Peki, TBMM'nin Dışişleri Komisyonu'ndan geçen Askeri İşbirliği Mutabakatı çerçevesinde Türkiye'nin gerekirse asker gönderme meselesi de gündeme geldi ve Türk kamuoyunda bazı çevrelerde bizim "Libya'da ne işimiz var?" gibi sorular da yükseliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye büyük bir devletin yani Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesi ve varisi olan bir ülkedir. Bu emperyal bir vizyona sahip olmak ya da topraklarını genişletmek anlamını taşımıyor. Ama milli güvenliğimizi ve menfaatlerimizi teminat altına alacak her türlü adımı atmaktan da kaçınmamak durumundayız. Unutmamak gerekir ki; güvenlik politikalarımızın hatlarını mevcut siyasi sınırlarımızla belirleyemeyiz. Bu açıdan Orta Doğu'da, Balkanlar'da hatta ve hatta Akdeniz'de Rus varlığını da düşünürsek Kafkasya'da güven, huzur ve sükûnu tesis etmek istiyorsak büyük devlet reflekslerine, ferasetine ve vizyonuna sahip olmak zorundayız. Bu da tarihi hafızayı tazelemeyi, tarihi tecrübe ve birikimlerin sunduğu projeksiyonla dış politika yapmayı beraberinde getirmektedir. "Libya'da ne işimiz var?" diyenler, çok değil bir asır öncesine dönerlerse ne işimiz olduğunu anlayacaklardır. Libya'yı kaybetmemizin bize nelere mal olduğunu okuma fırsatı bulacaklardır.
Tarihi tecrübe ve birikimlerin sunduğu projeksiyondan bahsettiniz. Libya'da bir asır önce ne oldu?
Öncelikle bir asır önceki resmi ortaya koyalım. 1878'de Kıbrıs, 1881'de Mısır İngilizlerin ve 1882'de Tunus Fransızların himayesine geçmiş. Osmanlı Devleti'nin Akdeniz güvenliğini teminat altına almasını sağlayacak, aynı zamanda Afrika'ya açılan tek kapısı bugün Libya olarak bilinen Trablusgarp kalmıştır. Ve Trablusgarp, 29 Eylül 1911 tarihinde Devlet-i Aliyye'ye verilen nota sonrasında İtalyanlar tarafından işgale uğraşmıştır. Tabi bu durum karşısında Osmanlı meclisindeki ekseriyet milli şeref ve haysiyetin muhafaza edilmesi üzerine her türlü fedakârlığın göze alınması iradesini ortaya koymuş ve İttihat ve Terakki'nin Selanik'te toplanan kongresinde, Trablus ve Havalisinin şiddetle müdafaası yönünde karar çıkmıştır. Lakin Trablus'a giden yolların kapanması sebebiyle, İttihat ve Terakki Cemiyeti, vatanperver zabitlerden müteşekkil bir grubun gizlice Trablus'a gönderilmesini ve mücadelenin yerel ahalinin örgütlenmesi münasebetiyle yapılmasını ön görmüştür. Bu hadise, esasında Libya ile Türkiye arasındaki dostluk ve kardeşlik adımlarının başlangıcını teşkil etmiştir.
Osmanlı'nın bir avuç genç zabit ile Afrika'daki son toprak parçası olan Trablusgarp'ı savunma girişiminden bahsettiniz. Bu savunmanın mahiyeti nedir?
Trablusgarp Müdafaası, Milli Mücadelenin her açıdan önsözü gibidir. Türkiye olarak milli mücadelemizin 1912 Balkan Harpleriyle başlayıp aradaki Cihan Harbiyle beraber 1922 Büyük Taarruzla bittiğini düşünürsek, milli mücadelenin bütün aktörleri Trablusgarp Müdafaasında yerini almıştır. Örneğin, Birinci Balkan Harbi'nde Bulgarların eline geçen Edirne'yi yeniden Türk toprağı yapan ve Birinci Cihan Harbi'nde (ve dolayısıyla Çanakkale Zaferinde) Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili olan Enver Paşa Bingazi ve Derne Cephelerinin kumandanı olarak Trablusgarp Müdafaasında en önde gelenlerdendir. Yine İstiklal Harbimizin önderi ve Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal Paşa, Trablusgarp'a gelen genç subaylar arasındadır. Kut'ul Amare Zaferinin mimarı Halil Paşa, Kafkas İslam Ordularının Komutanı ve Bakü fatihi Nuri Paşa, Basra Müdafi Süleyman Askeri Bey, Cumhuriyet'in kurucularından Ali Fethi (Okyar) Bey, Rauf Bey, Ömer Naci Bey vb. pek çok sima genç bir Osmanlı zabiti olarak Trablusgarp'ta yerini almıştır. Ve oraya intikal serüvenleri bambaşka bir hikâyedir.
Nedir o hikâye? Biraz bahsedebilir misiniz?
Az önce de arz ettiğim gibi Trablusgarp'a giden yollar kapalı olduğu için, Osmanlı Zabitleri, müstear isimlerle ve çeşitli kılıklarla bölgeye intikal etmişlerdir. Mesela, Binbaşı Enver Bey, tanınmamak için dilsiz bir Suriyeli tüccar kılığında Mısır'a gitmiş, Mısır'dan Trablusgarp'a geçerken de Arap Şeyhi kılığına girmiştir. Enver Bey'le birlikte Rauf Bey ve Recep Bey Mısır'dan Trablusgarp'a gitmiştir. Bağdat Jandarma Kolağası Süleyman Askeri Bey ile Mülazım Cemil Bey de hoca kıyafeti giyerek uzun ve tehlikeli bir yolculuktan sonra Bingazi'ye varmışlardır. Halil Bey (Kut), hadise patlak verince hemen yurda dönerek bir Macar ismiyle Tunus'a geçemeye çalışmıştır. Lakin Tunus'a çıkar çıkmaz Fransız polisi tarafından yakalanmıştır. Daha sonrasında, Cenevre Konvansiyonu'nda kabul edilen silahsız ve sivil olarak bir zabitin özgürce seyahat edebileceği maddesi hatırlatılarak, süvari mülazımı Ekrem Bey'le Trablusgarp'a geçebilmiştir.
Peki, Trablusgarp Müdafaası'nda Osmanlı Devleti'nin imkânsızlıklarından bahsettiniz. Bu imkânsızlıklar içerisinde nasıl bir savunma yapılmıştır?
Bir kere şunu söylemek icap eder. Bu zabitler, Trablusgarp'a giderken tam bir adanmışlık ruhuna sahiplerdi. Enver Bey mektuplarında bu motivasyonu "Bir halkın en yüce hakkını, hürriyetini korumak üzere çalışmak için yaşayacağım. Herkes savaş meydanında ve atalarımızın topraklarını korumak istiyoruz." şeklinde ifade etmiştir. Bu doğrultuda birbirleriyle husumet içerisinde olan yerel aşiretler arasında sulh sağlanmış ve yerel ahali, Osmanlı Subayları tarafından örgütlenerek istiklal ve istikballeri için harekete geçirilmiştir. İtalyanlar, Trablusgarp'ın içlerine doğru ilerleyememiş ve Türk zabitlerine bağlı birliklerin ani baskınlarıyla ağır zayiatlar vermeye başlamışlardı. Türk zabitlerinin zaferleri, Avrupa basınında da büyük bir yansıma bulmuştur. Bunun yanı sıra, kısa bir zaman zarfında, Trablusgarp Havalisi imar edilirken Mısır ile Derne arasında İstanbul ile muhaberata geçecek telgraf hattı tesis edilmiştir. Trablusgarp'ta işlerin kendileri için kötüye gittiğini gören İtalyanlar Balkanlardaki patlamaya hazır etnik milliyetçiliği kaşıyarak, Balkan Harbi'nin çıkmasını teşvik etmiştir.