İşte ABD devletinin derinlerinde süren bu kavganın ilk raundunda Trump ilk ağır darbeyi aldı. Kadrosunun en önemli ve kilit ismi Mike Flynn önceki gün istifa etti.
Bu sıradan bir istifa değil. İç ve dış siyasetle ilişkili olduğu gibi, özel olarak Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyor. Flynn'ı istifaya, Rusya Büyükelçisi'yle ABD ambargosu üzerine konuşması ve o konuşmanın FBI tarafından kayda alınıp sızdırılması götürdü.
Burada da iki önemli ayrıntı var. Birincisi ülke yasalarına göre yetkili olmayan herhangi bir ABD vatandaşının, ABD ile ihtilafı bulunan yabancı devletlerin davranışlarını değiştirmek amacıyla iletişim kurmasının suç sayılması.
Bir siyasi aktörün Rusya büyükelçisine "ambargoyu hafifletebiliriz" demesi suç sayıldığı gibi, böyle bir konuşmanın inkâr edilmesi de suç.
İkinci önemli ayrıntı ise istihbarat örgütlerinin herkesi dinlemesi... Özellikle bu durum, ABD gibi küresel bir güç içinde, seçimle gelenlere bu kadar kısa sürede sonuç alıcı bir darbe indirildiğini gösteriyor. Bu da Trump iktidarının tehlikede olduğunun işareti. Yani Trump iktidarının uzun ömürlü olmayacağı söyleniyor.
Şimdi gelelim, ABD Başkanı Trump'ın Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Mike Flynn'ın istifasının Türkiye'yle ilişkileri nasıl etkileyeceğine...
Doğrusu ABD-Türkiye ilişkileri açısından Flynn'ın istifası ciddi bir kayıp. En önemlisi de Türkiye'yi içeriden çökerten FETÖ'ye bakışı.
Flynn farklı görüşleriyle bilinse de FETÖ'yü terörist ilan eden ilk ABD'li olması nedeniyle Türkiye için önemli bir isimdi.
Flynn'ın 8 Kasım'daki yazısında yer alan şu tespitler Türkiye için çok çok değerliydi:
"Ankara'nın bakış açısına göre, Washington, 'Türkiye'nin Usame Bin Ladin'ine kucak açmış durumda. Biz Gülen'e güvenli bir sığınak sağlamamalıyız.
Bu krizde gerçek dostlarımızın nerede olduğunu görmeliyiz." Bana göre Trump ilk darbesini aldı, umarım bu darbenin artçı sarsıntıları iki ülke ilişkilerine yansımaz. Tam da bu nedenle Türkiye'nin, Flynn'ın istifasını ve sonrasını dikkatli izlemesi gerekiyor.
Hakkında 7 yıla kadar hapis talebiyle iddianame hazırlanan CHP Parti Meclisi üyesi Saliha Sera Kadıgil, olayın şokunu yaşıyor... Bu kuru haber cümlesinin bize anlattığı şey şu:
Sera Hanımefendi meselenin buralara geleceğini, bu kadar büyüyeceğini tahmin edememiş. Bunu ifadesinde de belirtiyor: "Geçmişte yaptığım paylaşımlar gündeme getirildi..."
Demek istiyor ki, "Çok eskiden, internet üzerinden yaptığım paylaşımların yeniymiş gibi sunulmasını ve aleyhimde iddianameye dönüşmesini beklemiyordum. Bu haksızlık..."
Sera hanımefendinin "çok eski" dediği tarih, o kadar da eski değil. 2010, 2011 tarihlerini kapsıyor... "Mürur-u zaman"a sığınmak istiyorsa, sosyal medya hesabında açık bulunan mesajlar için böyle bir şey söz konusu değil. Geçmişte yaptığınız paylaşımları hâlâ kullanımda tutuyorsanız, buradan türeyebilecek sonuca razı olmak durumundasınız.
Sera hanımefendinin paylaşımlarını hatırlatmak istemiyorum. Şu kadarını söyleyeyim:
Ezan ve şehitler konusunda biçimsiz sözler sarf ediyor... Nasıl derler, okuduğunuzda rahatsız oluyorsunuz. Mukabelede bulunmak istiyorsunuz... En hafif ifadesiyle "Pes be bacım" diyorsunuz. Hakikaten pes... Sera hanımefendi bundan bir süre önce gözaltına alındı. Sonra salıverildi. Bence gerekmezdi. Öğreniyoruz ki hakkında dava açılmış. Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama suçlarından 1 yıl 10 ay 15 günden 7 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması isteniyor. Dava açmak gerekir miydi? Emin değilim.
Reyim sorulsaydı, "uğraşmaya değmez" derdim. Zaten kendisi de pişman olmuş. Pişmanlığını açıkça dile getirmiyor ama ifadesinden, sözlerinin tonundan ve anlayış bekleyen bakışlarından pişman olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Diyor ki, "Ezana hakaret etmedim... Sadece kötü ezan okuyanlardan yakındım." Keşke bu şekilde söyleseydi. Anlardık.
Mehmet Şevket Eygi yıllardır bunun mücadelesini veriyor, ezanın güzel sesli müezzinler tarafından okunması gerektiğini söylüyor. Anlıyoruz... Ama Sera hanımefendinin doğrudan ezana saldıran, ezanı lüzumsuz bir bağırtı gibi gören paylaşımlarını anlamakta güçlük çekiyoruz.
Neyse ki, sonunda nedamet getiriyor, kimsenin dini inancına hakaret etmek amacında olmadığını, "yanlış anlayanlardan ve samimiyetle incinenlerden" özür dilediğini söylüyor.
Evet, inciniyoruz... Çok inciniyoruz hem de... İncinmemizin derecesini belirleyecek, ne ölçüde "samimi" olduğumuzu takdir edecek durumda değilsiniz ama inciniyoruz. Dilerim mahkeme vartasını atlatırsınız da, inançlara saygılı olmayı "yasa zoruyla" değil, kalpten gelerek öğrenirsiniz.
Siyasetin belki de en önemli kararı, ekonomiyi evrensel kanunlarından kopartmamaktır. Yani iç ve dış şartlar ne kadar farklı olsalar da, ekonomiyi serbest pazarın dışına fazla çıkartmayacaksın.
Bakın işte Türkiye örneği ortada duruyor... Darbe girişimi, terör saldırısı ve müttefiklerin ihaneti gibi olağanüstü olayları yaşadığımız 2016'da Türk ekonomisi yüzde 2.2'lik büyümesini sürdürmüş.
Hatırlayın... Daha geçen haftalarda felaket tellalları doların 5 lirayı geçeceği kehanetinde bulunmaktaydılar. Buna karşı dolar dün 3.64 TL'nin altına gerileyerek beş haftanın en düşük seviyesini görürken, Hazine'nin gerçekleştirdiği 9 yıl vadeli devlet tahvili ihalesine de üç kat teklif geldi. Merkez Bankası tarafından dün açıklanan Ödemeler Dengesi verilerine göre ise, aralık ayında doğrudan yabancı sermaye girişi 1 milyar 991 milyon dolarla 17 ayın zirvesine çıktı.
Mali disiplinden asla taviz vermediklerini söyleyen Başbakan Binali Yıldırım'ın şu sözleri sanırım aklı başında herkesin düşüncelerini yansıtıyor: "- Battık, batıyoruz diyen felaket tellalları sus-pus, hiç sesleri çıkmıyor. Küresel dalgalanmalarla başlayan döviz kurundaki oynaklık geçicidir, etkileri çok ama çok sınırlı kalacaktır. Havaların ısınmasıyla birlikte ekonomide de demokraside de ülkemizin ayak bağlarının hepsinden kurtulmuş olacağız."
Siyasete heves edenlerin bu gibi durumlardan almaları gereken dersler vardır. Bu derslerin bazılarını yine hatırlatalım: Ekonominin evrensel kurallarını uyguladığımız zaman ülkede yokluk, karaborsa ve döviz krizi olmaz…. Arz- talep dengesini asla bozmayacaksın…. Fiyatları sübvansiyone etmeyeceksin… Ekonomide olduğu gibi siyasette de serbest rekabeti koruyacaksın… Temsili demokrasiyi yok sayıp, "Oligarşik demokrasi" denemelerine girişmeyeceksin… İktidarların seçimle gelip, seçimle gitmelerine alışacaksın.
Arap baharından sonra Suriye iç savaşa sürüklenince PKK bu durumdan faydalanıp Kürt kökenli militanlarını Kandil'den Suriye'nin kuzeyindeki Kürt bölgelerine kaydırıp orada çöreklenmeye başladı. Kürt muhalifleri yok edip bölgenin siyasetinde söz sahibi oldu ve PYD ortaya çıktı. PYD'de YPG silahlı gücü ile bölgede terör estirdi… Kürt muhalifleri, Arapları, Türkmenleri Fırat'ın doğusundaki bölgelerden sürdüler… Kendi baskıcı Marksist düzenleri ile bölge Kürtlerini sindiriyorlar… Bir de ABD'yi kandırıp DEAŞ ile savaşacak tek güç olarak kendilerini iyi pazarladılar…
Daha sonrada "DEAŞ'la savaşıyoruz" bahanesiyle yayılmaya başladılar. Fırat'ın batısına taşıp Arap kenti Mümbiç'i ele geçirdiler ve Arapları buralardan sürdüler… Cerablus'u da ele geçireceklerdi ama 7 ay önce Türkiye Fırat Kalkanı Operasyonu'nu başlattı ve bölgeye girerek hem Türkmenleri, hem Arapları hem de özgür Kürtleri kurtardı… Mehmetçik ve Özgür Suriye Ordusu unsurları bölgede temizlik harekatı yapıp El Bab'a kadar dayandılar. PYD ve PKK'nın oyunu bozuldu.
Bu yazar geçen hafta New York Times gazetesine konuştu ve gazete hafta sonu çıkan ve şu anda gazetenin web sitesinde bulunan bir haber yayınladı ve bu yazarın sözlerine de yer verdi. Gazete bu yazarın ağzından "Türkiye'nin Suriye'nin kuzeydoğusunda bir Kürt yapısını tolere edebilir" dedi. Bu yazar gazeteye aynı zamanda "Ankara, Fırat'ın doğusunda PYD varlığını PKK ile ilişkilerini kestiği takdirde kabul edebilir" diyor.
New York Times önce haberi "Çevik Türkiye'nin Suriye'nin kuzeydoğusunda bir Kürt kantonlarını tolere edebilir" diye yazdı ama sonra bu yazarın itirazı üzerine "evet siz kanton dememişsiniz biz yanlış yazmışız" deyip yazısı web sitesinde düzeltti… Yani düzgün gazetecilik örneği gösterdi.
Bu yazar esas New York Times'a "PYD de bir Barzani olamaz mı? Barzani'nin Türkiye ile ilişkileri muhteşem" dedi. Yani bu yazar nasıl Irak Kürdistan Yönetimi (KBY) Başkanı Mesut Barzani, PKK ile arasına mesafe koyduysa... Suriyeli Kürtlerin de PKK'dan uzaklaşmalarını öneriyor.
Avrupalıların bize söylediklerini hep yanlış tercüme ettik. Bize "benim gibi ol" dediklerini düşündük. Oysa tek bir şey buyuruyorlar: "Yaptığımı değil, dediğimi yap!" Neden?
Çünkü gayet iyi biliyorlar ki... İngiltere'nin yaptığı gibi devletimizin güvenlik duvarını yükseltecek yasaları çoğaltırsak, buradaki gönüllü ajanları iş yapamaz olacak.
Olağanüstü hali Fransa gibi sürdürürsek, her zaman el altından destek çıktıkları PKK ve Fetö soluk alamayacak ve onlar da bu örgütler üzerinden bize operasyon çekemeyecekler.
Bazen Batı'nın Batı, ABD'nin ABD, Avrupa'nın Avrupa olduğunu unutuyoruz. Avrupa'nın egosantrizmini anlamazdan geliyor, özünde kendileri dışında kalan toplumlara "kayıtsız" kaldıklarını kafamıza dank edinceye kadar anlayamıyoruz. Oysa bu halimiz zihinlerimizin kolonileştirilmesi için pek elverişli bir ortam. Şimdi bazı aklı evveller "Avrupa/Batı karşıtlığı" yaptığımı iddia edecek.
Yanlış! Karşıtlık, aslında hegemonun kurduğu hapishanedir. Batı hoşluklar yaparak (balolar, misyonerler, Aziz Valentin günleri, vd.) ve ruhunu okşayarak kandıramadığı toplumları "kafasız muhalefet" hücresinde ölüme terk eder. Hayır! Türkiye'nin Avrupa'ya sırtını dönecek hali yok. Dünyanın tamamı "Batı" olup çıkarken (ki maalesef globalizm budur) dönüp Batı'ya "artık beni ilgilendirmiyorsun!" diyemeyiz. Ama bütün klişeleri kenara bırakıp Avrupa'yla baştan tanışmanın zamanı geldi.
Millet anayasa değişikliğini 21 Ekim 2007 yılındaki referandumda yüzde 68 ile kabul etti. 22 Temmuz seçimlerinden sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri tekrarlandı. MHP'nin oylamaya katılmasıyla 367 sorunu çıkmadı. MHP'nin bugün olduğu gibi o günde de milli iradeden ve çözümden yana olduğunu görüyoruz. Abdullah Gül 339 oy ile 28 Ağustos tarihinde 11. Cumhurbaşkanı seçildi.
Şu yaşanmış hikâyedeki entrikaları, bu entrikaları sergileyen aktörleri, doğru yerde duranları lütfen bugün ile mukayese ediniz. Kimin vesayetin aparatı olduğunu, kimin Meclis'i, milli iradeyi gasp ettirdiğine bakınız. CHP her zaman milli iradenin karşısında olmuş, küçük partiler tehdit almış ve aldıkları oya ihanet etmişler. Millet de onları ilk fırsatta tasfiye etmiş.
"Şimdi Cumhurbaşkanı'nı artık halk seçiyor, neden 16 Nisan halkoylaması 2007 sürecinin tamamlayıcısı olsun ki?" denebilir. Cumhurbaşkanlığı halkın emanetine alınmıştır, doğru. Bundan sonra bu seçimlere kumpas yapılamaz. Ancak Cumhurbaşkanı'nın yetkileri darbe anayasasının yürütmeyi bölmek üzere kurguladığı şekilde hem çift başlılık yaratmıştır, hem de sorumsuzlukla kuşatılmıştır. Bu da vesayetin matruşka bebeğine benzeyen pimi çekilmiş bombalarından biridir.
Erdoğan'dan sonra ne olacağına dair endişe bilakis bu sistem devam ederse duyulmalıdır. Mesele şimdi hükümete hükümet ettirebilme meselesidir. Başbakanlığı cumhurbaşkanlığı ile birleştirip yürütmeyi bir merkezde topluyor, bunu yüzde 50 artı bir ile halka seçtiriyor, onu da Meclis'e, yargıya karşı sorumlu kılıyoruz.
16 Nisan'da hem bu çift başlılığı gidereceğiz, hem de yürütmeyi doğrudan halka seçtirerek 2007'de yapılan kumpasların ilelebet önüne geçmiş olacağız. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dediği gibi "Millet ne derse o olacak"; bunu sağlayacağız. Yoksa 15 yıl boyunca verilen emeklerin, alınan mesafenin hiçbir anlamı olmaz.
Pazar günü çıktığımız bu seyahatin arkasında üç temel gerekçe var. Birinci gerekçe mevcut kaotik küresel ortam içinde Türkiye'nin ikili ilişkilerini geliştirmek, ülkemizin her üç ülkeyle ticaret hacmini artırmak. İkinci gerekçe, Körfez ülkelerini DEAŞ, FETÖ ve PKK gibi terör örgütlerine karşı çok daha etkin bir mücadeleye ikna etmek ve böylelikle İslam'ı ve Müslümanları terörle özdeşleştirmeye yönelik yaklaşımlara karşı en doğru cevabın verilmesine katkı sunmak.
Üçüncü gerekçe, ABD ve Rusya arasında kurulacak yeni dengenin Ortadoğu'ya yönelik yansımalarını bu üç önemli Körfez ülkesiyle müzakere etmek ve Türkiye'nin barışçıl perspektifini muhataplarına iletmek. Üç ülkede de çok iyi karşılandık. Bütün muhataplarımız yeni dönemin risklerinin de fırsatlarının da farkındalar. Ve elbette Türkiye'den beklentileri de had safhada. Fakat Türkiye'nin de onlardan beklentileri had safhada. Türkiye, ne Suudi Arabistan, ne Katar, ne Bahreyn ne de bir başka Körfez ülkesi adına herhangi bir dünya ülkesiyle kavga edebilir. Bana soracak olursanız, Türkiye'nin Suriye krizindekine benzer bir yalnızlaşmaya bir daha tahammülü olamaz.
Türkiye'nin içeride siyasal dönüşümünü ve kurumsallaşma süreçlerini tamamlamaya, dışarıda ise ittifaklarını güçlendirmeye ve çeşitlendirmeye ihtiyacı var. Zor bir süreç bizi bekliyor. Realist politikadan sapmadan yol almak zorundayız. Hem ABD ile hem de Rusya'yla ilişkilerimizi sürdürebileceğimiz bir denge siyaseti kurgulamaya mecburuz.
Her ne kadar şu anda ne Rusya hükümeti, ne de yeni ABD yönetimi Türkiye'nin bu denge arayışından rahatsız olmasa da önümüzdeki dönemde bu denge siyasetini sürdürmek o kadar da kolay olmayacak. Bu süreçte en önemli meselelerden biri Türkiye- İran ilişkileri olacak. Türkiye burada nasıl bir pozisyon alacak, nasıl bir pozisyon almalı? Bu konuya da bir başka yazıda değinelim...
Çarpıtmalarınızı, yürüttüğünüz algı operasyonlarını, işlediğiniz ruhsal cinayetleri, Ahmet Kaya'nın ölümünde ve Hrant Dink'in katledilmesinde azmettirici olmanızı, eski ve vesayetçi Türkiye'yi temsil etmenizi dilimize doluyor, sürekli gündemde tutuyorsak bunun bir sebebi var. Bunu yapıyoruz, evet. Ama konu bulmaktaki çaresizliğimizden değil, eski Türkiye'nin karanlık ve her türlü ahlaktan yoksun yüzünü halka anlatabilmemiz için, bize eşsiz ve bulunmaz fırsatlar sunduğunuz için. Yani, gösterdiğimiz "yakın ilgi"yi gizli bir övünç kaynağı hâline getirmenizi akılsızlık olarak nitelemekten başka elimizden bir şey gelmiyor.
Eğer siz bunları sürdürmeseniz, bugün 18 yaşında oy kullanma ve seçilme yaşına gelmiş bir delikanlıya ya da genç kıza, henüz doğmamış olduğu için farkına varmadığı 28 Şubat sürecini, manşetlerden bakan ve hükûmet değiştirmenizi, darbeci askerlerle halvet oluşunuzu, başörtüsü zulmünüzü anlatamazdık.
Ya da bu gençlerin henüz çocuk olduğu 2004'lerden itibaren 367 kepazeliklerinizi, kaosa kalkan 411 eli, ordunun darbe yapması için ilk sayfalarınızdan servis ettiğiniz her türlü provokatif haberi, sizin haberlerinizin kupürleriyle hazırlanan Ak Parti kapatma davalarını, Anayasa Mahkemesinin aldığı o korkunç kararları, başörtülü eşi olan cumhurbaşkanını seçtirmemek için gösterdiğiniz o alçakça algı operasyonlarını, bilfiil desteklediğiniz 27 Nisan darbe muhtıralarını kolay izah edemezdik. Bu nedenle size teşekkür borçluyuz. Abartarak büyüttüğünüz, özellikle görmezden geldiğiniz haberlerle, linç yazılarınızla bize malzeme verdiğiniz ve sizin üzerinizden temsil ettiğiniz o eski Türkiye'nin çirkin ve karanlık yüzünü halka anlatma imkânı sunduğunuz için tekrar teşekkürler.
Yani demem o ki bundan dolayı "Ay bunların başka işi gücü yok, durmadan bizle uğraşıyorlar, konuşacak malzemeleri kalmamış" diye seviniyorsunuz ya, büyük hata ediyorsunuz. Reyting sürüngeni çocuğu sözde hayır dediği için işten çıkarıp arkasından algıya körükle giden siz, ama evet diyen damat beye dokunmayan da. Hemşireye tekme atan magandayı günlerce manşetten indirmeyen siz, ama 16 yaşındaki başörtülü kız çocuğunu "Hepiniz öleceksiniz" diye darp edip başörtüsünü alan CHP üyesi kadını hiç görmeyen de.
İzmir'de sala okuduğu için CHP üyelerinin müezzini darp edip dakikalarca dövmesini, cami camlarını indirmesini haber yapmayan da siz, ama Meclis'teki kavgada kolyesinden dolayı boynu kızaran ama "Dayak yedim" diye palavra atan CHP'li kadın vekille sayfa sayfa röportaj yapan da. Sizden ve sizin camiadan olduğu için 11 yaşındaki çocuklara çıtır diyen profesörü görmezden gelen de siz, "namaz kılmayan hayvandır" gibi eblehçe lafı sarf eden adamı günlerce manşetten indirmeyen de.
Ve Nilhan Sultan'a en ağır hakaretlerle saldıran da siz, Yılmaz Özdil ile Müjdat Gezen'in iğrenç ve seviyesiz çirkefliklerini görmeyen de. Say say bitmez. Daha eskilere de gideriz. Mursi haberini yapıp "Yüzde 52 oya idam" başlığıyla Erdoğan fotoğrafını yan yana koymanızı mı? "Vay Tayyip Ağa vay" ya da "Muhtar bile olamaz" başlıklarınızı mı? ByLock'u temize çıkarma gayretlerinizi mi? Ajansınız üzerinden HDP'ye oy verin çağrılarınızı mı?
FETÖ'cülerin dinleyip servis ettikleri çok gizli konuşmaları yayınlayıp hükûmeti suçlamanızı mı? Hangi birini söyleyelim? Kısacası tekrar teşekkürler. Millete "Bunlar evvelden böyleydi, şimdi de değişmediler" diye anlatıyoruz. Sayenizde. Böylece millete sizi izah ederken "Hiç değişmeyecekler ve dürüst olmayacaklar" deme fırsatını buluyoruz. Devşirdiğiniz adamlara zor günlerinizde yazdırdığınız yazıların da farkındayız.
Onlardan biri "Evet rüzgârı tersine döndü" demiş dün. Tebrik ederim. Zaten sıkışık zamanda imdada yetişir kendileri. FETÖ bağlantısı konusunda son derece ciddi delillere ulaşıldığı için tutuklanan Doğan Holding Ankara Temsilcisi Barbaros Muratoğlu için de "Tanırım iyi çocuktur" diye yazmıştı. Daha önceden devşirdikleri çoktan hısımlıklarını ilan etmişlerdi zaten, onları saymıyoruz. Ayrıca öyle rüzgârın filan döndüğü yok. Kaos üreterek dumanlı ve puslu bir hava olsun istiyorsunuz. Söyleyeyim. Dumanı dağıtacak olan yıldız-poyraz başladı. Hem de çoktandır.
AYM'ye "yasa" götürülür, anayasanın kendisi değil. Taslağı da değil. Sayın Kılıçdaroğlu, günün değil ayların, hatta yılların incisi olacak bir laf etmiş. Diyor ki: "Anayasa değişikliği teklifi anayasaya aykırıdır!" (Öyleyse niçin mahkemeye gitmiyorsun? Yanlış kanunlar çıkmasına göz mü yumuyorsun? Suça iştirak mı ediyorsun?) Adı üstünde "değişiklik" bu, kendi zıddına elbette aykırı.
Yani, yeni bir anayasa eskisine nasıl uygun olabilir? O zaman 1961 Anayasası da geçersizdir, çünkü 1924 Anayasası'na aykırıdır. 1982 Anayasası hepten geçersizdir çünkü o da 1961'e aykırıdır. Gitsene AYM'ye... Yani Kurucu Meclis de Danışma Meclisi de suç işlemişlerdir. Gitsene AYM'ye... 27 Mayıs cuntasının da, 12 Eylül cuntasının da, "Anayasa'yı tağyir, tebdil ve ilga" suçundan o zamanki kanuna göre asılmaları gerekirdi... Neden gitmedin AYM'ye?
Bunlar TBMM'yi görevini ifa etmekten alıkoymadılar mı kardeşim? Koydular. Efendim diyeceksiniz ki "ihtilal kendi meşruiyetini kendisi getirir"... O zaman bu iktidarı da "20 Temmuz darbesi yaptı" diye suçlamayacaksın. (Yenikapı'ya giderek o darbeye sen de katılmış oluyorsun!) Darbe senin işine gelirse meşru, Fetullah'ın işine gelmezse gayrımeşru...
OHAL bir kanundur ve TBMM tarafından çıkarılmıştır. Bitti.
Beğenmiyorsan gidersin Anayasa Mahkemesi'ne. Peki, 1961 Anayasası 1924 Anayasası'na aykırı olduğuna göre (mantık sana aittir), Anayasa Mahkemesi de eski Anayasa'ya aykırı mıdır?
Elbette. Git AYM'ye, "biz burada oturmakla suç işliyoruz" diye karar çıkart. (İntihar mı etsinler?)Internet sitelerine ya da YouTube'a bak, orada "kendi kuyruğunu yutan yılan" falan diye ilginç haberler göreceksin. Felsefede "ouroboros" derler bunun simgesine.
Halkımız bu kavramı "dön baba dönelim, hacılara gidelim" özdeyişiyle ifade ediyor. Bir de "testi kulpu" derler ama onun uygulaması ayrıdır. Muhalefet öyle şeyler yapmasın.
CHP eski çizgisinde ısrarcı olup.. Anayasa Mahkemesi'nde dava açsaydı.. Ne olacaktı? Bir sürü tartışma.. En başından.. "Değişiklik gereği Anayasa Mahkemesi üyelikleri sona erecek olan yüksek mahkemedeki iki subay, iptal talebini görüşmeye katılabilirler mi, katılamazlar mı?" tartışması.. Bir kesim diyecek "Katılamazlar." Diğer kesim diyecek ki, "Katılırlar."
Al sana üçüncü dünya savaşını çıkartma yolunda, amansız bir tartışma konusu.. "Aaaa.. Anayasa Mahkemesi'nde subaylar mı var" diyeceksiniz.. Maalesef var.. Kenan Evren amcamız, 12 Eylül anayasasını yaptırırken.. En kilit yerlere askeriyeden üyeler yerleştirmiş ki.. İş sağlam olsun.. Özellikle o tarih itibari ile, 11 kişilik Anayasa Mahkemesi'nde iki üye subaylardan olursa..
Sonrasında da, CHP'nin kadrolu avukatı Yekta Güngör Özden ve benzerleri sayesinde 11'de 6 çoğunluğunu sağlamak çantada keklik olacaktı.. Nitekim de öyle oldu. Anayasa Mahkemesi'ndeki askeri vesayet daha yeni kırıldı.. (Bugün Cumhurbaşkanı'nın Anayasa Mahkemesi'ne bir siyasi partinin kadrolu avukatını seçtiğini düşünün. Ne kıyametler kopar.. Ama önceki sistemde, Yekta Güngör Özden, CHP'nin kadrolu avukatı olduğu halde, Anayasa Mahkemesi'ne atanmış ve yıllarca o mahkemede üyelik, başkanlık yapmıştı.)
Anayasa Mahkemesi'nde iki subayın varlığını unutmamız biraz da.. Son yıllarda Anayasa Mahkemesi'nin, eski yasakçı kimliğini terkedip, hızla özgürlükçü bir kimliğe bürünmesinden kaynaklanıyor... Anayasa Mahkemesi özgürlükçü kararlar verdikçe.. Üyeleri arasında iki subayın bulunduğu gerçeği de, gözlerden kaçırılıyor..
Oysa 28 Şubat sürecinde.. Refah Partisi idi.. Ardından Fazilet Partisi idi.. Ardından az kalsın AK Parti'ye bile.. Kapatma kararı çıkarılacağı tartışılırken.. Üyelerin hepsinin doğumu, geçmişi, daha öce nerede görev yaptıklarına ilişkin bilgiler, en ince ayrıntısına kadar ezbere biliniyordu..
Şimdi Anayasa Mahkemesi özgürlükçü olunca.. 17 üyeden ikisinin subay olduğu.. O iki subayın, TSK'da iken mahkemeye atanan bildiğimiz subaylardan olduğu gerçeği unutuldu.. 16 Nisan'da, işte bu subayların yüksek mahkemedeki görevinin sonlandırılmasını da oylayacağız. Ama bu oylama öncesinde, CHP iptal davasını açsa idi.
Anayasa Mahkemesi'nde "TSK'dan seçilen iki subay olsun mu, olmasın mı?" sorusunu önce, şu an halen görev yapan iki subayın bulunduğu heyet cevaplandıracaktı.. Yani iki subay, kendileri ile de ilgili karar vermiş olacaklardı.. Aşağı tükürsen sakal. Yukarı tükürsen bıyık.. CHP'nin iptal davası açmama kararı ile.. Muhtemel bu tartışmayı da, bir çırpıda atlatmış olduk..
Şunu da hatırlatayım.. CHP'nin iptal davası açması, kendi açısından da büyük bir çelişki olurdu.. Bir yandan, halkoyuna sunulan değişiklik ile "Yasama organının yetkilerinin daraltıldığı"nı iddia ediyorsunuz.. Yeni değişiklik ile, "TBMM'nin gücünün azaltılacağı"ndan şikayet ediyorsunuz..
Bir yandan da.. Bugün daha güçlü olduğunu söylediğiniz o TBMM'nin, güçlü iken yaptığı bir değişikliği beğenmeyip, 17 kişilik Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesini istiyorsunuz. Açık bir çelişki değil mi bu? TBMM'nin güçlü olmasını istiyorsanız.. Etkin olmasını istiyorsanız.. "Saygın" olmasını istiyorsanız.
Sizin önce, bugünkü TBMM'ye saygı göstermeniz gerekmez mi?.. TBMM'nin aldığı halkoyuna sunma kararına saygı göstermeniz gerekmez mi?.. TBMM'nin güçlü olmasını istiyorsanız.. Bırakın TBMM, bu gücü kendi kararları ile hayata geçirsin. 17 kişilik Anayasa Mahkemesi kararı ile TBMM'ye tanınacak "güç"ten kime ne hayır gelebilir ki?
Hal böyle olunca "basın özgürlüğü" korosu bildik nağmeleri mırıldanmaya başladı; muhalif gazeteciler işten kovuluyor. Sözümona muhalifliği, eleştirel düşünceyi, sorgulamayı kutsayan "basın özgürlüğü" korosu olayla ilgili sorulması gereken en temel soruların cevabını aramadan Doğan Holding'in gösterdiği hedefe dörtnala koşmaya başladı. Peki nedir o sorular?
Soru: İrfan Değirmenci muhalif tutumu bugün mü benimsedi? Doğan Holding tarafsız yayın yapmaya bugün mü karar verdi?
Cevap: Hayır!
Yıllardır İrfan Değirmenci sabah haberlerini aynı muhalif tonda sunuyor ve yine yıllardır Doğan Holding tarafsız olduğunu iddia ediyor.
Soru: Tarafsızlık ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle kovulan İrfan Değirmenci'nin yerine sabah haberlerini sunmaya başlayan kişinin tutumu farklı mı? Veya Kanal D'nin yayın politikasında bir değişiklik oldu mu?
Cevap: Hayır. İrfan Değirmenci'nin yerine 15 Temmuz Şehitleri'nin hatırasına saygısızlık edecek kadar Erdoğan ve AK Parti nefretinden gözü dönmüş Emin Çapa getirildi.
Aydın Doğan birden fikir de değiştirmedi. Yıllardır neyse şimdi de aynı;
Doğan Holding'deki sözümona muhalif, eleştirel, idealist gazetecilerin patronu olan Aydın Doğan. İşe alan Aydın Doğan, yıllardır muhaliflik namına türlü ucuzluğu ve hakareti yapmasına göz yuman Aydın Doğan, canı sıkılınca işten kovan Aydın Doğan, yerine bir başka militan muhalifi istihdam eden Aydın Doğan... Çünkü o patron, hem de ülkenin en büyük medya holdinginin patronu. Doğan Grubu bünyesinde çalışanlar da gazeteci değil işçi: Doğan'ın işçileri! Şimdiye kadar gazetecilik namı altında patronun çıkarlarını savunan, raf ömürleri dolunca patron tarafından işten kovulan diğer bütün işçiler gibi; Uğur Dündar, Bekir Coşkun, Emin Çölaşan, Yılmaz Özdil ve diğerleri gibi. Özgürlükler konusunda pek hassas, çok duyarlı olan sevgili gazetecilerimiz, mesela Ahmet Hakan Coşkun, Nevşin Mengü, İsmail Saymaz... Meseleye bir de bu açıdan baksanız güzel olmaz mı?
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ilgili Anayasa değişikliği Meclis'te engellenemeyince, 'hayır' cephesi bütün gücünü, imkânlarını 16 Nisan'daki referandum için seferber etti. Öyle ki, CHP Anayasa Mahkemesi'ne gitmekten vazgeçti. Kılıçdaroğlu, "Son söz Yüce Divan değil, milletin divanıdır" dedi. Tamam da neden o zaman Meclis'te her türlü provokasyonu, engellemeyi, kavgayı, ısırmayı yaptınız? Millet divanını, asıl Meclis'te hatırlayıp değişikliğe destek verseydiniz, belki de en avantajlı konuma geçecektiniz. Ufukta 'evet'i görüp korkuyla salavat getirir gibi milleti hatırlamak, samimiyetinizi sorgulatır tabii… Her neyse, bu çark ediş, Sayın Kılıçdaroğlu'nun benzer çarkları hatırlanınca şaşırtıcı olmayabilir. Ancak CHP'nin aleyhinedir. CHP AYM'ye gitmekten neden vazgeçti? Herhalde, "Partinizin isminde halk var, halka gitmekten neden korkuyorsunuz?" eleştirisi etkili oldu.
Bir de sinsi 'hayır'cıların algı operasyonu var. Son hamleleri, koro halinde, "evet rüzgârı tersine döndü" diyorlar. Sürekli 'evet' ile ilgili kafa karıştırıyorlar. Algı yönetiminde rol kapan bir kalem de umulmadık şekilde kılıç sallıyor. Anayasa değişiklik teklifi Cumhurbaşkanlığında birkaç gün bekletilince, "Erdoğan kanunu geri göndermeli, referandumu engellemeli" diye yazabildi. Şimdi de "Cumhurbaşkanı sahaya inmemeli, çünkü ters teper, 'hayır'ın işine yarar" diye gözdağı veriyor. "İktidar cephesi bu defa çok zorda" diyor, "tarafsız destekçisi yok 'evet' cephesinin…" diye ekliyor. Bir yandan kafa karıştırıyor, bir yandan da uyanıklık yapıyor: "Hayır çıkınca Başbakan ve Cumhurbaşkanı yerlerini koruyacak zaten…" diyor. Yani 'evet'e ne lüzum var, diyerek AK Parti ve MHP tabanını gevşetmeye çalışıyor.
Bu kalemin, zekâsına, tecrübesine, geçmişteki duruşuna bakılınca, "neden evet" sorusuna en ikna edici analizleri yapması beklenirken, "hayır"ın keskin kılıcı olması beni fazlasıyla şaşırtıyor. Onu kimsenin ikna etmesine gerek yok. Mevcut sistemin vesayetçi sistem olduğunu, darbelerle delik deşik edildiğini, milletin sandıkta seçtiklerinin Ankara'da nasıl onursuzca itilip kakıldığını, Parlamento'da partilerin içiyle nasıl oynandığını, nasıl koalisyon pazarlıkları yapıldığını, 28 Şubatları, 27 Nisanları en iyi o biliyor. AK Parti'nin tek başına iktidar iken nasıl kapatılmak istendiğini, 7 Haziran'dan sonra AK Parti-CHP koalisyon tezgâhı ile Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın nasıl Beştepe'ye hapsedilmek istendiğini, bu konudaki tezgâhları en yakından o biliyor. Hatta AK Parti Kongresinin, cumhurbaşkanı devir tesliminden önce neden yapıldığını da en iyi o biliyor…
Bahreyn, Katar ve Suudi Arabistan seyahati, bu ülkelerle olan münasebetlerin daha da geliştirilmesine yönelik. Bu ülkelerde bulunan işadamlarımızdan bazılarıyla yaptığımız görüşmeler, münasebetlerin ve tabii ki iş hacminin gelişmesi konusunda oldukça ciddi bir potansiyel olduğuna işaret ediyor. Yapıları gereği ihtiyaç maddelerinin büyük bir bölümünü ithal eden ülkeler bunlar. Ve ihtiyaç duydukları kalemlerin büyük bir bölümünü ülkemizden temin etmemeleri için de bir sebep yok. Yine her birisi adeta birer şantiye görünümünde oldukları için de, başta inşaat olmak üzere birçok sektör açısından da oldukça cazip yerler.
Cumhurbaşkanımızın seyahati, bu ülkelerle aramızda bulunan mevzuatla ilgili bazı engellerin aşılması açısından, önemli. Ancak konu bununla da sınırlı değil. Suudi Arabistan, Bahreyn ve Katar'da da inşaat başta olmak üzere, çeşitli alanlarda faaliyet gösteren kuruluşlarımız var.
Bunların iş hacimlerinin gelişmesi ve tabii sayılarının artması, sadece bizim için değil, bu ülkeler için de faydalı. Hemen yakında bulunan Türkiye'nin bu ülkelerin ihtiyaçlarını iye belirleyip buna uygun girişimlerde bulunması ve böylelikle onlarla daha fazla iş bağlantıları kurulması, çok da zor olmayan bir şey. Hele de, Cumhurbaşkanımızın konuya olan ilgi ve katsısı bu kadar canlı iken.
Bu ülkelerin nelere ihtiyaç duydukları, bunları nerelerden temin ettikleri ve bu hususta nelere dikkat ettikleri konusunda ciddi çalışmalar yapmak gerek herhalde. Böylelikle yakınlık avantajını da kullanacak ülkemiz özel sektörünün bu ülkelerle aramızdaki ticaret hacmini çok daha yukarılara çıkarması, işten bile değil.
Bu ülkelerle ilgili gelecek vaat eden ilişkiler sadece özel sektörle sınırlı değil tabii. Aynı şekilde savunma sanayi başta olmak üzere ülkemiz kamu sektöründeki birçok kuruluş açısından da, ciddi bir pazar ve belki de potansiyel ortak olarak bakılabilir bu ülkelere... Son gezi de, bunun böyle olduğunu gösterdi zaten... Cumhurbaşkanımızın rahmet vesilesi olan yağmur eşliğinde gerçekleşen seyahati, ülkemiz ve bölge ülkeleri için hayırlar getirir.
Ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyen bu dış ekonomik olayların yanı sıra, uluslararası sistemin politik bakımdan Türkiye karşıtı bir yaklaşımı benimseyen bir anlayışa yönelmesi, bilhassa Batı'nın yeni Ortadoğu siyasetinde ortaya koyduğu Türkiye'yi dışlayıcı, bölgesel bakımdan etkisizleştirici politikalara yönelmesi bir başka sorundur. Bu sorun Batı'nın muhtelif araçlar kullanarak Türkiye'nin demokratikleşme sürecini istikrarsızlaştırmaya dönük müdahalelerinin devreye sokulmasına vesile olmuş görünmektedir.
Batı'nın, başta FETÖ yapılanması, onun 15 Temmuz girişimi ile olan karanlık ilişkileri olmak üzere, PKK/PYD örgütlenmesine verdiği desteği saklanmadan açıkça göstere göstere yapmasından sonra çeşitli finansal ve ekonomik araçlar kullanılarak ekonomide bir sarsıntı yaratılmasına yönelik müdahaleleri, kaçınılmaz olarak Türkiye'yi daha dikkatli olamaya ittiği açıktır. Bu durum, geleneksel Batı'ya endeksli politik tercihlerin meydana getirdiği 'bağımlılık ilişkilerini' radikal bir biçimde eleştirmeyi de gerekli kılmıştır.
Buradan çıkan bazı neticeler bulunmaktadır. Bunların bir kısmı politik bir kısmı ise ekonomiktir fakat mesele doğrudan Türkiye'nin uluslararası sistemle karşı karşıya kaldığı çelişkilerle olduğu için ekonomik olanlarla politik olanlar zorunlu olarak bir arada telakki edilmek durumundadır. Bir başka ifadeyle Türkiye bir taraftan bölgesel sorunlara Batı sistemiyle kurulu bağımlılık ilişkilerinin dışında bölge merkezi yaklaşımlarla cevap verirken, ekonomideki hem küresel daralmanın içeriye yansımalarına hem de çeşitli ekonomik araçlarla yapılan istikrarsızlaştırma operasyonlarına milli kaynaklara dayanan yeni politikalarla, yeni kurumlarla yeni bir büyüme stratejisine yönelerek cevap vermek durumundadır. Küresel rekabette milli ekonomiye dayanmak mecburiyeti vardır.