
1.Dünya Savaşı'nın 100. yıldönümü nedeniyle geçen yıl, özellikle Avrupa'da, savaş yeniden masaya yatırılıp bir hesaplaşma sürecine girildiğinde altı çizilen noktalardan biri, bu savaşın büyüklüğünü ve yıkıcılığını savaşa girmeden önce kimsenin tahmin edemediği yönündeydi. Ayrıca savaşın uzun vadede kimseye bir yarar getirmediği, dünyada derin fay hatları oluşturduğu ve yeni sorunlar doğurduğu da kabul edilen gerçekler arasındaydı. Bugün yaşanan pek çok sorunun kaynağının (özellikle Ortadoğu'da yaşananların) o yıllardan günümüze miras kaldığıysa tarihçilerin sıklıkla vurguladığı bir çıkarımdı. Fakat bu hesaplaşma, yeniden ele alma rüzgarı bitmedi. Malum bu yıl da Çanakkale Savaşları'nın 100. yıldönümü. Rüzgar yakın zamanda Çanakkale'de esecek. Öncü esintiler gelmeye başladı bile. Çanakkale Savaşları küçük bir kara parçasında ve Çanakkale Boğazı'nın girişinde cereyan etse de, hem askeri anlamda, hem tarihi anlamda hem de neden olduğu sonuçlar düşünüldüğünde 1. Dünya Savaşı'nın en önemli cephelerinden biri olarak kabul edilir. Etkilerinin günümüze kadar sürdüğü de tarihçilerin altını çizdiği bir gerçektir. Peki gerçekte Çanakkale Savaşları neden yaşandı, bu cephe niye açıldı? Makarayı başa sarıp anlatalım. 1914 Temmuz'unda başlayan 1. Dünya Savaşı'nın, Avrupa kıtasına sıkışması ve cephe savaşlarına dönüşmesi, tarafların birbirlerine üstünlük sağlayamaması yeni stratejik arayışları gündeme getirmişti. Dönemin İngiliz Deniz Kuvvetleri Bakanı olan Winston Churchill de savaşın Doğu'ya kaydırılması gerektiğini düşünenlerden biriydi ve onun yoğun ısrarlarıyla Çanakkale cephesi açıldı. Müttefiklerinden birini saf dışı bırakıp Almanlara ölümcül bir darbe vurma yönündeki stratejik düşünceden yola çıkılarak İtilaf Kuvvetleri'nin açtığı bu cephede amaç, Boğazları ele geçirip İstanbul'u işgal ederek Osmanlı İmparatorluğu'nu devre dışı bırakmak ve müttefik Rusya ile bağlantı kurup onlara destek olmaktı. Churchill'e karşı çıkan üst düzey komutanlara rağmen cephe açılmasına karar verildi ve 19 Şubat 1915'te Deniz Savaşı başladı. Balkan Savaşları sonrası revize edilen ve Almanya'nın da desteğini alan Osmanlı Ordusu böylesi bir saldırıya karşı önceden hazırlıklıydı. Boğaz mayınlanmıştı. Hem Boğaz hem de bu mayınlar kimileri hareketli toplarla korunuyordu. İngilizlerin 'hasta adam' olarak gördükleri Osmanlı'ya karşı yeterince hazırlanmadan giriştikleri Deniz Savaşları'nda ne bu topları tam anlamıyla susturmak ne de mayınları temizleyip boğazı aşmak mümkün oldu. Birkaç defa büyük ve yoğun taarruza rağmen (en şiddetlisi 18 Mart'ta gerçekleşti) Osmanlı Ordusu İtilaf Kuvvetleri'nin gemilerini boğaza sokmadı. Ağır kayıplar veren İtilaf Kuvvetleri de bir kara harekatıyla top tabyalarını etkisiz kılma fikrini geliştirdi. Böylece tarihin ilk ambifi harekatı 25 Nisan 1915'te yapıldı. Anzak askerlerinin ağırlıkta olduğu Kara Savaşları da ilk günlerde amacına ulaşamadı. Savaş kısa zamanda bir siper savaşına dönüştü. Yaklaşık 600 bin ile 1 milyon arasında değişen bir asker sirkülasyonunun olduğu küçük kara parçasında göğüs göğüse yapılan çarpışmalar çok şiddetli geçerken siper aralarının bazen sekiz metreye düştüğü oluyordu. Ama siperlerin yakınlığı kurşun sıkılmadığı zamanlarda askerler arasında iletişim kurulmasına da vesile oldu. Ölülerin gömülmesi için yapılan ateşkesler, askerlerin karşılıklı birbirlerine sigara ve konserve göndermeleri, karşılıklı bayram kutlamaları düşmana bakışı da değiştiriyordu. Taraflar birbirlerine saygı duymaya başlamıştı. Bundan dolayı Çanakkale Savaşları 'son centilmen savaş' olarak nitelendiriliyor. Osmanlı Ordusu'nun dirayetli duruşu, her askerin ölümü göze alarak siperlerde savaşması, her türlü taaruzun bertaraf edilmesi, İtilaf Kuvvetleri'nin amaçlarına ulaşmasına engel olunca İngiliz cephesinde yeni arayışlara girişildi. Cephedeki en yüksek rütbeli İngiliz komutan Ian Hamilton'ın önce yetkileri kısıtlandı. Onun yerine atanan General Charles Monro ise yaptığı etüt sonrasında hemen geri çekilme kararı aldı ve İtilaf Kuvvetleri 9 Ocak 1916'da geri çekilerek gitti. Büyük bir sessizlik içinde ve tahmin edilenden az kayıpla geri çekilme gerçekleşince Çanakkale cephesi de kapandı. Ama bu cephenin maddi ve manevi sonuçları da ağır oldu.
1. DÜNYA SAVAŞI UZADI
Tarihçilere göre Çanakkale'nin geçilememesinin 1. Dünya Savaşı'na iki büyük etkisi oldu. Öncelikle savaş daha geniş coğrafyaları da içine alarak genişledi ve uzadı. Ayrıca İngilizlerin boğazları aşıp müttefikleri Rusya'ya gerekli desteği verememesi 1917 Ekim Devrimi'nin oluşma şartlarını hızlandırdı. Öte yandan İngilizlerin süper güç karizması ciddi ölçüde sarsıldı. Osmanlı İmparatorluğu içinse var olma ve yok olma savaşından başarıyla çıkıldığı için Çanakkale büyük bir moral oldu. Ama bunlar Çanakkale cephesinin 1. Dünya Savaşı'nın en kanlı cephelerinden biri olduğu gerçeğini de değiştirmez. İtilaf Kuvvetleri'nin şehit sayısı yaklaşık 60 bindir. 210 bin asker de ikinci derecede savaştan etkilenmiştir. Bu askerlerin çoğu da Anzak'tır. Osmanlı Ordusu 53 bin şehit verir, yaralılar, esirler, hastalanıp savaşamayacak duruma düşenler ve kayıpların sayısı da yaklaşık 195 bin askerdir. Birkaç kuşağın Çanakkale'de yitirildiği hep söylenir ve özellikle okumuş gençlerin bu savaşta hayatını kaybetmesinin acısı da Cumhuriyet kurulduktan sonra daha iyice anlaşılır. Çanakkale Savaşları malum bizim için ayrı bir öneme sahip. Bunun pek çok nedeni var. Öncelikle bizim için bir var olma yok olma savaşıdır Çanakkale. 'Hasta adam'ın yeniden ayağa kalktığının göstergesidir. Osmanlı İmparatorluğu'nda 18. yüzyıldan beri arka arkaya gelen hezimetlerin yarattığı moral bozukluğunu tersine çeviren, sırtımızı dayayabileceğimiz önemli bir tarihi moral ve motivasyon noktasıdır. Bunun için kolektif hafızamızda bir kahramanlık abidesi olarak asılı durur. Öte yandan hemen hemen her hanede bir Çanakkale hikayesi olduğu için, çünkü neredeyse eli silah tutan herkesin savaştığı bir cephedir, kişisel ve aile tarihlerimizde de önemli bir yer tutar. Ama tüm bunlara rağmen Çanakkale ile ilgili bilgilerimiz genel olarak okulda öğretilenlerle sınırlıdır. Yerli ve yabancı oldukça zengin Çanakkale külliyatından çok da faydalandığımız söylenemez. Belki de tarihe bakışımızdaki duygusal perspektif kaçınılmaz olarak Çanakkale Savaşları'nda daha keskin bir hal aldığı için buna ihtiyaç duymayız. Fakat bu durumun Çanakkale Savaşları'nı kendi bağlamından kopartıp farklı yerlere savurduğu da sürekli altı çizilen bir gerçektir. Nedir bu savrulmalar derseniz? Mesela Çanakkale Savaşları'nın Osmanlı Ordusu tarafından Osmanlı tebaasıyla yapıldığı çok vurgulanmaz tarih anlatılarında. Türkü, Kürdü, Alevisi, Sünnisi, Çerkezi, Arabı, Ermenisi yani o günlerde Osmanlı İmparatorluğu içindeki her türlü etnik grubun savaşta yer aldığı gerçeği savrulur ve Çanakkale sadece Türklerin savaştığı bir cepheye dönüştürülür. Tarihçilerin savaşı Türkleştirme dedikleri bu Türk olmayan unsurları önemsizleştirme eğilimi maalesef uzun yıllar anlatılarda kendine yer buldu, hâlâ da buluyor. Ama son yıllarda farklı anlatılar da ortaya çıkıyor. Mesela birkaç yıl önce hem tarihçiler arasında hem de kimi yazarlar arasında yaşanan Ermeni Topçu Yüzbaşı Torosyan tartışması da (Torosyan'ın Çanakkale'de görev yaptığı ve kimi başarılara imza attığı için Enver Paşa tarafından ödüllendirildiği iddia edilmişti) bu eğilimin bir göstergesi.
SAVRULAN GERÇEKLER
Bir başka savrulma da Mustafa Kemal ile ilgilidir. Yarbay olarak katıldığı Çanakkale Savaşları'nda, savaşın seyrini değiştirecek başarılara imza atarak paşa olarak çıkan Mustafa Kemal'in salt başarılarına indirgenerek ve neredeyse cephenin başkomutanı olarak sunulmaya çalışılmasıyla bir Çanakkale anlatısı oluşturma eğilimi yine gerçeğin savrulmasıdır. Evet Mustafa Kemal bu savaşın önemli unsurlarından biridir. Evet Kara Savaş'ının ilk gününde ve sonrasında verdiği hayati kararlar savaşın gidişatını etkilemiştir. Askeri dehasının, bu cepheyi açmaya karar veren Winston Churchill tarafından takdir edildiği bir gerçektir. Ama bu savaşta başka iyi komutanlar da vardır. Mesela Mustafa Kemal'in bile başarılarını takdir ettiği Yarbay Şefik Aker gibi (Kurtuluş Savaşı'nın da önemli komutanlarından biridir) birçok askerin yaptıklarının üzerinde çok da durulmaz. Ayrıca Türkleştirme ve Mustafa Kemal'in öne çıkarılması bu cepheyi korumakla görevli 5. Ordu'nun komutanının Liman von Sanders olduğu gerçeğini hep gölgeler. Öte yandan tarihçilerin yoğun olarak şikayet ettikleri, pek çok anlatı da karşımıza çıkan hurafeler de ayrı bir savrulma konusudur. Yaşananları mucizevi göstermek için anlatılagelen bu dini referanslı hurafeler kolektif hafızada ciddi anlamda tarihi gerçeklerden rol çalar. Yani Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dediği gibi "Hadiselerle birlikte biz de değişiriz ve biz değiştikçe mazimizi de yeniden kurarız." Ama bu mazi her kurulduğunda da biz Çanakkale Savaşları gerçeğinden bir adım daha uzaklaşmış oluyoruz. 100. yıl bunun için önemli bir fırsat koyuyor önümüze. O da Çanakkale Savaşları'nı yıllar içerisindeki savrulduğu noktalardan alıp kendi gerçekliğine oturtma fırsatı. Yani kimi ideolojik yaklaşımların aracı haline gelen Çanakkale Savaşları'nı içinde bulunduğu tarihi koşullar içerisinde değerlendirerek tarihteki yerini doğru tayin etmek. Ki bu durumun Çanakkale Savaşı'nın özünü değiştirmeyeceği de bir gerçek.
ANMALAR 1930'LARDA BAŞLADI
1.Dünya Savaşı sürerken ve sonrasında Çanakkale Savaşları'nın önemi çok da anlaşılamaz belki. Ya da önemi çok kitleselleştirilmez mi denmeli? Ama üzerinden zaman geçtikçe Çanakkale Savaşları başarısından herkes kendine pay çıkartmaya da çalışır. Kimi tarihçilere göre 1930'larda özellikle Almanlar'ın (komuta kademesinin başında bir Alman'ın olması ve savaşa destek verildiği için) İngilizler'e diklenmek için bu savaşı kendilerine mal etmek istemeleri karşısında genç Türkiye Cumhuriyeti de bu savaşa sahip çıkar ve anmalar başlar. Kısa zamanda da yeni kurulan ülkenin Milli Mücadele ruhuyla ilişkilendirilerek bu savaşa farklı anlamlar da yüklenir. Aslında Milli Mücadele'yi gerçekleştiren subayların bu savaşta çok iyi bir sınav verdikleri, deneyim kazandıkları bir gerçek. Mustafa Kemal'in de askeri yönden tarih sahnesine bu savaşta ortaya çıktığı da. Ki bu savaşta gösterdiği başarılar onu Milli Mücadele'de lider konumuna getirecektir. Mustafa Kemal sonraki yıllarda Anzak askerlerine de sahip çıkarak son centilmen savaşın ruhuna uygun olarak onları da bu ülkenin evlatları olarak kabul eder. 1934'te Atatürk'ün Çanakkale'de yaşamını yitiren Anzak askerlerin annelerine hitaben yazdığı mektup da bunun göstergesidir. Mektupta Atatürk "Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır" der. Bu girişimin etkileri bugün hâlâ etkisini gösterir. Ayrıca bu savaş Avusturalya ve Yeni Zelendalılar için de uluslaşma süreçlerinin temel motivasyonudur. Bu savaşın bize bir başka mirası da bizzat Mustafa Kemal tarafından adı koyulan 'Çanakkale ruhu' denilen o biz duygusudur. Bugün derdimize derman olacak olan da o ruhtur belki de?
ÇANAKKALE' NİN KİTAP SERÜVENİ
Hem yerli hem de yabancı kaynaklarda Çanakkale külliyatı oldukça geniş. Cephenin komutanlarından
Liman von Sanders'in
Türkiye'de Beş Yıl, Ian Hamilton'ın
Gelibolu Hatıraları 1915, Mustafa Kemal'in Ruşen Eşref'e verdiği söyleşiden oluşan
Mustafa Kemal Çanakkale'yi Anlatıyor, yine Mustafa Kemal'in
Arıburnu Muharebeleri Raporu, Esat Paşa'nın
Çanakkale Savaşı Hatıraları, Şefik Aker'in
Çanakkale Hatıraları, İbrahim Artuç'un
1915 Çanakkale Savaşı, üst rütbeli ve eratın anılarından oluşan üç ciltlik
Çanakkale Hatıraları, Gürsel Göncü ve Şahin Aldoğan'ın hazırladığı
Çanakkale Savaşı-Siperin Ardı Vatan önemli kitaplardır. Savaşı anlatan en iyi kitaplardan biri kabul edilen Alan Moorehead'in
Gelibolu adlı kitabı ile K. Fewster, V. Başarın, H. H.Başarın'ın
Gelibolu 1915 Savaşla Başlayan Dostluk ise Anzaklar cephesinden meseleye bakar. İngilizler'in bir anlamda özeleştirisini verdiği kitapsa Nigel Steel, Peter Hart'ın yazdığı
Gelibolu: Yenilginin Destanı'dır. Anzak cephesinde her iki askerden birinin günlük tuttuğu kabul edildiği için Anzak ve İngilizler cephesinde kaynak çoktur. Fakat aynı şeyi bizim taraf için söylemek zor. Lakin günlükler, mektuplardan oluşan önemli kitaplar son yıllarda yayımlanmaya başladı. İş Bankası Kültür Yayınları 1914'te askere alınan ve Çanakkale dahil Bulgaristan ve Irak'ta savaşan asker Hüseyin Fehmi Genişol'un günlüklerini
Çanakkale'den Bağdat'a Esaretten Kurtuluş Savaşı'na adıyla, komutan Eyüp Durukan'ın günlükleri
Soyfa Esaretinden Çanakkale Zaferine adıyla yayımladı. Yeni çıkan
Atatürk ve Çanakkale'nin Komutanları ise savaş alanında karşı karşıya kalan ama sonra dostluklar da kuran Mustafa Kemal ile kimi İngiliz ve Fransız komutanların ilişkilerini anlatıyor. Timaş Yayınları
Meçhul Subay kitabında cephede topçu olarak görev yapan bir subayın günlüğünü aktarıyor.
Çanakkale Savaşı Günlüğü ise gün gün saat saat savaşın seyrini anlatıyor. Halil Ersin Avcı'nın
Dünya Medyasında Çanakkale Savaşları 1915 kitabıysa savaşın hem İngiliz ve Fransız hem de Alman ve Osmanlı basınına yansımalarını aktarır. Denizler Kitabevi'nden çıkan
Bir Osmanlı Subayı kitabı ise bir günlük olarak dikkate değer bir çalışma. Bahçeşehir Üniversitesi'nin yayımladığı
Gelibolu Mektupları ise savaşa katılan askerlerin mektuplarında savaşın izini sürüyor. Ayhan Aktar'ın
Çanakkale'den Filistin Cephesi'ne Sarkis Torosyan kitabı hem Torosyan'ın hatıratını aktarması ve Çanakkale Savaşı'nın günümüze uzanan etkisi anlatması açısından hem de cephedeki gayrimüslümlerin varlığını imlemesi açısından önemli. Ama öte yandan Torosyan tartışmalı bir kişilik. Mesela Aktar'ın bu kitabına Y. Hakan Erdem
Gerçek ile Kurmaca Arasında Torosyan'ın Acayip Hikayesi ile cevap verir ve Torosyan'ın hikayesinin uydurma olabileceğini anlatır.