Osmanlı Devletinde İstanbul'un fethinden, bugüne kadar, cuma namazının kılınmadığı, ezan sesinin duyulmadığı bir tek gün dahi olmadı. Hatta işgal günlerinde bile böyle bir olay yaşanmadı. Sadece o gün hariç...
Takvimler 29 Eylül 1730'ü gösteriyordu. Günlerden cumaydı. O gün Osmanlı İmparatorluğu tarihinde bir ilk yaşandı. Çünkü camiler kapatıldı ve ezan okunması yasaklandı.. İşte o yasağın ilginç öyküsü
Pasarofça antlaşmasından sonra, Patrona Halil İsyanına kadar ki 12 yıllık dönem, Osmanlı Devletinde Lale Devri olarak anılır. Dönemin en önemli olayları şüphesiz Sadrazam Damat İbrahim Paşa'nın öldürülmesi ve 3. Ahmed'in tahttan indirilmesidir.
Tarihe geçen ve bir devri kapatan ayaklanma işte böyle bir ortamda başladı. Bayezid Hamamı'nın telláklarından Patrona Halil'in önderliğinde sokağa dökülenler birkaç dakika içinde kendilerine binlerce destekçi buldular.
Saray, olup bitenin henüz farkında değildi ama isyancılar da ne yapacaklarına henüz karar vermemişlerdi. Halil ile yeniçeriler arasındaki ilk ciddi görüşme, sokağa dökülmelerinin ikinci gününde yapıldı.
İşte tam bu sırada, ortaya 'Deli İbrahim' adında bir softa çıktı. Patrona Halil ile yeniçeri ağalarının önüne geldi ve 'Mübarek bir davaya kalktınız. Zalimlerden hesap soruyorsunuz. Böyle büyük bir günde ezan okunmaz, namaz kılınmaz' dedi
Arnavut Halil'in sebep olduğu isyan bitip, her şey sakinleştikten sonra, Birinci Mahmud İstanbul kadısına bir ferman gönderdi:
'Sebep olduğu kötü hatıradan dolayı bundan böyle hamamlarda Arnavut tellák çalıştırılmayacaktır' buyurdu..
Yeniçeriler tarihleri boyunca defalarca ayaklandılar. Bazen padişahları tahtlarından, bazen da sadrazamları, şeyhülislamları ve vezirleri kellelerinden ettiler. İsyanların en büyük ve kanlılarından olan, 'Patrona Halil Ayaklanması' da tarihe böyle geçti.
Osmanlı'da Ramazan günlerinde zenginler, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav vb. dükkânlarına girer, onlardan Zimem defterini yani veresiye defterini çıkarmalarını isterdi. Baştan, sondan ve ortadan rastgele sayfaların yekununu yaptırıp, "Silin borçlarını… Allah kabul etsin" der, çeker giderlerdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezdi.
Kahvenin yanında su gelirdi. Şayet misafir toksa önce kahveyi alır, açsa suyu alırdı. Ona göre ya yemek sofrası hazırlanır ya da meyve ikram edilirdi.
Kapıların üstünde iki tokmak olurdu; biri kalın biri ince. Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vururdu. Evin hanımı kapıyı ev haliyle bile açardı. Erkekse kalın tokmakla kapıyı vururdu. Evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar ya da bi' mahremi (kocası, oğlu vs.) açardı.
Pencerenin önünde sarı çiçek varsa ' Bu evde hasta var .. Evin önünde hatta bu sokakta gürültü yapma ' anlamına gelirdi.Pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa ' Bu evde gelinlik çağına gelmiş , bekar kız var Evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve küfür etme'anlamına geliyordu
Osmanlı'da Ramazan'da halk, eşine-dostuna iftar vermeyi büyük bir ibadet kabul eder, misafir ağırlamak için çırpınılırdı. Ramazan boyunca iftar vakitlerinde kapılar açık tutulurdu. Böylece yolda kalan ve ihtiyacı olan herkes istediği eve girer iftar sofrasına dâhil olurdu. Bunun için tanıdık olmaya gerek yoktu ve iftar için gelenin kim olduğu da asla sorulmazdı.
Kız istemeye geldiğinde damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için pantolonunun "diz izine" bakılırdı.
Osmanlı'da bayramların bilhassa çocuklar için ayrı bir yeri vardır. Bayramlıklarıyla sokakta gezen çocuklara "arife çiçeği" denilirdi.Osmanlı'dan gelen 'Arife Çiçeği' kavramı; bayramdan birkaç gün önce yapılan alışverişin ardından çocukların sabırsızlanarak giysilerini bayramdan bir gün önce, yani Arife günü, giyerek dolaşması olarak tanımlanırdı.
Osmanlı'da bayram, Sultanın bayram namazı için camiye gelişiyle başlardı. Namaz sonrasında saraya dönen padişah önce annesinin elini öpüp ardından diğer aile efradıyla bayramlaşırdı. Padişah, bayram tebriğinin ardından güzel işlemeli keselerle çocuklara para saçarak onları sevindirirdi.
Osmanlı'da yüzyılın başında giyilen kavukların şekli ve cinsi herkesin sınıf ve mesleğine göre değişirdi. Kavuğun şekline bakarak o kimsenin mensup olduğu sınıf herkesçe tanınırdı. Böylece kavukların her biri bir sınıfın âdeta âlamet- i farikası haline geldiği için bir kimse bir başkasının giydiği şeyi giyemezdi.
Dersaadet'te mahalle kahvesi olarak bilinen, her mahallenin imam, muhtar ve ileri gelenlerine mahsus o zamana göre adeta bir kulüp niteliğinde olan bir kahvesi vardı.Mahalle kahveleri, günümüz kahvelerinden farklı olarak, ilmi, edebi konuşmaların, tarih sohbetlerinin yapıldığı ve hatta şiir ve manzumelerin okunduğu, hikâyelerin anlatıldığı, bilmeyenlerin, bilenlerden istifade ettiği yerlerdi.