Okulumda öğrenciler salon dolusu kalabalıkların önüne çıkmaya alıştırılırdı. Oyunlarda rol alır, mini-konferans verir gibi konuşmalar yapar, şiir okuma yarışmalarına katılırdık.
Bir de, "münazaralar" vardı. Sınıf takımları arasında yapılan düşünce ve hitabet maçlarıydı bunlar. Ben bizim sınıfın hem Türkçe hem İngilizce takımlarının kaptanıydım. Daha Lise- 1'deyken Bülent Ecevit'li, Ahmet İsvan'lı, Tunç Yalman'lı Lise-4 takımını da yenip kupalar kazanmıştık.
(Övünmek için söylemiyorum; benim marifetim olmayan başarı sırrını açıklayacağım.)
Fransızca öğretmenimiz güler yüzlü bir İsviçreliydi. Herhalde çok hoşgörülü olmasından yararlanabildikleri için, çocuklar huy edinmişlerdi onu kızdırmayı. Sınıfta bağırır çağırır, "espece de" diye başlayan küfürler sıralar, sonra gülüverirdi.
Bir gün beni ansiklopediler karıştırıp notlar alırken görünce ne yaptığımı sordu. Münazaraya hazırlandığımı söyledim. "Sana akıl verebilir miyim?" deyip verdi:
"Nasıl göründüğün ne söylediğinden önemlidir. Gerginliğini belli etme. Gülümseyerek gel kürsüye. Konuşurken de rahat görün. Öfkeyle bir şey söylemen gerekiyorsa kürsüye yumruğunu vur, ama gerçekten sinirlenme. Sakın kontrolü elden kaçırma. Arkadaşlarına tembih et, onlar da öyle yapsın."
Yalnız okullarda değil, her yerde yararını gördüm o öğütlerin.
***
Mehmet Ali Aybar gergin bir insandı, ama aklını kullanmasını bilirdi. Toplumculuğun güler yüzlü olması gerektiğini savundu, genel başkanıyken Türkiye İşçi Partisi'ni de kavgadan çok çözüm üreten bir kurum yapmaya çalıştı. Yazık ki ortamdaki nefret fırtınaları sonuç almasını önledi.
Şimdi siyasal sözcülüğünü CHP'nin yaptığı
"hayırcı yüzde 42'lik" kesimde iki karşıt eğilim göze çarpmakta. Türban gibi simgeleri inatlaşma konusu yapmayı bırakıp somut sorunlara eğilmek, ezilen yığınlarla yakınlaşmak, kamuoyuna gülümsemek isteyenler de var, kaş çatarak çatışmaları çetinleştirme yanlıları da.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun birinci seçeneğe eğilimli olduğu ama sözünü dinletmekte güçlüklerle karşılaştığı seziliyor. Kaba çizgili çelişkiler su üstüne çıkıyor o yüzden. Genel başkanının
"Türbanı biz çözeriz" sözüyle toplumu rahatlatan partinin sırf ev sahibesi türbanlı diye davet reddetmesi gibi...
Somurtmaktır bu. Yüz buruşturmak, gerginlik sergilemektir. Haklılık ya da haksızlık konusunun ötesinde, görüntüyle puan kaybettirecek bir tavırdır. Politikacılara akıl hocalığı taslamakta değilim. İsviçreli öğretmenimin sözlerini hatırlıyorum, o kadar.
***
Biliyorum, şimdi şunu soranlar çıkacak:
"Türbanın yalnızca simge sayılamayacağını, Türkiye'yi İranlaştıracak ödünler silsilesini başlatacak bir anahtar olduğunu görmüyor musun?"
Bir kere daha söyleyeyim açıkça: hayır, hiç öyle bir şey görmüyorum. Önümüzde iki ucu kirli dış politika belaları, milyonlara kan kusturan işsizlik faciası, çocuklarımızın eğitim kâbusu, hepimizin Azrail adayı trafik dururken bir hanımın baş çulunun kader kilidi sayılmasını gülünç buluyorum.
Ama bırakalım şimdi o tartışmayı. Şunu düşünelim:
Kaygılar haklı da olsa, surat asmak, davete katılmamak, gerginlik yaratmakla ne kazanılır? Yıllardır öyle yapıldı da ne sonuç alındı?
Kendini Atatürkçü ve
"Batılı" sayan cephe karşı tarafı
"alaturka" görüyor. Öyleyse Batı'nın centilmenlik kurallarını hesaba katmaması çelişki olur.
Yemek davetine katıldığınız ev sahibi vejetaryen ise, sofrada konuklarına o tür ikramda bulunuyorsa, servis yapanlara
"Getir bana bolca kebap" diye seslenmek gaftır. Oysa birkaç yıl önce bir general alkollü içki ikramı yapılmayan Çankaya sofrasında garsona rakı getirtmeyi Atatürkçü tavır sandı.
Bir kadına -Cumhurbaşkanı eşi olmasa da- davet reddi gibi yollardan küçümseyici tavır takınmak bir başka nezaketsizliktir. Ne Batı centilmenliğine sığar, ne Doğu efendiliğine.
Kılıçdaroğlu ekonomiye öncelik vermek istiyor. İyi eder; umarım partisine söz geçirip programını uygulayabilir. Ama onun için iktidara da oynaması ve çoğunluğun desteğini kazanması gerek.
Puanlar kabalıkla değil, zarafetle toplanır.
Gandi de öyle yapmıştı.