Hayat kimi zaman insanın üzerine ansızın çöken bir gölge gibi hissettiriverir kedini. Yıllarca saklanan sırlar, bastırılan duygular, söylenmeyen sözler, içe atılan kırgınlıklar birikir ve bir gün hiç beklenmedik bir anda hepsi el ele tutuşup karşımıza çıkar. Vedalaşamadığımız her şey, kuyruğumuza bağlanmış teneke kutular gibi peşimiz sıra sürüklenir hayat boyunca. Sinan Akyüz'ün Alfa Yayınları tarafından yayımlanan yeni romanı Fidan Hanım tam da bu birikimin, bu görünmez yüklerin hikâyesi. Bir kadının, yılların içinden süzülüp gelen acılarla, aşkın kırılganlığıyla ve kendi iç sesiyle hesaplaşmasını anlatan roman, okuru daha ilk sayfadan içine çekiyor.
Hikayenin geçtiği zaman konusunda bir belirsizliğe tutunmayı tercih etmiş Akyüz... Belirli aralıklarla yapılan zaman atlamaları üzerinden belli belirsiz bir kroki olsa da elimizde, çoğunlukla masalsı bir sisin içinde ilerliyoruz. Büyükada'da Rumların varlığının istisnadan ibaret olmadığı dönemler diye tanımlanabilir belki. Mekan konusunda ise çok çeşitli ve çok net ilerliyor her şey. Büyükada'dan Kadıköy'e, Londra'dan Girne'ye ve hatta San Fransisco'ya uzanan bir hikaye bu.
Kitabın merkezinde Fidan Hanım var. Dışarıdan güçlü görünen, sağlam bir eğitim alarak doktor olan ve akademik olarak gittikçe yükselen ama içinde kopan fırtınaları hiçbir zaman tam manasıyla dile getirememiş bir kadın. Akyüz, Fidan'ın küskünlüklerle, acılarla, vedalaşılamamış ölümlerle ve benzer trajedilerle dolu hikayesini büyük laflara başvurmadan, abartıya kaçmadan, hayatın olağan ritmi içinde anlatıyor. Bu da romanı daha gerçek, daha sahici kılıyor. Zira yaşadığı bunca olayın özünde Fidan'ın yaşadıkları aslında pek çok kadının kendi içinden tanıdığı türden duygular: Derdini sessizce taşımak, gizlenen ve bir noktada illaki yüzleşilen gerçekler, kapanmayan yaralar, affetmenin zorluğu, yeni başlangıçlar yapma cesaretini bulma korkusu... Roman boyunca Fidan Hanım kendine ve çevresindekilere pek çok soru soruyor ve okurun da bu soruları kendine sormasına vesile oluyor. Hem karakterlerin iç dünyasını daha net gösteren hem de okurun kendi hayatıyla bağlantı kurmasını sağlayan sorular bunlar. Akyüz, anlatıyı bu sorular üzerine kurarak romanın ruhunu derinleştiriyor.
Fidan'ın aşk hikayesi de romanın en dokunaklı yanlarından biri. Büyük bir sevdayla başlayan birliktelik zamanla ağır bir sınava dönüşüyor. Aşkın tatlı heyecanı, yerini bekleyişlere, kırgınlıklara, hatta sessiz bir tükenişe bırakıyor. Sevginin gerektirdiği fedakârlıklar zaman zaman uzun yıllara yayılıyor. Akyüz, aşkın yalnızca mutluluk değil, çoğu zaman insanı içten içe tüketen bir yük de olabileceğini ustalıkla gösteriyor. Biten bir aşkın mı daha çok can yaktığını, yoksa hiç tamamlanmamış bir aşkın mı insanın içinde daha uzun sürdüğünü sorgulatıyor.
KENDİNİ İYİLEŞTİRMEYİ ÖĞRENMEK...
Elbette romanda sadece aşk değil; aile bağları, geçmişle yüzleşme ve affetmenin zorluğu da öne çıkıyor. Roman boyunca Fidan ve babası Ferruh Bey arasında süren gerilim üzerinden bütün bu meseleler derinlemesine ele alınıyor. Bu yönüyle roman, bireysel bir hikaye anlatmanın ötesine geçerek kadınların hem aile içinde hem de toplumsal hayatta sırtlandığı görünmez yükleri de görünür kılıyor. Akyüz'ün anlatımı akıcı, sıcak ve yer yer hüzünlü. Büyükada'nın sessiz sokaklarından İstanbul'un kalabalığına, Kıbrıs'ın sıcak havasına uzanan mekan değişimleri karakterlerin ruh hâllerini yansıtıyor. Bu mekanlar yalnızca fon değil; Fidan'ın iç dünyasının izdüşümleri vazifesi görüyor. Hayatın ağırlığına rağmen ayakta kalmayı başaran, acılarını sessizce taşıyan, kendi kendini iyileştirmeyi öğrenen kadınların hikayesi bu. Gerekirse o en ağır vedayla yüzleşerek.