CUMARTESİ ANNELERİ KİME AĞLIYOR?
Yakınlarını sözde işkence ve gözaltında kaybeden ailelerin oluşturduğu anneler eskiden her hafta Galatasaray Lisesi önünde toplanırdı. Yalan değildi elbet, çoğu 90'larda oğlunu, kızını kaybetmişti. Kimi gerçekten gözaltında kaybolmuştu ama doğrusunu isterseniz çoğu da ailesinden habersiz katıldığı terör örgütlerinin içinde yitip gitmişti. Buna son örneği HDP Eşbaşkanı Demirtaş'ın resmini grup toplantısında paylaşarak, devlet tarafından gözaltında kaybedildiğini öne sürdüğü Hurşit Külter'di. CHP'li milletvekili Sezgin Tanrıkulu'nun da dahil olduğu pek çok milletvekili, akademisyen, siyasetçi, medya aktörü Hurşit Külter'in gözaltında katledildiğini öne sürerek bu devleti, ülkeyi, milleti haksız yere suçlayarak zan altında bıraktı.
Arjantin'de 1976-82 arasında darbe mağduru annelerin oluşturduğu Plaza de Mayo adlı girişimin bir kopyası olan Cumartesi Anneleri de uzun bir aradan sonra 600. haftasında Hurşit Külter için yeniden toplanmaya başladı. PKK ve HDP, Türkiye'nin 90'lara döndüğü algısını oluşturmak için Cumartesi Anneleri'ni bu kez Hurşit Külter için seferber etmişti. Ağladıkları sözde kayıp Hurşit Külter ise PKK'nın Kuzey Irak'taki kamplarında ortaya çıktı. Külter yaşıyordu, ne gözaltına alınmıştı, ne de işkence görmüştü. PKK'nın Şırnak'taki hendek terörünü yöneten isimlerden olan Külter'i savunmak ise Cumartesi Anneleri'ne ve CHP'ye düşmüştü.
Algı operasyonlarının en etkilisi, en başarılısı kuşkusuz en acılı ve en dramatik hikâyeye sahip olanıdır. Hikâye şöyle yazılmış: Sıradan bir vatandaş devlet tarafından gözaltına alınmış, sonrası ise muamma... Belki işkence, belki de karanlıkta kafasına sıkılan bir kurşunla meçhule yollanmış... Hikâyeyi böyle kurup bir de yaşlı anneleri seferber etmeyi başardığınızda atom bombasından daha güçlü bir algı bombası yaratmış olursunuz ki, böyle hikâyelerin etkisi son derece büyük olur.
Bu tür algı operasyonları için uydurulan hikâyeler sayesinde devlet, sorgusuz sualsizce sivilleri katleden bir güce dönüşür, terör örgütü ise masum gençlerden müteşekkil haklı bir isyan ve hak örgütüne...
Zaman ve tecrübe gösterdi ki Cumartesi Anneleri, İHD, İnsan Hakları Vakfı ve Mazlum Der gibi pek çok sivil toplum kuruluşu ve aktivist topluluk terör örgütlerinin elinde oyuncak olmaktan öte bir işleve sahip değil. Hurşit Külter vakasında görüldüğü gibi HDP ve CHP'li bazı yöneticiler terör örgütlerinin kullanışlı birer uzantısı durumunda. Hurşit Külter olayı ders olur mu bilmem ama PKK ve HDP'nin gerçek yüzünü göstermesi bakımından son derece önemli bir olay. Görmek ve anlamak isteyene elbette.
Kurtuluş Tayiz/Akşam
DAĞDAKİ ÇOBAN YUTMAZ
Dolandırıcılar yaratıcılıkta sınır tanımıyorlar, gazetelerdeki "PKK'nın yerini FETÖ aldı" yorumlarını kendilerine göre değerlendirmişler.
Artık yaşlı ve "tevekkel" kadıncağızlara telefon edip "banka hesabını PKK ele geçirdi, paranı çek bize getir" demiyorlar. "Banka hesabını FETÖ ele geçirdi" diyorlar... Günün modası ya... "Trend" bu...
Bir banka hesabı bir örgütün eline nasıl geçebilir? Merkez bilgisayarına mı girmişler? Şubeyi mi soymuşlar? Kadının hesap cüzdanını mı çalmışlar?
Yalnız bankadaki para değil göz koydukları, evdeki "ziynet eşyalarını" da sattırıyorlar.
Burma bileziğini hurda fiyatına elden çıkar, onun parasını da üstüne ekle getir...
"Diyelim ki doğru, küpemi bileziğimi bu işe neden karıştırıyorsunuz?" sorusu sorulamıyor!
Buna şimdi akıllara seza bir çeşitleme de eklenmiş:
"FETÖ'cüler evini satmaya çalışıyorlar, evini kendin sat, parasını bize getir!"
Satsam bile niçin size getireyim hemşerim? Çıt çıt yerim.
Ayrıca tapusu bende, benim imzam olmadan kim nasıl alır nasıl satar?
Bunu diyemiyor kadıncağız, satıyor, parasını götürüp kuzu kuzu teslim ediyor.
Üstelik dört buçuk milyonluk müstakil villa apar topar iki buçuğa gitmiş!...
Zekâ pek parlak değil, bunun üstüne hem örgüt korkusu hem polis korkusu ekleniyor, "otoriteye saygı" da tüy dikiyor.
Demek ki bu dolandırıcılık haberleri sık aralıklarla yayınlanıyor ama bu hanımlara "işlemiyor"... Ya da ne gazete okudukları var ne de televizyonda dizilerden başka bir şey seyrettikleri.
"Müstahaktır" diyelim mi?
Demeyelim. "Fetullah'ın terini sildiği kâğıt peçeteyi alıp yutanların, boklu donunu kutsal emanet niyetine saklayanların, bilmemneresinin kılını muska yapıp taşıyanların yaşadığıakıldışı bir ortamda bu tür olaylar da doğal sayılmalı" deyip geçelim.
Ya da hayal kuralım: Zırr telefon...
"Köşe yazarıyım, evini sat parasını bana getir. Bilezikler kalsın, bizim hanım takmaz."Yutturabilir miyim acaba?
"Polisim" falan demedim ki...
"Bana para getir" dedim, ne varmış bunda?
Hani bir tarihte Amerika'da bir uyanık gazetelere ilan vermişti: "Bir dolar gönderin,sürprizleri bekleyin."
Bir süre sonra gazetede bir ilan daha çıkmış: "Sürpriz! Sayenizde milyoner oldum, hepinize teşekkürler!"
Tek tesellimiz, dolandırıcılık olaylarında "profesör sayısının" azalması. Dolandırıcı kurbanı birtakım çok zeki Atatürkçü profesörlere ve CHP seçmeni emekli memurlara artık "gurbetçiler" eklendi. Dolandırıcılar halka iniyorlar!
Ama "15 Temmuz halkına" inemezler.
Kısa bacaklı ve kıllı adamlar, çokbilmişlerden çok daha akıllıdırlar.
Onlara ne evlerini sattırabilirler ne de darbe dayatabilirler.
Engin Ardıç/Sabah
BİR FETÖ/PKK PROJESİ OLARAK 6/8 EKİM KALKIŞMASI
PKK da FETÖ'nün devletteki yapılanmasını biliyordu. Devlet içinde ne kadar güçlü olduğunu, bizler Türkiye'nin başına açtıkları musibetler sayesinde fark ederken PKK, ortak hamileri olan ABD'nin bilgilendirmesiyle öğrenmişti zaten. Bu iki terör örgütü, DHKP-C, MLKP gibi irili ufaklı sol örgütleri de yanlarına alarak bir terör konsorsiyumu oluşturdu ve çözüm sürecini bitirirken Türkiye'yi, darbe mekaniğinin içine çeken yeni bir süreci başlattı.
Abdullah Öcalan'ı teslim eden ve Fetullah Gülen'i "merkeze" çeken ABD, bu sefer iki oyuncusunu aynı anda sahaya sürdü. Türkiye'nin buna dayanabileceğine pek ihtimal vermiyordu.
Erdoğan'ın güçsüzleştirilmesi, itibarsızlaştırılması ve Türkiye'nin söz dinleyen bir ülkeye dönüştürülmesi, 17-25 Aralık emniyet-yargı kumpasıyla ya da akabinde girişilen siyasi mühendislik çalışmalarıyla başarılabilseydi muhtemelen 15 Temmuz'a gerek kalmayacaktı.
Gezi kalkışmasından bu yana Türkiye'deki her farklılığı çatışma konusu yapan, halkı kutuplaştırmak için her yolu kullanan, Suriye'deki iç savaşı Türkiye'ye hem mezhep hem etnik çatışma olarak ithal etmeye çalışan ve bu arada laiklik elden gidiyor pilavını da pişirmekten geri durmayan bir algı operasyonuna maruz kaldı Türk halkı. Buna rağmen 15 Temmuz'da kenetlendi ve benzersiz bir darbe teşebbüsünü benzersiz bir ruh ve mukavemetle püskürttü.
Bütün bu süreçte FETÖ'cülerle PKK'lıların demokrasi, özgürlük, barış, insan hakları kavramlarını kimseye bırakmadığına şahit olduk. Terör örgütü temsilcileri Avrupa ve ABD parlamentolarında ağırlandı, bu ülkelerin ana akım medyalarında teröristler özgürlük savaşçısı olarak yer aldı.
Terör örgütlerinin öldürmeye ara dahi vermeden kendine meşruiyet sağlamaya çalıştığı ve medyanın da buna aracılık ettiği 'tuhaf' zamanlardı.
Bugün de aynı şekilde PKK medyasını OHAL kapsamı dışında tutma çabasına şahit oluyoruz. Terör örgütleri için medyanın, hendeklere döşedikleri, kamyonetlere yükledikleri patlayıcılar kadar önemli olduğu ortadayken üstelik. Basın özgürlüğü, demokrasi, barış gibi kavramların örgüt yandaşlarınca kullanılamaması bu yüzden çok önemli. En çok bu kavramlarla propaganda yapıyorlar, 'barış' diyerek 'ölüm' saçıyorlar. Kendilerinden olmayan Kürtleri, çocuklarının gözü önünde katledip sonra da yayın organlarında "AKP'liler hedefimiz" başlıkları atabiliyorlar.
***
PKK-FETÖ işbirliği, ilk kez Gülten Kışanak ve Ekrem Dumanlı'nın el sıkıştığı o meşhur fotoğrafla kamuoyuna yansıdı. Seçimde oy, sair zamanda propaganda ve algı operasyonu desteği... Şimdi anlaşılıyor ki yardımlaşma bundan ibaret değilmiş, ittifak Uludere'ye kadar uzanıyormuş.
Türkiye'yi kutuplaşmaya, darbeye, iç savaşa sürüklemek üzere yapılan bir iş birliği bu.
Kobani bahanesiyle Yasin Börü ve arkadaşlarını katlederken de MİT TIR'ları üzerinden Türkiye DAEŞ'e yardım ediyor yalanını dolaşıma sokarken de birlikte hareket ettiler.
6-7 Ekim olaylarının yıldönümündeyiz. Üzerinden iki yıl geçti.
Çözüm sürecini bitiren olaydı Kobani kalkışması. Yasin Börü ve arkadaşlarının davasında, şehit çocukların aileleri bas bas bağırıyor "Kobani kalkışması için çağrı yapan Selahattin Demirtaş, Gülten Kışanak ve Zübeyde Zümrüt yargılanmadıkça adalet yerini bulmayacak" diyorlar.
Demirtaş nedamet getireceğine, gidip ifade vereceğine aynı çağrıyı yineliyor.
6-7 Ekim olaylarının iddia ettikleri gibi spontane gelişmediği, yaptıkları çağrılardan değil sadece, olay sırasındaki HTS kayıtlarından da anlaşılıyor.
Örgütlü bir kalkışma olduğu, Demirtaş ve diğerlerinin azmettirdiği belliyken, sığındıkları yerlerde imdat arayan çocuklara emniyetin kayıtsız kaldığı 155 kayıtlarıyla sabitken FETÖ ve PKK işbirliğine başka kanıt aramaya gerek yok.
Duran Kalkan da zaten "Kendinizi kullandırtmayın, bizim savaşımız AKP ile" derken FETÖ'cü askerleri göreve çağırıyordu!
Halime Kökçe/Star
DURMADAN CANI SIKILAN ÇOCUKLAR
N'oluyoruz yahu, dedim.
Küçücük çocuk için bir haftada üçüncü doğum günü kutlaması mı?
Önce çekirdek aile arasında, sonra geniş aileyle neredeyse bir "düğün" havasında, en sonunda okul arkadaşlarıyla...
Anne baba arkadaşım.
Dünyanın en garip sorusunu sormuşum gibi baktılar bana. Sonra mırıldandılar; "Ne yapalım, istedi işte!"
Anlamam lazımdı oysa.
Mutluluk özel bir şey olmuştu.
Partiler, kutlamalar istiyordu.
Bunun dışında...
Bir ırmağın sessiz sakin akışı gibi; tatlı tatlı uykuya dalar gibi bir mutluluk haline inanan neredeyse kalmamıştı sanırım.
Yeni muhafazakâr ebeveynler bile şöyle ışıltılı patırtılı hiç bitmeyen mutluluk günleri trendine kapılmış gidiyorlardı.
***
Anlamışsınızdır...
Çocukları, yeni anne babaları ve onların eliyle hazırlanan yeni geleceğimizi sık sık konuşacağız.
Nasıl Fetö'yü, ülkeye kurulan tuzakları, dünyanın politik gidişatını her gün sorgulamak zorundaysak, bu hallerimizi de mercek altına almak zorundayız.
Dün "Bir yabancı olarak çocuk" başlıklı yazıma gelen tepkilerden gördüm ki, genç anne babalar sıkıntılılar.
Büyükannelerimizin, büyükbabalarımızın hiç akıllarından geçmeyecek bir şey onların içini sürekli kemiriyor.
Ne mi o?
Derin bir suçluluk duygusu...
Muazzam bir korku; hata yapma korkusu...
Çocuk için bir şeyler azıcık ters gitse, anne babaların yüzleri ekşimeye, mideleri kaynamaya başlıyor: "Acaba bizim suçumuz mu; nerede hata yapmış olabiliriz?"
Hele çocuk artık okul çağına gelmişse, işler sarpa sarıyor.
***
Peki anne babaların bazen el yordamıyla, bazen pedagog kapısında, bazen dün bahsettiğim kılavuz kitaplar yoluyla çare aradıkları bu sıkıntılar çocukları ne kadar ilgilendiriyor?
Pek az.
Herkes biliyor da itiraf etmek istemiyor: Şimdiki çocuklar bizim kafamızdaki sıkıntılarla değil, içlerinde durmaksızın büyüyen "can sıkıntısı"yla boğuşuyorlar. Bu öyle bir rahatsızlık ki, artık neredeyse her üç çocuktan ikisini pençesine alıyor; "odaklanma yetersizliği" denen dertle iç içe ilerliyor.
Dürüstçe konuşmalıyız bunları...
"Çok zeki çocuk da ondan sıkılıyor" falan diye kendimizi aldatmadan...
Ve telaşa kapılmadan konuşmalıyız.
***
Mektup
Üzerinde durulmaya değer bir iddiadan bahsettim ya...
Aralarında Clinton'un başkan yardımcısı adayı Tim Kaine'nin de bulunduğu beş senatörün Fetö'yü savunan bir mektubundan...
Azılı fetöcüler sosyal medyadan "mektup yalan" diye yüklendiler.
Neredeyse, mektubun varlığına kanıt sayılacak bir topyekûn itiraz hali.
Fakat şimdi duralım, bekleyelim!
Yaşayıp göreceğiz.
Hem de ne çok şey!
Haşmet Babaoğlu/Sabah
FIRILDAK, REMZİ'NİN EKMEĞİ VE ASALET
Eleman bizim aklı evvellere norm koymaya çalışıyor ama daha kimEnverist kim Neo-İttihatçı hattında farkında değil.
Yahut fakında da, gündüz gözüyle cambazlık yapıyor ki, olursa o kadar olur.
Hadi kime danışmanlık yaptığından geçtim, insan halihazırda aynı gazetede yazdığı yazarlara bakar da utanır.
Utanmak çok önemlidir.
Daha evvel bu köşecikte dedim ya; insanı utanma duygusu terk etti mi geriye sadece "beşer" kalır.
Utanmak elbette asalete mündemiçtir.
Galiba Platon demişti, "asalet doğuştan değil, davranıştan gelir."
Öyledir.
İnsan yapıp ettiklerinin "toplamı" değil midir? Madem insan masum, günahsız doğar, ve madem yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğiz, bu böyledir.
"Hazreti insan" katına yükselebilecek miyiz yoksa "beşer" olmaya mahkum mu olacağız?
Ademoğlunun yeryüzündeki serüveninin hülasası bundan ibarettir.
*
Yeryüzünde hiç kimse anasından cibilliyetsiz doğmaz. Allah adildir, mutlak adalet sahibidir.
Ne güzeldir o söz: "Hâşâ zulmetmez kuluna Hûdâsı/ Herkesin çektiği kendi cezası!"
İnsan nihayetinde kendine zulmeder. En büyük zulüm de kazanım zannederek kendi kendine yaptığıdır.
Üç günlük dünya için bin bir türlü fırıldak çevirerek ömrünü tüketir. O kadar ki, bizzat fırıldağa dönüşür de haberi olmaz.
Çünkü her çürüyüş kademesinde bir başkasına dönüştüğü için kendisini göremez.
Vahlar olsun ki asıl körlük budur!
Gözü olup görmeyenden, kulağı olup duymayandan daha kötü kim olabilir?!
*
"Yatay değişiminin" herkes farkına varır. İnsan bu; zamanla alnı kırışır, gözleri altında mor halkalar belirir, saçları beyazlar.
Mukadderattır.
Ne ki, dikey serüven böyle değildir. "Eşrefi Mahlukat" olmak da var "Belhum Adal" olmak da!
Bozulan bozulduğunu fark etmez. "O mâhîler ki deryâ icredür deryayı bilmezler" misali.
Maazallah öyle bir bozulmaya duçar olur ki insan, içgüdüleri bile değişir, laçkalaşır.
Artık çıkış yoktur.
Nietzsche'ye sorsanız, dekadans yozlaşmış içgüdüdür, diyecektir.
Haksız mıdır?
*
Gitmiş dolaşmışsın, yıllar yılı her menfaate diz kırmışsın, sana atılan her ekmeği havada kapmışsın.
Yüzünden, "Zaten hep yeşildi fındık dalları" türküsü akıyor nerdeyse. Elin ayağın ayrı oynuyor, omurgasızın önde gidenisin.
Velhasıl, müptezelsin.
Nasıl yapmışsan artık kapağı buralara atmışsın.
Gelgelelim, ne halde olduğun veya ne hale geldiğinin ayırdında değilsin.
Sadra şifa tek cümlen yok.
Mizahtan, ironiden anlamazsın. Asaletten zerre miskal nasibin yok, bir de utanmadan millete ayar vermeye kalkışıyorsun.
Dün bir bugün iki, hele bir soluklan yiğidim, sen kim millete ayar vermek kim! Sana şırınga ile seviye zerk edilse bünyende durmaz.
"İslamcılığın" da yalan, her şeyin gibi.
Yalancısın.
Yalan söylemek öyle ontolojik bir suçtur ki, içgüdüyü de bozar. İçgüdüsü bozulan insanda asaletin kırıntısını bile beklemek beyhudedir.
*
Dedem (Hasan Baba derlerdi) rahmetli çok saygıdeğer alimdi; hâlâ kimi fetvalarına göre amel edenler var bizim oralarda.
Muhacirlik döneminde insanlar ekmeği zor bulup yerlerdi, kaldı ki köpekler bulacak.
Bulsa havada yer öyle yere inerlerdi.
Remzi Ağa adında çok geniş bir sülaleyi temsil eden çok tanınmış bir ağa vardı.
Muhacirlik döneminde bir gün dedemin köpeğinin önüne ekmek atmış, lakin, köpek atılan ekmeğe dönüp bakmamış, dedemin yanında yoluna devam etmiş.
O gün bu gündür bizim oralarda şu söz söylenir: "Remzi Ağa'nın ekmeğini Hasan Baba'nın köpeği yemedi."
Asalet önemlidir.
Salih Tuna/Yeni Şafak