Tezenesiyle, yukarıdan aşağı 'sol-re-la' akorduna çekilmiş uzun sap bağlamasının tellerine, orta parmağıyla ise oyma tekneye vurarak çaldığı türkünün sözlerine başlarken mikrofona yaklaşıyor. Dudakları, sanki bir daha hiç göremeyeceği bir sevgiliyi ürkekçe, ama tutkuyla öpercesine kımıldıyor mikrofonun üzerinde: "
Cahildim, dünyanın rengine kandım Hayale aldandım, boşuna yandım Seni ilelebet benimsin sandım Ölürüm sevdiğim, zehirim sensin Evvelim sen oldun, ahirim sensin."
Bir yaz günü, açık hava konserinde türküsünü söylerken alnı, yanakları, tekmil yüzü domur domur terlemiş. Yani bütün cemaliyle hüngür hüngür ağlıyor. Türküsünü bitirdikten sonra yüzünü, bozkırdan denize doğru esen bir meltemle kuruluyor ve arkalığına; gri, çizgili ceketini astığı sandalyeden doğruluyor. Uzun sap bağlamasının teknesini, dipçiğini yere koyduğu uzun namlulu tüfeğini sağ yanında tutan bir nefer gibi yere yaslıyor. Başka hiç kimsenin önünde eğmediği bedenini kendisini seven kalabalığın önünde eğiyor ve gösterişsiz bir reveransla çekiliyor. Aşkı, zamanımızda en güzel anlatan ozan; sahneyi, dünya sahnesinden çekilir gibi terk ediyor. Geçtiğimiz Çarşamba günü "Tebdil-i mekânda ferahlık vardır," deyip dünya sahnesinden çekilen Neşet Ertaş, üniversite yıllarımızda bağlama çalmayı öğrenirken, kısa sap bağlama ustaları Musa Eroğlu ve Hasret Gültekin gibi ilham kaynağımızdı. Öğrenci yurdunda sabahlarken, saz kursuna gittiğimiz arkadaşlarla Ertaş'ın uzun sap bağlama ile icra ettiği türküleri kısa sap bağlamayla çalmak gibi güç bir işe girişirdik. Zira Ertaş, uzun sap bağlamada perde ayarlarıyla oynayarak kara düzen akordunda özgün bir sese ulaşmıştı. Bu sesi dinlemek ne kadar haz verici ise taklit etmeye çalışmak da o kadar azap vericiydi. Sonunda kurstaki hocaların da telkiniyle beyhude uğraştan vazgeçtik. Ölümünden sonra Neşet Ertaş'ın portresini yazmak türkülerini çalmaktan kolay. Hele de
Cahildim Dünyanın Rengine Kandım,
Yalan Dünya ve
Tatlı Dillim, yazıyı yazana 'soundtrack' niyetine eşlik ediyorsa…
BAĞLAMA ÂDETA VÜCUDUNUN PARÇASIYDI
Yaşar Kemal'in deyişiyle 'bozkırın tezenesi' Neşet Ertaş, "Medeniyet ışığını yaktı," dediği Mustafa Kemal Atatürk'ün öldüğü sene, 1938'de Kırşehir'in Çiçekdağı ilçesine bağlı Kırtıllar köyünde dünyaya geldi. Annesi Döne Koç, Muharrem Ertaş'ın ikinci hanımıydı. Saz ustası olan Muharrem Ertaş, ilk hanımı Hatice'nin ölümünden sonra Neşet Ertaş'ın annesi Döne Hanım'la evlendi. Neşet, dört çocuktan ikincisiydi. Saza ilgi duyan ve babasının izinden giden Neşet Ertaş oldu. Ertaş 5 yaşındayken keman ve bağlama çalmaya başladı. Bu enstrümanlardan ikincisiyle özdeşleşti. Öyle ki bağlaması, pek çoklarına Ertaş'ın vücudunun bir parçası gibi görünüyordu. Yehudi Menuhin kemanla ne kadar özdeşleşmişse Ertaş da bağlama ile o kadar bütünleşmişti. Ertaş; yaprak, yani teknesi birden fazla ağaçtan yapılmış sazlardan değil oyma, yani tek bir ağaç türünden mamul sazlardan hoşlanırdı. Neşet Ertaş, çocukluğunda babası Muharrem Ertaş ile birlikte Alevi cemlerine katılır, babasının parmaklarını izleyerek, saz çalmanın inceliklerini öğrenmeye çalışırdı. Babasından çok etkilendi ve müzikal anlamda onun geleneğinin mirasçısı oldu. On dört yaşında İstanbul'a geldiğinde artık bir bağlama ustasıydı. Sirkeci'de aç biilaç dolaşırken Doğu İşhanı'nda bağlama çaldığı İsmail Şençalar vasıtasıyla müzik piyasasına adım attı. Hayatı boyunca geçimini müzikten sağladı. Kimi zaman parasız kaldığı için düğünlerde çaldı. Gittiği düğünlerde daha iyi söylesin diye önüne koydukları susuz rakıları içtiği için parmakları geçici bir süre felç oldu. Bu yüzden bir süre bağlama çalamadı. İyileşip bağlamasına kavuşunca rakıdan uzak durdu. 1960 senesinde eski türkülerinde sıkça atıfta bulunduğu Leyla Hanım'la evlendi. Bu evlilikten üç çocuğu oldu. Eşi Leyla Hanım'la evlenmesine karşı çıkan babası Muharrem Ertaş ile âşık atışmasına girmiş ve âşık olduğu kızı savunmuştu. Ertaş, aşkın sınıfsal bir şey olduğunu bilirdi. Şu sözü, bunun kanıtı gibidir: "Evlenmeden önce âşık olduklarımızın ne yanına varabildik, ne elinden tutabildik. Gönül hizmetçiliği yaptık. Küskünlüğümüz ezikliğimize, eşitsizliğe, aşağı görenlere bizi."
TELİFLERİNİ ALSAYDI 'MİLYONER' OLABİLİRDİ
Neşet Ertaş ilk müzik kaydını yaptığı 1957 senesinden bu yana 30'un üzerinde albüm çıkardı. Albümlerinden en çok dinlenilenleri;
Hapishanelere Güneş Doğmuyor,
Gitme Leylam,
Benim Yurdum,
Gönül Yarası,
Zülüf Dökülmüş Yüze,
Mühür Gözlüm,
Zahidem,
Neredesin Sen,
Gönül Dağı oldu. Bu albümlerde yer alan besteleri pek çok şarkıcı tarafından seslendirildi. Ertaş, türkülerini söyleyenlerden hiç telif ücreti istemedi. İstese teliflerle 'milyoner' olabilirdi, ama 'dünyevi' olanla arası iyi olmadığı için bunu tercih etmedi. Bu yüzden Türkiye'nin yetiştirdiği en büyük gazelhanlardan biri olan ve Şanlıurfa'daki evinde uyurken katalitik sobadan sızan gazla zehirlenerek ölen Kazancı Bedih kadar olmasa da nispi bir yokluk içinde yaşadı. Ertaş, 28 Şubat sürecinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in kendisine teklif ettiği devlet sanatçılığı unvanını da, "Devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık gibi geliyor. Halkın sanatçısı olarak kalayım. Benim için en büyük mutluluk bu," diyerek geri çevirdi. Neşet Ertaş, laikinden muhafazakârına, Türk'ünden Kürt'üne, Sünni'sinden Alevi'sine, toplumun bütün kesimlerince benimsenen bir sanatçıydı. Cenazesine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun da katılması bunun göstergesidir. Erdoğan, ATV'nin bir canlı yayınında "Fukaranın canı burnunda, hiç olmazsa sigarasını içsin," deyince "Neşet Baba! Sigara parasıyla faturayı ödesin," dediği Neşet Ertaş'ı, cenazesinde "O, bu yalan dünyaya da garip olarak bakıyordu. Garip geldik, garip gideceğiz. Gidilecek olan yer malum iki metreküp kabir. O kabirde aslına dönecek. Çünkü topraktan geldik, yine toprağa dönüyoruz," diyerek uğurladı. Ertaş, bir röportajında, "Bozlaklarımız, türkülerimiz bizim operalarımızdır," demişti. Kendisi de halk müziğinin Johann Sebastian Bach'ı idi. Yaşarken efsaneleşmiş nadir isimlerden olan halk ozanı Neşet Ertaş; Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal ve Âşık Veysel'den neşet eden geleneğin 'postmodern' zamanlardaki temsilcisiydi. Sanki çağımıza bir başka zamandan kopup gelmiş gibiydi, anakronikti. Neşet Ertaş, son röportajlarından birinde "Söz cansız bir şeydir," demişti. Doğru, söz cansız bir şeydir ve işte tam da bu yüzden canlılardan daha uzun yaşar. Nitekim Ertaş gitti ama sözü hep baki kalacak. Giderken, her daim bedeninin bir parçası gibi yanında taşıdığı sazını ise götürdü. Hüzün denilen şeyin aslında huzur verici bir şey olduğunu hayranlarına göstererek… Belki kendisi de hüznün vücut bulmuş haliydi. Hüzün ve huzur, kanlı canlı bir bütün varlık olsaydı herhalde Neşet Ertaş gibi biri olurdu. 'Huzurlu hüzün' bir oksimoron evet, ama absürt değil. Ertaş yeni mekânına uğurlanırken çalınan 'Yalan Dünya' da bir oksimoron. Ve yalan -cansız bir şey olarak- söz gibi yaşadıkça hüzün de katlanıyor.