Ankara'daki temaslar vesilesi ile piyasada iki önemli soruya yanıt arandığına tanık oldum... Birincisi ve nedense en önemlisi, "Bu yıl anayasa referandumu yapılır mı?" İkincisi, tahmin edileceği gibi "Merkez Bankası Başkanı kim olur?"
Kulis bilgileri ve özel ortamlardaki en üst düzey siyasal beyanlardan hareket edecek olursak...AK Parti, yeni anayasa yolculuğunda, beklenenden de erken bir tarihte yalnız kaldı. 316 milletvekili, hazırlanacak anayasanın referanduma sunulmasına yetmiyor. 14 milletvekili ile ilgili spekülasyonu ise kimse etik bulmuyor. Buna rağmen bir strateji söz konusu. AK Parti, "Başkanlık sistemini" esas alan anayasa metni yazımına başladı. Önümüzdeki günlerde bir dizi istişare toplantısı da yapılacak. Henüz "Türk tipi başkanlık sistemine" ilişkin ipuçları görünmüyor. Başbakan'ın kafasındaki modelin, daha çok ABD'deki fren-denge mekanizmasına göre kurgulanacağı anlaşılıyor. Özünde "partili cumhurbaşkanlığının" gözetileceği düşünülüyor.
AK Parti, 14 vekil üzerinden transfer imasına bile şiddetle itiraz ediyor. Lakin özgürlükçü, insan onurunu esas alan, temel hakları tahkim eden, devlete karşı bire- yi güçlendiren, egemenliğin kullanımında aracı anayasal organlar mantığını reddeden, başkanlık eksenli bir anayasanın, eğer referanduma sunulabilirse milletten yüzde 55-68 arasında destek alacağı görülüyor. Peki, "anayasa sandığı milletin önüne taşınabilecek mi?" Bu noktada, MHP'nin iç dinamiklerini, mahkemedeki kayyum süreçlerini, olağanüstü kurultay arayışlarını izlemekte, HDP içinde PKK'yı sorgulayan isimlerin çizgisini gözetmekte ve kamuoyunda tartışmaya açılacak anayasa taslağının toplumdan TBMM'ye doğru yaratacağı dalgayı beklemekte fayda var. Türkiye'deki anayasa sürecini; terörle mücadelenin yönü, vatandaşlık tanımı, yerinden yönetim teknikleri gibi içsel, ABD'deki başkanlık seçimleri, AB'nin Türkiye'ye bakışını revize etme niyeti gibi dışsal faktörlerle birlikte okumak gerek.
Okan Müderisoğlu/Sabah
Zarrab'ı tanımam. Ona yönelik müspet veya menfi kuvvetli bir duygum da yok. Çok varlıklı bir aileden geldiğini, yani İran ile ticarete aracılık etmesinden önce de zengin olduğunu biliyorum. İnsan ticaret yapan bir canlı. Ticaretin insanın bekası ve refahı yanına özgürlüğüne katkısı da açık bir gerçek. Bazı liberal yazarların hayal ettiği gibi serbest ticaret tek başına savaşı önlemenin, barışı tesis etmenin ve korumanın aracı olamaz, ama ticaretin barışa da kültürlerin karşılıklı etkileşimine de katkıları olduğu sabit.
Ticaret bir şahsın, dinin, ülkenin değil insanlığın ürünü. Dolayısıyla, anormal olan ticaretin olması değil önlenmesi. Ticareti engellemeye kalkarsanız insanlar ticaret yapmanın yeni yollarını arar ve bulur. Ayrıca, ticarete engel olmanın çoğu zaman hedefe ulaşmaya yetmediğini de görüyoruz. Ülkelere konan ticarî ambargo iktidar sahiplerine değil sıradan halka zarar veriyor. Meselâ ABD yıllarca Irak'a ambargo uyguladı ve Saddam keyif çatmaya devam ederken Irak'ta çocuk ölümleri tavan yaptı. Rusya'ya uygulanan ambargo Rusya'yı diz getiremediği gibi halkın Putin arkasında kenetlemesine de yol açıyor. Japonların Pearl Harbour baskınının sebebi ABD'nin Japonya'ya uyguladığı ambargoydu. Bu yüzden, ticareti engellemenin uluslararası ilişkilerde araç hâline getirilmesi yanlış. Liberal filozoflar buna daha önce birçok kere işaret etti. Meselâ Bastiat "sınırlardan mallar geçmezse ordular geçer" demişti.
Bu çerçevede ABD'nin İran ile ticareti suç ilân etmesinin insanî hayatın akışına ve doğasına aykırı olduğu kanaatindeyim. ABD'nin bunu yapmaya hakkı olmadığını düşünüyorum. Üstelik ABD'nin bu bakımdan çifte standartlı olduğunu, başka ülkelere yasakladığı şeyleri büyük ABD şirketlerinin yaptığını biliyoruz. Benim derdim Zarrab'a ne olduğu değil, 'ben güçlüyüm, istersem ticarete keyfî sınır getiririm' tavrı.
Atilla Yayla/Yeni Yüzyıl
ABD'nin önünde çok kritik bir başkanlık seçimi var. Ancak bu seçimden ya da adaylardan bağımsız olarak ABD'nin yeni dönemdeki stratejisinin konturları az çok bellidir. ABD, Pasifik veKafkasya-Ortadoğu-Doğu Avrupa dengesini, her iki tarafı ve bu coğrafyalardaki eksen ülkeleri kontrol ederek, sağlamaya çalışacak. Bir önceki yüzyılda Pasifik'te Japonya kontrol altında, Çinise ayrı kutuptaydı, diğer Asya ülkeleri ise zaten yok hükmünde sayılıyordu. Ama şimdi Japonya, tıpkı Türkiye gibi, "bağımsız" karar alma ve siyaset oluşturma yollarını geliştiriyor, Çin ise "başka bir dünyada" Rusya ile rekabet etmiyor, doğrudan ABD'nin "dünyasında" ve ABD ile rekabet ediyor. Bu durumda, Pasifik, en az Kafkasya, Ortadoğu ve Avrupa kadar önemli. ABD, bu iki bölgeyi, aynı anda, aynı oranda askeri ve siyasi olarak kontrol edemez. Bunun ekonomik şartları ilk önce yok. Dolayısıyla, ABD, her iki bölge için "stratejik müttefik" anlayışını yeniden yorumlayarak, kendi mutlak kazanımları ve yararı dışında da karşısındaki ülkelerin çıkarlarını ve kazanımlarını hesap etmek zorundadır.
Bu gerçeği hâlâ görmeyen ve kendisini bir önceki yüzyılda zanneden neocon tarafı, bu kontrol meselesinin eskisi gibi darbe-vesayet zinciriyle olacağını sanıyor. Ama o eski çamlar bardak oldu, Pasifik'te nasıl yeni bir Çin varsa, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Kafkasya için de yeni bir Türkiye var. Öte yandan, Türkiye'de de bu yeni durumu görmeyen siyasi yapılar da neocon tarafına bakıp kendileri için bir çıkış var sanabilirler. Ne kadar yanıldıkları çok yakında bir kez daha anlayacaklar.
Burada yalnız mesela iki temel konuya baktığımızda bile, siyasetin rotasının nasıl çizilmekte olduğunu görürüz. ABD'nin Transatlantik ve Transpasifik ticaret anlaşmaları doğrultusunda yeni ticari paradigma oluşturma çabaları, bizim yukarıda özetlediğimiz yeni stratejinin iki önemli başlığıdır. Buna bağlı olarak, başta Çin çıkışlı yeni İpek Yolu ticari geçişleri ve Türkiye merkezli Güney Enerji Koridoru (Güney Gaz Koridoru) hiç şüphesiz ki yeni bir bölge siyaseti ve diplomasisi üretecektir.
Aslında bu iki konunun birbiriyle iç içe geçtiğini söylemek gerekiyor. Çünkü Türkiye'nin Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması'na (STA) dahil olması, yukarıda sözünü ettiğimiz bölgede, Türkiye üzerinden yürüyen bir ticari entegrasyonu ister istemez doğuracak. Tabii işin şöyle bir "derin" yanı da var; AB ve ABD arasında yapılacak STA'nın da etkinliği için buraya mutlaka Türkiye'nin dahil edilmesi gerekiyor. Çünkü lojistikten ürün standartlarına değin birçok konuda Avrupa'nın üretimini ve bu üretimin ticarileşmesini, Türkiye olmadan, Türkiye limanları kullanılmadan yapmaya kalkmak işi yokuşa sürmekle eşdeğer...
Serbest ticaret anlaşmaları, yalnızca gümrük ve kotalar için tanınan serbestiyet değildir, para-sermaye çevriminin, beşeri-sermaye dolaşımının kolaylaşması, denetim altına alınması ve mal üretimlerinin aynılaşması, standartlaşmasıdır daha çok. Böyle olunca bu süreç, pazarları, ulusal sınırların hukuki, sosyal-kültürel ve ekonomik kısıtlarından çıkartarak bütünleştirir ve bu bütünleşme de bir müddet sonra siyasi tarafa da yansıyarak siyaseti değiştirir. İşte Türkiye, yalnız coğrafi olarak değil, bu alanlardaki bütünlüğü sağlayacak çok önemli dinamikleri, hem tarihsel özellikleri hem de güncel konumu itibarıyla barındırıyor. Dolayısıyla, ABD-AB arasında yapılacak Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması'nın bu iki ekonomik yapıyı da aşan bir küresel ticari bütünlük olacağını varsayarsak, bu, Türkiye olmadan olmaz. İşte bütün bunlardan dolayı, Türkiye-ABD ilişkileri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, güçlü bir lider olarak, ABD'nin yeni dönemdeki stratejisi için yeri ve önemi yeniden değerlendirilmeli ve bu ziyaretteki temaslara bu perspektiften bakılmalıdır.
Cemil Ertem/Milliyet
Hürriyet'in Kelebek ekinde o resmi gördüğümde irkildim.. Hangi resim olduğunu söylememe gerek yok sanırım.. Günlerdir medya o resmi tartışıyor.
Ama bence yanlış rayda tartışıyor.. "Bu resim haber mi" diyorlar.. Tartışmaya bile gerek yok.. Evet, haberdir. Ünlülerin özel yaşamları haberdir. Bunu artık öğrenelim. Ünlü olmanın bedelidir bu.. Dünyanın en ciddi gazetelerinde bile ünlülerin özel yaşamını konu edinen, dedi kodu, sosyete, magazin sütunları vardır. Uçuşan bir eteğin altından iç çamaşırlarının görünmesi dünyanın her yerinde haberdir. Annem yaşındaki İngiltere Kraliçesi'nin uçuşan eteğini görmedik mi?.
İngiliz Tahtının varisi prensin eşi Prenses Middleton'un nerdeyse kullandığı iç çamaşırının markasını okumadık mı, dünyayı saran uçuşan etek resimlerinden..
Özet!.. Uçuşan etek haberdir. İlgi çeken haberdir. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerinden Billy Wilder o "Özel" sahneyi filme niye koydu sanırsınız?.
Bir bölüm "Kadına şiddet" dediler.. "Kadına Şiddet" çağımızın en büyük utançlarından.. Mücadele etmeniz için kadın değil, "İnsan" olmanız yeterli.. Ve de kadına değil sadece her türlü "Şiddet"e karşı olmalı "İnsan!.." Ama, popülizm yapma uğruna, her ama her şeye "Şiddet" derseniz, o zaman deyimin içini boşaltırsınız.. Karısını 52 yerden bıçaklayanın yaptığı şiddet.. Uçuşan bir eteği fotoğraflayanın yaptığı da şiddet!. Bu eşitlikten kim karlı çıkar?. Okurlarım bilirler..
Yıllardır bu tür fotoğraflarla savaşırım.. Gazeteciliğimle değil, vicdanımla savaşırım. Hastane acil kapılarında bekleyen foto muhabirleri vardır. Sedye ile getirilen yarı baygın kadınların resimlerini çekerler. Öyleleri vardır ki, ahbap oldukları hastabakıcılar sayesinde, eteği yırtılmış, ya da sıyrılmış o baygın kadının sedye resmini çekerler ve yayınlanır. Bu yüzden hastabakıcılara rüşvet verenleri öğrendim. Yaralı kadın üstü örtülü gelse bile, örtüyü sıyırıp baygın kadının çıplak bacağını çekerler. İğrençliğe bakar mısınız?.
Suç sadece foto muhabirinde değil tabii.. Ondan öyle resim isteniyor. Çekmezse para yok.. O resimleri isteyen, sayfaya koyan editörlere, yazı işleri müdürlerine ve Genel Yayın Müdürleri'ne seslendim bu köşeden, hem de kaç defa.. Hep ayni soruyu sorarak.. Şimdi de Hürriyet'in Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin ve Kelebek Yöneticisi Cengiz Semercioğlu Kardeşlerime soruyorum. "Size gelen o resimde, etekleri beline kadar uçuşan kadın, eşiniz, kız kardeşiniz olsaydı, gene koyar mıydınız?."
Hıncal Uluç/Sabah
Ne uğruna heba etti peki yüzyılın ardından ilk kez bu kadar yükselen çözüm imkânını PKK? Kürt nüfusu ve haliyle Kürt sorunu olan bölgedeki dört ülke arasında meselesini sivil siyasi yollarla demokrasi ve hukuk içinde çözmek isteyen tek ülke Türkiye iken hem de. Bir seçim yaptı PKK. Masada söz verdiği halde sınır dışına çıkmadı, silah bırakmadı ve dünya örneklerinin aksine çocukları silahlandırdı, bölgeyi işgale kalktı. Sahte bir yanılsamaya dayanarak ABD ve Rusya'nın, bazı AB ülkelerinin, İran ve Esed'in lojistik ve diplomatik desteğiyle Türkiye'ye saldırıyor. Elbette bunun bir karşılığı olacak.
Böyle bir noktada, meşru egemenlik haklarını kullanan ve vatandaşlarının güvenliğini sağlamak, hak ve özgürlüklerini korumakla yükümlü bir devletin şiddeti siyaset aracı olarak kullanan ve silah bırakmak yerine elindeki silahı muhatabının alnına dayamaya kalkan bir terör örgütü ile konuşmasını beklemek ne rasyoneldir, ne hakkaniyetlidir. Önce o silah inecek. Katil katilliğini bilecek. Cinayeti örtbas etmek isteyenler, masaya değil ancak davaya "cinayet ortağı" olarak dahil edilecek. Birleşik Krallığa bağlı Kuzey İrlanda'da ve İrlanda Cumhuriyeti'nde IRA sürecinde yer almış isimlerle görüştüğümüzde bu gerçek daha da pekişiyor.
Dublin ve Belfast'ta dinlediğimiz IRA mensuplarının, eski mahkumların hepsi aynı şeyi anlattı: "Fikirlerimizle siyaseti etkileyebilme imkanı doğduğunda ve görüşmeler başladığında silah artık anlamını kaybetmişti. İnsanımıza zarar vermeyi istemiyorduk. Bir silah ya da bomba patladığında ne İngiltere'ye ne IRA'ya bir şey olmuyordu. Ama insanlar ölüyordu. Bunu değil konuşmayı seçtik ve kendimizi barış dönemine hazırladık. Çocuklarının böyle yaşamasını kim ister ki?" PKK-HDP hattı ise tersini yaptı. Kendilerini, çocukları, gençleri barışa hazırlamak terine YDGH'yı kurup çocukların eline silah verdi.
Barış fikrinin/idealinin araçsallaştırıldığı bir durumu yaşıyoruz Türkiye'de. İlan ettiği üzere PKK'nın hedefi doğrudan Erdoğan. "Seni başkan yaptırmayacağız" mottosuyla seçime giden HDP'yi anmaya gerek yok burada. Netice de sahibinin sesi konumunda. Ama CHP'yi analım. PKK'dan gelen işbirliği tekliflerine bu kadar açık olması bile büyük bir utanç vesilesi olmalı "TC'nin kurucu partisi" için. Velhasıl -silah bıraktığı değil terör yaptığı bir dönemde- PKK, iktidar partisiyle, seçilmiş yetkilendirilmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan'la rekabet etmek için Türkiye ana muhalefet partisine çağrı yapıyor. Bu da IRA sürecinde olmayan bir durum. Hayırlı Cuma / Good Friday'a giden süreçte muhalefet IRA'nın değil hükümetin ve Tony Blair'in yanındaydı çünkü.
Sevil Nuriyeva/Star
Bu iddiayı, El Cezire Türk'ün yazarı, finansal güvenlik stratejisti Selva Tor'un, birkaç gün önce "Büyük resmin küçük adamı: Sarraf" başlıklı analizi çok daha net ortaya koyuyor. 17 Aralık'ın daha iyi anlaşılması için bu analizde yer alan tespitlerin bilinmesinde yarar var. Tor'a göre, ABD-Türkiye ilişkilerindeki gerilim 2008'deki finansal krizden sonra Çin Merkez Bankası başkanının, Batıcı parasal sistemi sorgulayan yazısıyla başladı. O yazıdan sonra "Çin borsasında milyarlarca doların buharlaşmasına neden olan satış baskısı" gelmiş ve Çin, bu önerisinden bir süre daha vazgeçmek zorunda kalmıştı. Ancak bu durum, "doların hegemonyal gücünün dayandığı uluslararası ödemeler sisteminden, yaklaşık 100 milyar dolar olduğu tahmin edilen bir gedik açılması"nı engelleyememişti. Peki, neden? 17 Aralık'ın sırrı da bu cevapta saklıydı:
"Bu gediğin sebebi, yükselen Çin değil, bölgesinde yükselen bir güç olma iddiasını en azından 2010'da koruyan Türkiye'ydi. Bu gedik, Türkiye'nin İran'ın petrol ve doğalgaz alacaklarını ABD'nin parasal güç alanı dışına çıkarak by-pass etmesiyle oluştu."
İşte Türkiye'ye karşı, kuşatma hareketi de o tarihten sonra başladı. Sadece ekonomik değil, siyasi sinir uçları da harekete geçirtildi. Gezi, Çözüm Süreci'nin sabote edilmesi, Suriye meselesinin kilitlenmesi birbirini izledi. ABD özellikle ekonomik alanda açık tavır koydu. Önce BM'yi sonra da ABD Senatosu'nu devreye soktu. İran petrol gelirlerini ve her türlü finansal işlemi "kara para aklama" olarak tanımladı. Türkiye dahil birçok ülkeye heyetler göndererek uyardı. Onlardan ikisi, ABD Hazine Bakanlığı'na bağlı Terörün Finansmanı ve Finansal Suçlardan sorumlu Bakan Yardımcısı Daniel Glaser ve yeni müsteşar David Cohen 2010'da Türkiye'ye gelip "Türk bankalarının üst düzey temsilcilerini İran bankaları ile çalışmamaları konusunda" uyardı.
O uyarıya cevap dönemin Devlet Bakanı Zafer Çağlayan'dan gelmişti: "ABD'nin yayınladığı ambargo kararı var. Her türlü finansman hareketine yasak getiren bir düzenleme. Bizi sadece BM'nin kararı bağlar. ABD'ninki değil. ... bankaların cesaretli olması lazım."
Kavgayı şu tablo özetliyor: "İki ülkenin 2002'de sadece 1 milyar dolar olan ticaret hacmi 2010'da 11 milyar dolara çıkmıştı. Beş yıl içinde 30-35 milyar dolara çıkması öngörülüyordu."
ABD'nin derdi de işte bunu engellemekti. Çünkü aynı dönemde Hindistan da petrol paralarını Halkbank üzerinden göndermeye başlamıştı. Bu devam etse Türkiye durdurulamazdı. Gülen Cemaati'nin aynı tarihlerde böceklerle, kameralarla niye hareketegeçtiği şimdi daha iyi anlaşılmıyor mu?
Mahmut Övür/Sabah
Korkunç bir insanlık trajedisi ile karşı karşıya bulunduğumuz bir dönemi yaşıyoruz. Bu kaos içerisinde herkes kendi yaptığının doğru olduğunu düşünse de, masum bir çocuğun dudaklarından dökülen bu kelimeler kimin doğru yolda olduğunun en açık delilidir çünkü...
Okuyup büyüyünce Türk olacağını yani Türkiyeli olup bizim gibi davranacağını söyleyen 7-8 yaşlarındaki Suriyeli çocuk; Suriyeli, İranlı, Rus, Amerikalı ya da Avrupalı olacağını söylemiyorsa, bu ülkelerin yöneticilerinin derin derin düşünmeleri gerek aslında. O çocuk ve onun gibilerin masum dudaklarından, Türkiye ve yöneticileri için dualar yükseliyorsa, her ne kadar telaffuz etmiyor olsalar da bu, diğerleri için beddua makamındadır çünkü...
Suriye başta olmak üzere karışıklık içerisinde bulunan ülkelerin tamamında dökülen kanların, yaşanan travmaların, çekilen sıkıntıların bir bedeli olacağı muhakkak. Yerlerinden yurtlarından edilen ve daha iyi bir hayat umuduyla oradan oraya koşuştururken de bazıları hayatlarını kaybeden insanların ahları, buna sebep olanları ve göz yumanları bir şekilde bulacaktır ve zaten buluyor da. Daha hayatlarının baharında olan çocukların gözlerindeki hayat neşesini karartanların akıbetleri hayır olmaz.
Menfaatlerine yönelik hesapları sebebiyle, yüz binlerin hayatını kaybetmesine, milyonların mülteci haline gelmesine sebebiyet veren kişiler, kurumlar ve devletler, melanetlerini durmadan sürdürüyor. Türkiye ise, mazlumlara yardım için gereken her şeyi yapan ve onları bu hale getiren şartların düzelmesi için çalışan bir ülke. Bu halden rahatsız olan dış ve iç mihraklar ne yaparlarsa yapsınlar, başta Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız olmak üzere yöneticilerimizin bu konudaki kararlılığı sayesinde ülkemiz yoluna devam ediyor.
BM Genel Sekreteri başta olmak üzere, Türkiye'nin mülteci uygulamalarına hayranlıklarını belirten devlet ve hükümet başkanları bir yana; sadece Suriyeli o çocuğun sözleri bile, ülkemiz ve yöneticilerimizle gurur duymamıza yeterli...
Ekrem Kızıltaş/Takvim
"Milli ve yerli" kavramının kendine göre "yıkıcı" potansiyelini fark edenler, ya yanlış teşhisle, ya da yerli aklı üretme konusundaki tekellerini yitirme korkusuyla medyada milli ve yerli kavramlarını topa tuttular. Onlara göre, bu yeni bir kutuplaşmanın, yeni bir ötekileştirmenin ve kamusal alandan sürgün etmelerin mühendisliğiydi ve bu mühendis Recep Tayyip Erdoğan'dı… Eski Türkiye'de "laiklik" ile iktidar edinme pratiğinin yeni şifresi "millilik" üzerinden üretiliyordu. Böylelikle bir tür bağnazlık/ötekileştirme bu sefer muhafazakarları kollayacak, laikleri dışlayacak şekilde kotarılıyordu.
Çoğu itiraz derinlikten yoksundu ve ihmal edilebilirdi.
Bu işe epey kafa yoran Alper Görmüş'ün konuyla ilgili yazıları bunların arasından üslup olarak sıyrılıyordu. Şu kısımlar ciddiye alınması gereken itirazlar olabilirdi. "Öyle ya da böyle, doğru ya da yanlış, 'beka' tespiti ve onu izleyen 'millî çizgiye davet' her zaman otoriterleşme lehine ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere özgürlükler aleyhine işleyen sonuçlar doğurur. Türkiye'de bir süredir böyle bir süreç yaşanıyor."
"Millîlik ekseninin etrafında oluşacak bir siyasi mücadelenin, tıpkı önceki (sağ-sol, laik-dindar) eksenlerin etrafında oluşan siyasi mücadeleler gibi şiddetli kutuplaşmalar yaratacağı aşikâr... Fakat bu nevzuhur eksenin, öncekilerden daha şiddetli bir kutuplaşmaya yol açacağını; sahiplerine, "karşı taraf"a yönelik baskıları meşrulaştırmada daha geniş imkânlar sunacağını söylemek yanlış olmaz."
"Bunun temel nedeni, millîlik çağrısının çok daha geniş kitleler üzerinde çok daha derin etkiler yaratabilme gücüdür. Çünkü sağ-sol ya da laik-dindar eksenli siyasi mücadeleler, özünde iç iktidarı ele geçirmeye yönelik siyasi mücadelelerdir. Oysa millîlik siyaseti, kendi önerisinin etrafında toplanılmadığı takdirde, içindeki herkesle birlikte bütün bir ülkenin felakete sürükleneceği yönündeki çağrısı sayesinde çok daha büyük, çok daha yaygın bir etki yaratma yeteneğine sahiptir."
Evet bunlar hayli ciddi iddialar. Oldukça rasyonel temellendirilmiş gibi de duruyor. Gizli bir "tehlikenin farkında mısınız?" uyarısını da içeriyor.
Benim temennim Görmüş'ün sadece kendi düşünsel sınırlarına takıldığı için olguları, süreçleri ters yüz ederek 1980'lere dönüyoruz uyarısını yaptığı yönünde. Bu hatayı sayısız Balyoz, Egenekon ve Dink davası yazısında yaptığı için de içim rahatlıyor, yanılma payı yüksek diye.
Tek sorun Görmüş ve benzerlerinin çoğu tezlerinin çökmesine rağmen hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etmeleri, özeleştiri yapmamaları.
Çünkü geçmişte belirli bir kesimde itibarı olan bu isimlerin analizlerine bakılarak bu davalar, süreçler hakkında kanaat oluşturuldu.
Görmüş, öncellikle "Milli ve yerli" kavramlarını baştan dün ve dünkü bozulmuş anlamlarında dondurarak, buradan 1980'lerden, hatta Erdoğan'ın popülerliği göz önüne alındığında bundan daha yıkıcı bir sonuç çıkarmış. Aslında Hasan Cemal, Cengiz Çandar'ın daha lümpence ifade ettiği kategorik reddetme tavrının daha steril bir hali bu.
Markar Esayan/Akşam
Hürriyet'in hedefinde bugün 10 çocuğun mağdur edildiği taciz ve tecavüz olayı nedeniyle yıpratılmak Ensar Vakfı gibi bir vakıf ve dindar kesim yok. Tersine sıkı bir laikçi, ateist ve ölümünde dini tören yapılmadan vakfının bahçesine gömülmüş olan Aziz Nesin'in kurduğu bir vakıf var. Peki, o sıralarda kendini dindar kesimlerin iktidarı AK Parti'yi devirmeye adamış olan Hürriyet (Gerçi ne zaman adamadı ki) neden bu haberi yaptı? Hemen "Habercilik refleksi tabii, dindarmış, laikmiş ayrım yapmıyor" diye peşin hükümlü olmayın. Tecavüz olayının doğru olup olmadığı ayrı bir bahis, oraya geleceğiz. Ama önce haberin yapılışındaki asıl nedeni kurcalayalım.
Haberin yayınlanma tarihi 2007. Yani Türkiye'nin politik olarak en sıcak dönemi. Darbe yapıldı yapılacak düşüncesiyle "tatlı" bir telaş içindeki ulusalcı cephe-CHP, Cumhuriyet mitingleri ve hepsinin arkasındaaskerî vesayetin resmî yayın organı Hürriyet. Vakfın başındaki Ali Nesin ise Babası Aziz Nesin'in tersine askerî vesayete, darbelere, Kemalizme karşı olduğunu söyleyecek denli "rahatsız edici konuşmalar" yapan bir isim. O zamanlar mahkeme basıp Orhan Pamukları, Hrant Dink'leri taciz eden, korkutmaya çalışan takım da ziyadesiyle memnuniyetsizdi bu durumdan. Ama Ali Nesin, hâlâ rahat durmayıp "Yetmez ama Evet" kampanyasına destek veriyor, 27 Nisan Muhtırasına karşı yazılan Yurttaş Bildirisi'ne imza atan 500 aydın arasında yer alıyordu.
Sonunda tecavüz davası açıldı. Dava başladığında görüldü ki mağdur Z.K.'nın avukatı, Ergenekon davalarının da ünlü avukatı ve Ergenekon sanığı Kemal Kerinçsiz'in yakın dostu Hanefi Altaş. Dava tam dört yıl sonra, 18 Temmuz 2011 tarihinde sonuçlandığında Bakırköy 1. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi sanıkların mağdur Z.K.'ya karşı tecavüz eylemlerini zincirleme biçimde gerçekleştirdiğine karar verdi ve 2 yıl 2 ay hapis cezasına hükmetti.
Şimdi Ensar Vakfı Başkanı İsmail Cenk Dilberoğlu'nun Aziz Nesin Vakfı'ndaki bu tecavüz olayından söz etmesi üzerine Cumhuriyet gazetesinin yerinden zıpladı. Ali Nesin'in o zamanki "Böyle bir taciz olayı yok" açıklamasına yer verip, mahkeme kararını yok saydı. Oysa tecavüze uğrayan kız çocuğu "Her şeyi Müdürümüz Nuray Ulutaş'a söyledim, beni kovdu" diyordu. Çocuk, eğitmenlerin yanı sıra Vakıf'taki büyük erkek çocuklarının tecavüzüne uğradığını da söylüyordu. Akıllarda ise Ali Nesin'in söylediği o acaip "Eğer bir taciz söz konusuysa, 10-12 yaşlarında, ergenliğe henüz erişmemiş bir çocuk ne kadar taciz edilebilirse o kadar taciz söz konusudur" laflar kaldı.
Peki, daha önce Aziz Nesin Vakfı'nda böyle bir tecavüz olayının yaşanması bugün Ensar Vakfı'nda sözleşmeli eğitmenlik yapma fırsatı bulan bir sapığın ortaya çıkardığı mağduriyetin, o küçücük çocukların yaşadığı travmanın telafisini mümkün kılar mı? Tabii ki hayır! Cezası çok ağır olmalıdır. Aziz Nesin Vakfı'ndaki tecavüzcülere verilen ceza gibi değil. Ancak kamuoyundaki tartışma farklı bir mecrada ilerliyor.
Soruyorum, herhangi bir kurumda ya da okulda yaşanabilecek, çocuk istismarı gibi tüylerimizi diken diken eden aşağılık saldırılar üzerinden siyasi rant sağlamaya odaklanmak, hatta daha ileri giderek Ensar Vakfı'nın dindar kesimler tarafından tercih edilen bir vakıf olmasından hareketle Twitter'da "Sapık nesil dindar nesil" başlıklı hashtag'ler açmak da aşağılık rezil bir kampanya değil midir? Yukarıda da okuduğunuz üzere, 2007 yılında askerî vesayete karşı pozisyon alan Ali Nesin'in cezalandırılması gerekiyordu ve Gladyo Hürriyet'i o vakit bunu çok güzel becerdi. Olay gerçekti ama bu alçaklığın üzerinden bir vakfın çalışmaları ve itibarı hedeflenmişti. Bugün de yine aynı takım, aynı şeyi Ensar Vakfı'na ve onun temsil ettiği dindar kesime saldırarak yapıyor.
Fuat Uğur/Türkiye
Hatırlayacaksınız Mavi Marmara katliamında rezil tavır alan, hatta İHH gibi kıymetli bir derneğin üyelerini terör örgütü mensubu olarak içeri tıkmayı planlayan FETÖ bir anda o dört İsrail üst düzey isminin tutuklanmasına tam destek vermişti. Mavi Marmara'ya adice, kahpece saldırmış Fethullahçılar bir anda bu hâkimin kararıyla duyarlı kesilmişti. Ortada büyük bir sahtekârlık ve belli ki yeni bir operasyon vardı...Bu durum beni çok rahatsız etmişti ve bu meselenin üzerine odaklanmıştım. Bu uğurda devletin en üst düzeylerinden herkesle irtibata geçtim. Tahmin ettiğim çıktı ve tüm devlet bu işin arkasında paralel yapı olduğu tespitinde bulunuyordu. Mavi Marmara konusunda hassas vicdanları istismar etmeye soyunmuştu Pensilvanya çetesi.
Ben de bu gerçeği özellikle İngilizce olarak kaleme aldım ve Washington merkezli bir kuruluşta yayınladım. Ortalık hem içeride hem dışarıda karıştı bu yazı üzerine. Dış basında İsrail'e sürekli yalakalık eden Fethullahçıların bir anda ortaya çıkan İsrail düşmanlığı hikâyesi Batı'da kurdukları oyunu bozdu. Paralel örgüt içeride PR için numaradan İsrail karşıtlığı yapıyordu ama dışarıya AK Parti'nin İsrail ve ABD karşıtı olduğundan hareketle özellikle Erdoğan'ı izole etmek isteyen operasyonlar yapıyordu...
Bunun üzerine HSYK Yaz Kararnamesi'nde İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı'nın rütbesi düşürülmüştü. Başkan düz hâkim olarak görevlendirilmişti. Paralel medya bu hâkime çok sahip çıktı bu olaydan sonra. Mavi Marmara ruhundan nefret eden ve bu konuda İsrail teröründen yana tavır alan paralelciler bir anda bu konuda hassas pozlarına girip AK Parti hükümetine saldırıya geçtiler... İşte bütün bu tablo ışığında Türkiyeİsrail arası ilişkilerin normalleşmesinden niye FETÖ'nün rahatsız olduğunu daha iyi anlıyoruz. Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi ve iyileşmesi FETÖ'yü bitirecek temel stratejik hamledir...
Rasim Ozan Kütahyalı/Sabah
Kirli medya düzeni; astronomik maaşlar ile paraya boğulan kirli kalemler, tetikçi yazarlar devrini de başlattı. 28 Şubat post modern darbe dönemi; basın ahlakı, meslek ilkeleri açısından utanç verici, yüz karası karakterler ortaya çıkardı. Ne var ki, 28 Şubat, medya ayağı açısından sorgulanamadı, sümenaltı edildi. Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturmaları başlayınca, iddianameler mahkemelerce kabul edildikçe, HSYK, kumpasların ve otonom ilişkilerin yargı içindeki unsurlarının üzerine gidince, bu sümenaltı işlerinin arkasındaki Paralel Devlet yapılanmasının (PDY) izleri de belirmeye başladı. Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu, Sayıştay ve Maliye Bakanlığı'na yazı yazdı. 28 Şubat'ın medya ayağına ilişkin yeni bir adım atıldı. Başsavcılık; o dönem Posta gazetesinin sahibi Mehmet Ali Yalçındağ, Hürriyet, Milliyet gazetesi ve Kanal D'nin sahibi Aydın Doğan, ATV, Sabah ve Yeniyüzyıl gazetelerinin sahibi Dinç Bilgin ile Show TV'nin sahibi Erol Aksoy'un girdiği ihalelerin araştırılmasını talep etti. Yazıda ayrıca 1996-1999 tarihleri arasında TOBB, DİSK, Türk-İş, TESK ve TİSK sendika başkanlarının girdiği ihalelerin de tespit edilmesi de istendi.
Ayrıca geçen hafta bir gelişme daha oldu. İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Petrol Ofisi'nde (POAŞ) örgütlü akaryakıt kaçakçılığı yapıldığı iddiasına ilişkin Aydın Doğan ve Ersin Özince'nin aralarında bulunduğu 47 şüpheli hakkında hazırlanan iddianameyi kabul etti. Doğan ve Özince için 24.5 yıla kadar ayrı ayrı hapis cezası istendi. 2007 yılında başlatılan soruşturma nihayet tamamlanmış oldu. Soruşturmayı, 25 Aralık darbe girişiminin mimarlarından firari eski savcı Muammer Akkaş yürütüyordu. Doğan Grubu adına Kurumsal İletişimden Sorumlu Başkan Yardımcısı Ahter Kutadgu tarafından "Uydurma ve saçma suçlamalarla yargısız infaz" başlıklı bir açıklama yapılarak "hepsi asılsız, hepsi iftira" dendi.
Hem 28 Şubat'ın medya ayağı, hem de POAŞ'la ilgili iddiaların yargıya taşınması aslında kimseyi rahatsız etmemeli. Şaibeler, varsa iftiralar ve F. Gülen ile Aydın Doğan arasında iddia olunan ilişkiler böylece açıklığa kavuşmuş olur. 28 Şubat'ın medya patronlarının ve Aydın Doğan'ın, yargı kararları ile aklanması doğru olandır... Suç işlemişlerse de bir ayrıcalıkları olmamalıdır. Ahmet Hakan gibi tetikçi bir gazetecinin dün kendisine yakışan üslupsuzlukla görevini yaptığını gördük. Hürriyet'teki köşesinde Ahmet Hakan Coşkun, patronu Sayın Aydın Doğan'ı savunmak yerine, gazetemizin sahibi Sayın Ethem Sancak'a aşağılık benzetmelerle saldırdı. Tamam, kendisinden bekleneni yapıyor ama bu sefer işe yaramayacağını anlaması, görmesi gerekir. Zira Gülen'in, devlet içinde kurduğu otonom yapının elemanları, artık etkisiz durumdalar. Artık Gülen'in talimatları ile bir koruma, kollama yapılamaz. Kısacası tetikçi gazetecilerin çirkeflikleri, eğer bir suç işlemişse Aydın Doğan'ı kurtaramaz. Tetikçiler ise daha beter hale düşerler...
Hüseyin Gülerce/Star