Türkiye'nin en iyi haber sitesi
FERHAT ÜNLÜ

Edebiyatçı Kekeç’in ebediyet yolculuğu

Bundan neredeyse tam yirmi yıl önce Yeni Şafak'ın Bayrampaşa'daki eski binasında yazı işlerine doğru telaş ve dalgınlıkla yürürken, Ahmet Kekeç'in, sigara içmekten zaman zaman çatallanan o gür sesiyle kendime geldim.

"Demek öyle Ferhat," demişti. "Demek Forsyth'la röportaj yaptın. Ölmeden önce Fowles'la da yaparsan tamamdır."

"Kısmet Ahmet abi," dedim. "Çok isterim. Ama kısmet…"

Mart 2001'de Londra'da yaptığım Forsyth röportajını önemsemişti. Çok önemsemişti hatta. Lakin röportaj gazetede manşet olduğu için değil… İngiliz gizli servisiyle bağlantılı çalıştığını inkâr eden (İnkâr, casusun namusudur) Forsyth, "Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesinde bizim de rolümüz oldu" dediği için de değil…

İflah olmaz bir Frederick Forstyh hayranı olduğu için önemsemişti röportajı. Ahmet Kekeç, esaslı bir 'casusiye' okuruydu. John Le Carre, Graham Green, Robert Ludlum gibi yazarları da okurdu ama casusiyedeki favorisi kesinlikle Forsyth'tı. Le Carre'ın iyi bir yazar olduğunu söylerdi ama "Zaman zaman Proustçuluk oynamaya çalışıyor, sırıtıyor" derdi.

EDEBİYATTA 'KOMPLO'YU SEVERDİ

Casusiyede ve polisiyede okuru, 'plot'un (olay örgüsü) içine hızlıca çeken, tempoyu düşürmeyen ve nihayet finalde entrikanın öngörülebilir çözümü ile manevi tatmin sağlayan romanları severdi. "Edebiyat, çatışmadan beslenir. Polisiye ve casusiyenin de çatışması komplodur" derdi.

Ahmet abiyle 28 Şubat'ın o netameli günlerinde aynı gazetede çalıştık. Sık sık odasına giderdim. Siyaset, gündem konuşmak için değil ama. Edebiyat konuşmak için…

Onunla pek çok ortak noktamız vardı. Edebiyat okur/yazarlığının altındaki spesifik ortak noktalardan söz ediyorum. Misal ikimiz de casusiyede en çok Forstyh romanlarını severdik. İkimiz de 'polisiye hastası'ydık. Türün babası Edgar Allan Poe'yu döne döne okurduk.

Kekeç, 2000 yılında modernist romancılara sardığımda bana epey kılavuzluk etmişti. Marcel Proust, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner'i okumakta geç kaldığımı düşünüyordum. "Geç kalmış falan değilsin" demişti. "Hatta yazan biri olmasan biraz bekle derdim. Ama senin için 25 iyidir."

Proust ve Joyce'u ayrı bir önemserdi. Ama modernistler arasında favori yazarı Faulkner'dı. Bilhassa da onun 'Ses ve Öfke'si… Ses ve Öfke'yi onun tavsiyesiyle okumuştum. Kanamalı Haydut adlı günce/deneme kitabında Faulkner'den ilhamla Ses ve Öfke başlığını verdiği kısımda şunları yazmıştı:

"Susuyorum. Suskunluklarımdan nefret ediyor insanlar. Bunun kayıtsızlık, aldırmazlık, hatta genişlik olduğunu düşünüyorlar. Ben bu yargıyı değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorum. Ses, bir külfet çoğu zaman. Suskunluğun bazen aczden kaynaklandığını bilmez onlar."

ESASLI BİR FOWLES HAYRANIYDI

Ahmet Kekeç'le en çarpıcı ortak noktamız; casusiye ve polisiye hayranlığı değildi. Postmodern bir şeyde ortaklıktı bu. Postmodern romanın öncüsü bir yazarın hakkının tesliminde buluşma... Kekeç'le ben bir John Fowles hayranıydık. Hayranlıktan öte, hayatın şifrelerini; insan aklının yettiğince anlayabilmiş nadide yazarlardan biri olduğunu düşündüğümüz bir yazara hak teslimi türünden bir empati/sempatiydi bu.

Fowles'a empati/sempatimizin en önemli sebebi büyük bir romancı olmasına rağmen hakkının yaşarken teslim edilmemiş olmasıydı. Hoş! Gerçi öldükten sonra da teslim edilmedi. Ama bilen biliyordu. Ahmet Kekeç bilen biriydi mesela. İyi edebiyatın ne olduğunu bilirdi Kekeç. Çünkü hakiki edebiyatla çok derin, köklü, arketipsel bir bağı vardı. Edebiyat onun güçlü, dolaysız, saf biçimde aşkla bağlandığı bir şeydi.

Kekeç, Fowles'un tasnifiyle doğuştan edebiyatçıydı. Bir 'edebiyat Mecnun'uydu… Ne diyordu Fowles:

"Pygmalionizm (Sanatçının kendi yapıtına âşık olması) bir yazarda bulunması gereken temel hikmettir. Karakterler ve hatta olaylar; çocuklar ya da sevgililer gibidir. Sürekli okşanmak, ilgi görmek, dinlenmek, bakılmak, hayran olunmak isterler. Tüm bu uğraşlar etkin partneri, yani yazarı yormaya başlar. Ona gereken enerjiyi yalnızca aşka benzer bir şey verebilir.

Bazen insanların 'Bir kitap yazmak istiyorum' dediğine tanık olurum. Ama ne kadar güçlü hevesle olursa olsun, bir kitap yazmayı istemek tek başına yeterli değildir. Hatta 'Kendi yaratımlarımla Mecnun olmak istiyorum' demek bile yetmez. Kendiliğinden ya da doğuştan yazarların hepsi birer mecnundur."

'HAYAT KIRILGAN BİR ŞEY, GÜÇLÜ OLAN ÖLÜM…'

Ahmet Kekeç, Fowles romanlarından vaktiyle Korkunç Koleksiyoncu diye çevrilen Koleksiyoncu'yu da çok severdi, Fransız Teğmenin Kadını'nı da… Kanamalı Haydut'ta Koleksiyoncu için şunları yazmıştı:

"Ferdinand'a (Kendisini romanda Ferdinand olarak da isimlendiren silik ama 'kötü' başkarakter Frederick Clegg'i kast ediyor) acımayı bir an bile düşünmedim. Yaşayan varlıklar ya da yaşayabilen varlıklarla bir zoru vardı adamın. Çünkü o yaşayamıyordu. Dokunmadan nasıl yaşanır ki? Hayatın ölümle savaşı gibi bir şeydi Miranda'yla ilişkileri. Hayat yenik düştü tabii… Başka ne beklenirdi ki? Çünkü hayat kırılgan bir şey, güçlü olan ölüm…"

Fowles'un bütün roman ve denemelerini severdi. Ama yazarın asıl başyapıtının Büyücü olduğunu teslim ederdi

Tıpkı benim gibi... Ahmet Kekeç, genç yazarları teşvik etmeyi seven bir edebiyatçıydı. Bir Gölgenin İntikamı adlı romanım çıktığında Yeni Şafak'taki köşesinde 29 Aralık 2003'te güzel bir yazı yazmıştı.

Ahmet Kekeç'le son yüz yüze görüşmem bundan üç yıl önceydi. 15 Temmuz'la ilgili bir konferans için 25 Ekim 2017'de Manisa Demirci'ye gitmiştik. Uçakta yine edebiyat üzerine sohbet ettik. Yeni çıkan romanım İlahi Kripto'yu çok sevdiğini söylemişti.

Mutlu olmuştum. Çünkü Ahmet abi, bilhassa edebiyat konusunda hatır-gönül dinlemezdi. Doğrusu neyse onu söylerdi. Mesela ilk yazmaya başladığımda "Romancılıkta alman gereken bir-iki viraj var" demişti.

MÜSTEAR İSİMLE YAZMAK ZORUNDA KALDI

Ahmet Kekeç, 'gazeteci' değil, 'edebiyatçı' kimliğiyle anılmak isteyen bir yazardı. Haddizatında kendini 'gazeteci' olarak da tarif etmezdi, hem bir okur olarak, hem de bir yazar olarak edebiyatçı kimliğiyle anılmaktan yanaydı.

Kekeç, karakteristik bir Malatyalıydı. Bu kentte sırasıyla üçünün de adı Atatürk olan ilkokul, ortaokul ve liseyi bitirdikten sonra Gazi Eğitim Enstitüsü'ne Ankara'ya gitmişti. Bu okulu bitiremedi.

1980'li yılların başlarında Aylık Dergi, Mavera ve Yöneliş dergilerinde hikâye, denemeler yazarak basına giriş yaptı. Milli Gazete, Akit, Yeni Şafak, Star ve Akşam gazetelerinde çalıştı, yazı yazdı. Yeni Şafak'ta bir ara (1990'ların sonu, 2000'lerin başı) hakkında pek çok dava açıldığı için Mehmet Ertuğrul Yavuz müstearıyla yazdı.

Ahmet Kekeç; iki kez atlatmayı başardığı kansere yakalanmadan önce televizyon programlarına yorumcu olarak katılıyordu. Aslına bakarsanız

Kekeç ekranı pek sevmezdi. Yıllarca ekrana çıkmamak için direndiğini biliyorum. Ankara'dan gelen yurtdışı gezi davetlerine de iştirak etmezdi. Münzevilikten değil, protokol onu biraz sıkar, yorardı.

EN SEVDİĞİ ŞEY OKUMAKTI

Kekeç'in, gerçekten severek yaptığı birinci şey öykü, deneme, roman yazmak; ikincisi ise 'fıkra muharrirliği' yapmaktı. Belki birinciden de çok sevdiği şeyse iyi kitaplar okumaktı, özellikle de roman…

1985'te ilk öykü kitabı olan 'Son İyi Şeyler'i çıkardı. Yağmurdan Sonra (2000-Roman), Kalanlar (2002-Deneme), Derin Roman (2004-Anı, Araştırma), Kanamalı Haydut (2005-Günce, Deneme), Ulufer (2017-Roman) gibi kitapları kaleme aldı.

Derin Roman, darbeler tarihini anlatan çok başarılı bir ânı, inceleme kitabı. Yağmurdan Sonra ise 28 Şubat sürecini merkeze alan bir muhasebe romanı. Bu romanda kuşkucu, kendisi ve çevresiyle meselelerini halledememiş bir tutunamayan başkarakter üzerinden (Murat), 28 Şubat sürecinin portresini sunmuştu bize Kekeç. Yağmurdan Sonra için Kekeç'in, dil ve anlatım yönüyle en iyi romanı diyebilirim, ama ben Ulufer'i okurken de sade ama çarpıcı bir roman okuyormuş hissiyle büyük keyif almıştım. Ömrünün son demlerinde sağlığı elverseydi daha fazla roman, deneme yazardı Ahmet Kekeç.

Yazardın Ahmet abi, bundan kuşkum yok. Ama ömrün vefa etmedi. Merhum dostun, ağabeyimiz Nusret Özcan'ın gidişinden (2007) bu yana beşinci ölüm yazım bu. Seninkini bu kadar erken yazacağımı düşünmezdim.

Bugün toprağa verilmen de benim açımdan anlamlı bir rastlantı. Bugün… 16 Kasım'da yani… Merhum kardeşim Atilla Ünlü'nün doğum gününde… Bugün senin de kabirdeki ilk doğum günün...

KEKEÇ'İN EDEBİ YÖNÜNÜ KONUŞMAK…

Öznel bir yazı oldu farkındayım. Çünkü edebiyatçı Ahmet Kekeç'in bir döneminin hikâyesinde benim de hikâyem var. Değil mi ki edebiyat; başkalarının hikâyesini kendi hikâyesi, kendi hikâyesini de başkalarının hikâyesi gibi yazabilmektir bazen. Hani diyor ya James Joyce, "Bir yazar asla olağanüstü hakkında yazmamalıdır, o gazetecinin işi". Bu yüzden kardeşimin ölümünden bir yıl sonra yazdığım yazıda, "Ölüm, bugüne dek milyarlarca kez yaşandığı halde hâlâ olağanüstü bir şey. Ama bir taraftan da herkesin başına gelecek en alelade hakikat. Bu yüzden işin olağanüstü kısmını gazeteci tarafıma bırakmaya çalışarak yazdım, olağan kısmını ise yazar tarafıma…" diye yazmıştım.

Bu yazıda ise gözle görülür biçimde 'yazarlık' sınırlarında kaldım. Çünkü Kekeç, arkasından en çok edebi yönünün konuşulmasını isterdi. Romanın, kurmacanın, hayalin; gerçekçi olarak yorumlanması gereken bir şey olduğunu deneyimle bilirdi. Romanları ciddiye alırdı. Okuyup gerçekten sevdiği romanları yaşardı âdeta. Çok sevdiği Koleksiyoncu'nun Miranda'sı -burada 'spoiler' vermek zorundayım- Shakespeare'in Fırtınası'ndaki Caliban'ı andıran Frederick tarafından cebren tutulduğu bir mahzende zatürreden ölmüştü. İki kez kanseri yenen Ahmet Kekeç'i ise Kovid'ten kaybettik.

"Güçlü olan ölüm" demiştin ya Ahmet abi. İyi bilirdik… Seni de, ölümün acısını da... Lakin edebi vedanla çıktığın ebedi yolculuğunla onun gücünü bir kez daha gördük.

Güzel adamdın. Gittiğin yer de güzel olsun. Allah, mekânını cennet eylesin.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA