Bu satırları Konya'dan yazıyorum. Şeb-i Arus törenlerinin 752. yıl dönümü dolayısıyla Konya'dayız. Şeb-i Arus, "düğün gecesi" demek. Hz. Mevlâna'nın ölümü bir düğün gecesine benzettiği malum. Bütün hayatını da bu kavuşmanın aşk düzleminde yaşamak üzerine kurmuş bir irfan ve gönül insanından söz ediyoruz.
Yaşamından eserlerine kadar uzanan bu büyük aşk duygusu, onun her eylemini kuşatan temel bir hat olarak karşımıza çıkıyor. Bu derin aşk hâlini, her Konya ziyaretinden sonra yeniden ve yeniden düşünmeden edemiyorum.
Her milletten insan Hz. Mevlâna'nın çağrısına uyarak Konya'ya geliyor. Cumhuriyet'in ilk yıllarında törenler bir süre inkıtaa uğrasa da 1940'lı yıllardan itibaren yeniden başlamış, özellikle 1990'lı yıllardan sonra çok daha profesyonel ve kapsamlı bir şekilde idrak edilmeye başlanmış. Aralık ayının ilk günlerinden itibaren şehirde etkinlikler, konserler, konuşmalar ve sempozyumlar düzenleniyor. Mevlevilik denilince ilk akla gelen sema ayinleri ise her gece mutlaka tertip ediliyor. Bu anlamda Mevlâna Kültür Merkezi, dünyadaki en büyük meydanlardan biri olma özelliğini taşıyor.
Onlarca semazenin, yüksek bir kültürün ürünü olan Mevlevî musikisi eşliğinde sema etmeleri izleyenleri derinden etkiliyor; hayata başka bir pencereden bakmalarını sağlıyor.
Eskiden daha çok kültürel bir etkinlik ola- rak algılanan sema, bugün aslına uygun şekilde icra edilmeye gayret ediliyor. İzleyenler de artık biliyorlar ki, müzik eşliğinde kendi etraflarında dönen semazenler yalnızca estetik bir gösteri sunmuyor; bir tarikat zikrini yerine getiriyorlar.
Hz. Mevlâna aynı zamanda yüksek bir estetiği temsil eder. Bu estetiğin en önemli tezahürlerinden biri de eserleridir. Özellikle Mesnevî. Divân-ı Kebîr ve Fîhî Mâ Fîh ile birlikte, şiirden dinî düşünceye uzanan geniş bir alanda kalıcı eserler ortaya koymuştur.
Bu noktada Yahya Kemal'in meşhur sözü ister istemez hatıra geliyor:
"Biz Viyana önlerine Mesnevî okuyarak ve pilav yiyerek gittik." Bir yönüyle hamasete yaslanan, diğer yönüyle ise millî duygularımızı okşayan bu cümle üzerine ciddiyetle düşünmek gerekir. Zira Mesnevî, kuşkusuz en önemli klasik metinlerimizden biridir. Altı ciltlik bu eser, bizim için bir klasik midir? Yerli bir kanonu tem- sil eder mi?
Batı'da "kanon" denildiğinde, Batı düşüncesinin eksenini oluşturan temel metinler anlaşılır. Özellikle roman sanatı etrafında şekillenen kanon, Batı burjuvazisiyle birlikte belirli bir hayat tarzını da üretmiştir.
Bu eserlerin büyük bir kısmına aşinayız; çünkü yayıncılığımızın neredeyse yüzde sekseni tercüme eserlerden oluşuyor. Don Kişot'tan başlayarak yirminci yüzyıl modern edebiyatına uzanan bu kanon tartışmasına biz de şu soruyla katılalım: Dünya edebiyatına sunduğumuz yerli klasikler hangileridir?

BİR TEFSİR GİRİŞİMİ OLARAK MESNEVİ
Bu soruya net bir cevap vermekte zorlanıyoruz.
Çünkü roman sanatı bizde Tanzimat'la birlikte ortaya çıkmıştır. Divan şiiri olarak adlandırdığımız klasik şiirimiz ise Farsça dili ve aruz vezni dolayısıyla dünya edebiyatındaki kanon anlayışının dışında değerlendirilmiştir.
Geriye mesneviler kalır. Bu mesneviler içinde ise en önemlisi kuşkusuz Hz. Mevlâna'nın Mesnevî'sidir.
Mesnevî, hikâyelerden mürekkep bir eser. İlk on sekiz beytin bizzat Hz. Mevlâna tarafından yazıldığı, devamının ise onun diktesiyle kaleme alındığı bilinir.
Her hikâye, Kur'an ayetlerinin ve hadislerin alegorik bir çözümlemesi üzerine kuruludur. Bu yönüyle Mesnevî'yi bir tefsir girişimi olarak okumak mümkündür.
Hatta bir hadis düşüncesi kitabı olarak değerlendirmek de mümkündür. Nitekim Hz. Mevlâna kendisini şöyle tanımlar:
"Ben Kur'ân'ın kölesiyim;
Muhammed Muhtâr'ın yolunun toprağıyım.
Eğer benden bundan başkasını naklederlerse, O sözden de o söyleyenden de şikâyetçiyim." Eserdeki hikâyeler bazen başka ciltlerde devam eder; bir helezon gibi çoğalarak ve derinleşerek anlatılır.
Anlam, bu dairesel hareket içinde üretilir. Ancak bu anlam dünyasını, günümüz okuma alışkanlıklarıyla doğrudan çözümlemek kolay değildir. "Mesnevî okuyoruz" deriz ama kültürümüzde Mesnevî esasen okutulan bir eserdir. Hatta mesnevîhân olarak adlandırılan kişiler, belirli bir irfan mertebesinden sonra Mesnevî okutma izni alırlar.
Mesnevî'nin pek çok şerhi vardır. Günümüze en yakın ve en muteber şerhlerden biri Tahirü'l-Mevlevî'ye aittir ve hâlen basılmaktadır. Mesnevîhân unvanını taşımaksızın da Mesnevî üzerine düşünen, bu metni aktaran isimlere rastlamak mümkün. Nezih Çetin bu isimlerden biridir. Yine metafizik düşüncenin günümüzdeki önemli temsilcilerinden Prof.
Dr. Ekrem Demirli'nin 13. yüzyıl düşüncesi üzerine kaleme aldığı metinler, Mesnevî'ye yaklaşmak için önemli bir imkân sunar. Kendisi ve arkadaşlarının kurduğu Klasik Düşünce Okulu'nu takip edenler, bu şerhlere bugün sosyal medya üzerinden de kolaylıkla ulaşabilmektedir. Yani metne ve şerhe erişim artık eskisine kıyasla oldukça kolaydır.
Mesnevî'nin tek başına okunacak bir eser olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Bunun sebebi, eserin yazıldığı tarihsel ve zihinsel koşullarla bugünün okuma alışkanlıklarının örtüşmemesidir. Buna rağmen "neden okunmasın?" sorusu da haklıdır. Zira Hz. Mevlâna metni öyle bir anlayışla inşa etmiştir ki, herkes bu eserden kendine bir pay çıkarabileceğini düşünür.Mesnevî'nin belki de en çarpıcı yönü budur.
Eğer "yerli klasik kanonumuz hangi kitaplardan oluşur?" sorusunu samimiyetle soracaksak, bu arayışa Mesnevî'den başlamak en doğru adım olacaktır.