Aman bir yanlışlık olmasın, elimizdeki kitap, gerilim ustası Alfred Hitchcock'un yazdıklarından değil, "seçtiklerinden" oluşuyor. Üstad burada yazar değil, bir derleyici. Yıllar içinde okuyup beğendiği, sevdiği ya da rahatsız edici bulduğu korku öykülerini Annemin Bana Asla Anlatmadığı Hikâyeler başlığı altında bir araya getirmiş. Bazılarını sinemaya ya da televizyona uyarlamış, bazılarınıysa sadece kitaplığında saklamış. Ortaya çıkan şey, farklı dönemlerden ve estetiklerden metinlerin yan yana durduğu, zaman zaman uyumsuz ama ilginç bir seçki olmuş.
Algan Sezgintüredi'nin çevirisiyle yayımlanan Annemin Bana Asla Anlatmadığı Hikâyeler'de Daphne du Maurier, Ray Bradbury, Robert Bloch, Patricia Highsmith, William Hope Hodgson, Richard Matheson, D. H. Lawrence, Saki, Ambrose Bierce, Irvin S. Cobb, Leonid Andreyev, M. R. James ve Davis Grubb'un öyküleri yer alıyor. Türler arasında net sınırlar yok; metinlerden bazıları doğaüstüne yaslanıyor, bazıları psikolojik gerilimde ısrarcı, bazılarıysa neredeyse gündelik hayata dair birer anlatı gibi ilerliyor. Korku elbette hep oralarda bir yerlerde ama çoğu zaman açık biçimde değil; huzursuzluk, belirsizlik ve insan davranışlarının tuhaflığı çok daha belirgin. Ayrıca öykülerin hiçbiri hızlı bir tempo ya da sürekli gerilim vaat etmiyor. Bu yüzden onları yavaş, hatta eski moda bulanlar bile olacaktır. Bana sorarsanız okurdan biraz sabır, biraz da mesafe isteyen bu metinlerin fazlasıyla şahane bir ortak yönleri var: Okuru rahatlatmak değil, huzurunu kaçırmak amacıyla yazılmışlar. Üstad da zaten şöyle diyor sunuş yazısında: "Sizi temin ederim ki bu kitabın adı, içeriğini eksiksiz tarif ediyor. Annem bu hikâyelerden herhangi birini bilse bile bana anlatmazdı. Bunlar, ince zevklere hitap eden, kafaya indirilen sert cisimlerin, gece yarısı çığlıklarının, şarap sürahisine atılmış zehirlerin ötesine uzanan hikâyeler. Ancak bu hikâyelerin sizde hangi duyguları tetikleyeceğini bildiğime dair varsayımlarda bulunmayacağım. Bu hikâyeler uyarısız ve önyargısız okunmalı. Hassas sinir sistemlerinizde tam etkileri ancak bu şekilde ortaya çıkabilir. Size geniş bir duygu yelpazesi vadedebilirim; hiç ilgilenmediğim şu narin duygular hariç elbette...

75 yıl sonra bulunan başyapıt
Tıpkı Saint Exupery'nin Küçük Prens'i gibi zamansız bir başyapıt sayılan Çocukların Gecesi, Maurice Maeterlinck'in geceye ve çocukluğa bakışını gösteren sakin bir metin. Büyük olaylar yok bu kitapta, hızla akan bir hikâye de yok. Beklemek, dinlemek, anlamlandıramamak gibi genellikle karanlık çöktüğünde, geceleri ortaya çıkan duygular var daha ziyade. Kitabın yazılış hikâyesini ve sonrasını anlatayım ben size en iyisi: Nobel ödüllü Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck 1941'de, yani İkinci Dünya Savaşı hâlâ sürerken insanlığın geleceğine dair bir nevi "vasiyetname" kaleme almış. Edebi üretimine görkemli bir nokta koymak amacıyla yazmaya giriştiği bu yapıt için de en iyi olduğu yazısal türü, tiyatroyu seçmiş. Çocukların Gecesi de işte sonuçta dramatik ve çokanlamlı diliyle, iki çocuğun deneyimlediği olağanüstü bir gecenin felsefi hikâyesine dönüşmüş. O upuzun gecede karanlık güçlerle çarpıştıktan sonra şafak sökerken daha iyi bir dünya inşa etmeyi başaran çocuklar bir bakıma "geleceğin insanını" temsil ediyormuş. Fakat daha sonra bu vasiyetname niteliğindeki metin unutulmuş. Ta ki, yazarın ölümünden 75 yıl sonrasına kadar. Maeterlinck'in torunu günün birinde iki çocuğun karanlıkla boğuşup onu yenmesinin öyküsünü neredeyse bir "mucize eseri" bulup gün ışığına çıkarmış.
Düşünsel bir imkân olarak fotoğraf
Altbaşlığı "Proust, Benjamın ve Barthes'ta Fotoğraf, Kimlik ve Duygulanım" olan Kayıp Zamana Dair, Yirminci yüzyılın üç büyük yazarının, Marcel Proust, Walter Benjamin ve Roland Barthes'ın otobiyografik metinlerini, fotoğraf, kimlik ve duygulanım odağında yeniden düşünmeye davet eden özgün bir çalışma. Katja Haustein ele aldığı yazarların metinlerinde fotoğrafın yalnızca bir temsil aracı olarak değil, aynı zamanda görme, hatırlama ve benlik tahayyülünü biçimlendiren bir düşünsel imkân olarak nasıl işlediğini de sorguluyor. Görsel kültürle edebiyat, bireysel hafızayla kolektif tarih, etikle estetik arasındaki geçirgenlikleri merkeze alan bu karşılaştırmalı inceleme, Proust'un Kayıp Zamanın İzinde, Benjamin'in Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin'de Çocukluk ve Barthes'ın Camera Lucida yapıtlarını görsel, metinsel ve işitsel malzemelerle birlikte ele alıyor.