolünü hem de bölgesel istikrar siyasetini sürekli sınayan bir çerçeve üretiyor. Deniz güvenliği, ticaretin devamlılığı ve çatışmanın coğrafi olarak genişlemesini sınırlama ihtiyacı, Ankara'yı bir yandan caydırıcılık ve kolektif savunma gündeminin parçası olarak tutarken, diğer yandan Karadeniz'de "kontrollü istikrar" arayışına itiyor. Özellikle yılın sonunda Karadeniz güvenliğinin ve anavatan savunma hattının Rus yapımı kontrolünü kaybetmiş dronlarla test edilmesi, askeri kapasiteyi derinleştirme ihtiyacını Türkiye açısından kritik bir konu olarak dış ve güvenlik politikasının merkezine yerleştirmesine neden oluyor. Bu bağlamda Türkiye'nin denge politikasının temel taşı, bölgesel güç dengelerini sarsmayacak, gerilimi tırmandırmayacak ama güvenlik risklerini yönetilebilir kılacak bir çizgiyi korumak şeklinde öne çıkıyor. 2026'da Karadeniz'deki temel risk, savaşın deniz güvenliği ve kritik altyapı/lojistik hatlar üzerinden dolaylı etki üretmeye devam etmesi; bunun da Türkiye'nin hem ekonomik bağlantısallığını hem de güvenlik önceliklerini aynı anda zorlamasıdır.
Suriye dosyasında 2026'ya geçiş, "saha güvenliği + devlet inşası + diplomatik normalleşme" üçlemesinin eşzamanlı yönetimi anlamına geliyor. Türkiye açısından sahadaki güvenlik öncelikleri, sınır güvenliği ve terörle mücadele kadar, Suriye'de ortaya çıkacak yönetim mimarisinin uzun vadeli istikrar üretip üretemeyeceğiyle de doğrudan bağlantılıdır. Kapsayıcılık ve ulusal bütünlük vurgusu bu noktada yalnızca normatif bir tercih değil, güvenlik rasyonalitesi taşıyan stratejik bir çerçevedir: İç meşruiyeti derinleşen ve ulusal aktörleri Şam merkezli bir devlet inşa sürecine dahil edebilen bir düzen, parçalanma riskini azaltır ve sınır aşan güvenlik tehditlerinin yeniden üretimini sınırlar.
Söz konusu hedef gecikme yaşanmadan YPG sorunun ortadan kaldırılacağı askeri+diplomatik bir caydırıcılığın hayata geçirilmesini zorunlu kılıyor. Bununla birlikte Suriye'de İsrail'in bozucu etkisi ve sahadaki kırılgan dengeler, kapsayıcılık ekseninin "dışsal faktörler" tarafından istismar edilmesini mümkün kılarak istenen sonuçların alınmasını zorlaştırabilir. 2026'da bu dosyada belirleyici sınama, yavaşlayan entegrasyon süreçleri, bazı silahlı aktörlerin pozisyonu ve İsrail'in sahaya dönük güvenlik reflekslerinin istikrar üretme kapasitesini aşındırma ihtimalidir. Bu nedenle 2026, Türkiye'nin Suriye'de "sert dengeleme" yöntemlerini kullanmak vasıtasıyla caydırıcılığını tahkim etmek ve İsrail'i kısıtlamanın test edildiği bir yıl olarak öne çıkıyor.
Bu noktada güvenlik eksenine bir bütün olarak kritik bir katman olarak İsrail faktörü eklendiğini görüyoruz. 2025'ten 2026'ya geçişte Türkiye ve İsrail rekabeti, yalnızca Suriye sahasıyla sınırlı bir taktik gerilim olmaktan çıkıp Doğu Akdeniz'e uzanan daha geniş bir yönelim gösteriyor. Suriye'de güvenlik mimarisinin yeniden kurulması sürecinde İsrail'in güvenlik refleksleri ile Türkiye'nin sınır güvenliği ve istikrar öncelikleri çakışmakta; bu çakışma rekabeti daha görünür ve daha riskli hale geliyor. Ancak rekabetin Doğu Akdeniz boyutu, meselenin yapısal niteliğini güçlendiren asıl unsur haline gelmektedir. Yunanistan/Kıbrıs/İsrail hattında yeniden hizalanma eğiliminin merkezinde Türkiye bulunuyor; çünkü söz konusu hizalanma çoğu zaman Ankara'nın deniz yetki alanları, enerji ve bağlantısallık koridorları üzerindeki etkisini sınırlamaya dönük bir stratejik gerekçeyle meşrulaştırılıyor. Böylece Türkiye, sadece bu hattın "karşısındaki aktör" değil; hizalanmanın nedenini, hızını ve biçimini belirleyen merkezi değişken haline geliyor.
Bu rekabetin önemli sonucu, siyasal-diplomatik alanda yürütülen pozisyon mücadelesinin giderek askerileşmiş bir alana kayma riskidir. Enerji projeleri, deniz yetki alanları tartışmaları, hava-deniz müşterek tatbikatlar, savunma işbirliği anlaşmaları ve bölgesel üslenme tartışmaları, diplomasinin maliyeti düşük söylem düzeyinde kalmasını zorlaştırarak caydırıcılık gösterilerinin daha sık devreye girdiği bir güvenlik etkileşimine zemin hazırlıyor. 2026'da bu kaymanın iki etkisi öne çıkacaktır: Birincisi, Doğu Akdeniz'de gerilimlerin yaşanma ihtimali artar; bu da yanlış hesaplama riskini yükseltir. İkincisi, dosyalar arası bağlantı derinleşir: Suriye'deki gelişmeler Doğu Akdeniz'deki askeri-diplomatik dengeyi etkilerken, Doğu Akdeniz'deki hizalanmalar Türkiye'nin ittifak siyasetindeki pazarlık alanlarını ve bölgesel stratejik hesaplarını doğrudan etkileyebilir. Bu nedenle İsrail faktörü 2026'da Türkiye açısından tekil bir kriz başlığı değil; kara ve deniz boyutlarında eşzamanlı yönetilmesi gereken çok katmanlı bir rekabet alanına dönüşmektedir. Sonuç olarak İsrail'in 2016-2022 arasındaki jeo-ekonomik merkezli (enerji konusu başta olmak üzere) Türkiye karşıtı hamlesinin yeni dönemde askeri dengelemeye ve "askeri kışkırtmaya" doğru değiştirmesi Ankara'nın güvenlik paradigmasında her zamankinden daha sert bir kırılmaya yol açabilir ve Türkiye-İsrail arasındaki gerilimi politik eksenden askeri eksene taşıyabilir.
Türk dış politikasında ikinci ana tema, ittifaklar, dengeleme ve çok taraflılıktır olarak öne çıkıyor. 2025 boyunca Türkiye'nin ittifak içi pazarlık kapasitesi belirginleşmiş, NATO bağlamında caydırıcılık ve kolektif savunma gündeminin parçası kalırken ulusal güvenlik önceliklerini masada tutma çabası sürmüştür. 2026'ya geçişte bu çizgi iki yönden test edilebilir. Birincisi Avrupa güvenlik mimarisindeki dönüşümdür: Savunma harcamalarının artması, ortak tedarik ve savunma sanayii kapasite artırımı eğilimi Türkiye için hem fırsat hem risk üretiyor. Fırsat, özellikle SAFE gibi programlar üzerinden endüstriyel ortaklıklar ve tedarik zincirlerine eklemlenme imkânıdır; risk ise kurumsal/finansal araçlarda dışlayıcı düzeneklerin güçlenmesidir. Yunanistan ve GKRY'nin savunma ve güvenlik mimarisi tartışmalarında Avrupa içinde Türkiye karşıtı cepheyi konsolide etmeye arayışı Ankara'nın alternatif ilişki biçimi inşa etmeye arayışlarını hızlandırabilir. İkincisi ABD ile ilişkilerin doğasıdır: 2026'da Türkiye-ABD hattının daha gerçekçi okuması, "stratejik uyum"dan ziyade "kontrollü eşgüdüm ve kriz yönetimi" çerçevesinde yapılacaktır. Savunma alanındaki teknik süreçler (özellikle CAATSA'dan Türkiye'nin çıkarılması) ve sahadaki koordinasyon ihtiyacı işbirliği üretse de karşılıklı güvensizlik başlıkları kırılganlığı koruyacaktır. Bu nedenle Türkiye'nin 2026'daki başarısı, ittifak ilişkilerini tamamen normatif bir uyum üzerinden değil, somut dosyalarda işleyen mekanizmalar ve kriz yönetimi kapasitesi üzerinden sürdürebilmesine bağlıdır.
Türkiye'nin dış politikasındaki üçüncü tema jeoekonomi, bağlantısallık ve kapasite boyutudur. 2025'ten 2026'ya geçişte Türk dış politikasının performansı yalnızca güvenlik hamleleriyle değil, ekonomik sürdürülebilirlikle de ölçülecektir. Enerji arz güvenliği, transit ülke rolü, ulaştırma koridorları ve kritik altyapı projeleri Türkiye'nin jeopolitik değerini artırsa da bu değer, finansman koşulları, yatırım iklimi ve risk primi gibi parametrelerle doğrudan ilişkilidir. Bu nedenle 2026'da dış politika-ekonomi uyumu daha kritik hale geliyor: Diplomatik hamlelerin maliyetini artıran belirsizlikler, manevra alanını daraltabilir; buna karşılık bağlantısallık ve tedarik zinciri entegrasyonu üzerinden üretilecek ekonomik kapasite, diplomatik esnekliği güçlendirebilir. Burada savunma sanayii diplomasisi ayrı bir kaldıraçtır: Platform ihracatı, ortak üretim modelleri ve teknoloji işbirlikleri, Türkiye'ye hem jeopolitik etki hem de ekonomik dayanıklılık sağlayabilir.
Sonuç olarak 2025'ten 2026'ya geçişte Türk dış politikasının genel durumu, yüksek belirsizlik koşullarında stratejik otonomiyi korumaya çalışan; yakın çevrede güvenlik kuşağı inşa ederken aynı anda ittifak ilişkilerini işlevsel tutmayı hedefleyen; bunu da jeoekonomik kapasiteyle desteklemek zorunda olan bir "denge ve kapasite" testine işaret ediyor. 2026'da belirleyici parametreler, Gazze ve Suriye gibi kronikleşen krizlerde diplomatik etki üretme kapasitesi; Karadeniz'de savaşın deniz güvenliği ve bağlantısallık hatlarına etkisini yönetebilme becerisi; İsrail-Türkiye rekabetinin Suriye'den Doğu Akdeniz'e uzanan askerileşme eğilimini kontrollü tutabilme kabiliyeti; Avrupa'nın savunma-endüstriyel dönüşümüne ne ölçüde eklemlenebileceği; ABD ile dosya bazlı eşgüdümü kırılganlık üretmeden sürdürebilme kapasitesi; ve tüm bunları ekonomik sürdürülebilirlikle uyumlu bir stratejik çerçevede birleştirebilme yeteneğidir.
Bu parametreler olumlu biçimde birleştiğinde 2026, Türkiye için çok hatlı diplomasinin stratejik avantaja dönüştüğü bir yıl olabilir. Tersi durumda ise aynı esneklik, dosyalar arası gerilimlerin ve maliyetlerin birikmesiyle hareket alanını daraltan bir kırılganlığa evrilebilir.