Türkiye'nin en iyi haber sitesi
NUR ÇİNTAY

Müzeden mide fesadına Madrid

Prado Müzesi'nde Goya, Velazquez, Bosch, Rubens... Zevkli mağazasıyla Museo Thyssen-Bornemisza'da Dali, Van Gogh... Reina Sofia'da önündeki insan duvarıyla Picasso'nun 'en'lerinden Guernica. Sonra da tabii Museo del Jamon... Şarküteri de bir sanat!

MadrId'in bahtsızlığıyla başlayalım. Barselona öyle yüksek enerjili bir şehir ki, onunla kıyaslanmak, en baştan yenilgiye mahkum olmak demek biraz. Hele Türkler bir adım öteye götürüyor bu karşılaştırmayı ve hemen kendi bildiği kodlara uyarlayıveriyor: Barselona, İstanbul. Madrid ise Ankara... Yahu Ankara Madrid olsa, başka ne ister! Ankara'ya düşman olduğumdan demiyorum bunu. Pek bilmemekle beraber, severim bile. Hep kendine dair bir düzeni, sistemi, hayatı, kolaylığı olduğunu duyar, takdir de ederim. İstanbul gibi yutmaz mesela insanı. Ama öbür taraftan da devlet kokar çok fazla, bürokrasi kokar. Ve eğri oturup doğru konuşacak olursak şimdi burada... Öylesine güzelim binaları, meydanları, parkları, heykelleri, mimari ve estetik duygusu, havasında tarih ve kültür kokusu olan bir şehir ki Madrid, bunlardan tek bir tanesi bile kıskandırır Ankara'yı... Mesele sevip sevmemek değil; havaalanından şehir merkezine gelin ve fazla değil yarım saat dolaşın. Ankara'yı üzme pahasına da olsa dost acı söyler: Madrid güzel, sen çirkin!

Yapılması farz olanlar

Plaza Mayor'da dolaşmak... Pazar günü bitpazarı kalabalığında kaybolmak... Parklardan birinde (Parque del Buen Retiro, Real Jardin Botanico, Parque del Oeste...) aylaklık etmek... Akşamüstü Malasana ve Chueca'daki küçük dükkanları kurcalamak, akşam da civar kulüplere takılmak... Sol, Santa Ana ve Huertas'ta bir ileri bir geri dolanmak... Diğer meydanlarda (Plaza de Oriente, Plaza de la Villa, Plaza de Espana...) vakit geçirmek... Salamanca'da Nişantaşı piyasası yapmak, Serrano caddesinde Arda Turan'ın ayak izlerinden gitmek... Bunları nasıl olsa yaparsınız... Müzelerdeki büyük eserleri ve her adım başında aklınızı çelen küçük lezzetleri karşılaştırmayı da nasıl olsa atlamazsınız. O yönde birkaç tüyo verirsem belki işinize yarar...

Bu iki müze yarışır

Büyüklü küçüklü pek çok müze var Madrid'de; ikisi özellikle öne çıkıyor. İlki meşhur Prado Müzesi; Museo Nacional Del Prado. Velazquez'in dahiyane Las Meninas'ı burada işte. Goya'nın giyinik ve soyunuk olarak iki versiyonunu yaptığı The Naked Maja'sı da... İki sanatçının da pek çok eseri sergileniyor Prado'da. Sonra Rubens, Rembrandt, Bosch, Dürer, Caravaggio, El Greco... 1100-1910 arası İspanyol resmi, 1300-1600 arası İtalyan resmi, 15 ve 16. yüzyılların Alman resmi... Var yani epey bir şeyler! Buna karşılık mağazası, adına yakışmayacak sıradanlıkta. Kırtasiyeden ibaret kısırlıkta. Kafe ve restoranıysa düzgün doğrusu. Gelelim Museo Thyssen -Bornemisza'ya... 1992'de açılan bu müze, dünyanın en benzersiz özel koleksiyonlarından birine sahip. Aileyle aynı adı taşıyan müzede olaylar 13. yüzyılın sonlarında başlıyor ve 1980'e kadar da sürüyor. Rönesans dönemi portrelerinde özellikle iddialı... Rubens'ten Rembrandt'a, Renoir'dan Monet'ye, Rodin'den Degas'a, Van Gogh'dan Kandinsky'ye, Edward Hopper'dan Dali'ye herkes tanıdık. Roy Lichtenstein'ın banyoda köpükler içindeki tatlı kadını da burada gülümsüyor. Burada 12 Kasım'a kadar sürecek olan 'Vogue like a painting' sergisi de görmeye değer. Annie Leibovitz'den Mario Testino'ya, yıllar içinde derginin moda çekimlerini gerçekleştirmiş fotoğrafçıların, fotoğraftan ziyade tabloya benzeyen işleri sergileniyor. Bazıları tanıdık ve tamamı büyüleyici... Thyssen-Bornemisza'nın mağazası, hayatımda gördüğüm en zevkli müze dükkânlarından. Takıdan mutfak alet edevatına, insanı mümkün değil eli boş çıkarmayan çok başarılı bir seçki... Ama kafeyi ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Yok diyip geçeyim en iyisi. Bir de Centro de Arte Reina Sofia var, Picasso'nun Guernica'sının da olduğu. Eski bina da, arka bahçe de, yeni yapının mimarisi de göz alıcı. Kütüphanesi çok görkemli ve şöhretli. Teras ise ciddi nefes kesici. Ama o ne kötü işletme öyle... Dükkân hiç yok, koca kafe bomboş. Ve de bu ikisi olmadan, bu ikisi iyi olmadan, hiçbir müze 'en'ler arasına giremez, bunu inkâr edemeyiz artık.

Bu müzeye her gün gidilir!

Yemek meraklısı birinin sanat sevdası da bir yere kadar. Sanat tarihi açısından çok daha mühim yapıtlar olabilir ama döneminin sofralarını, yemek alışkanlıklarını, ürün seçimlerini anlatan eserler beni ayrı bir çekiyor. Ne uzun masalar kuruyorlar mesela, ne çok sakatat yiyor ve ne çok hayvanı duvardan/tavandan sallandırıyorlar! Bazı sofralar nasıl da elektrikli ya da kederli... Suratsız, mutsuz... Kimisiyse iştahlı, şehvetli... Melendez'in natürmortları sonra, Allahım nasıl da elini uzatıp koparmalık, ısırmalık... Bunları gördükten sonra hemen başka bir müzeye koşuluyor. Her sabah, her öğlen, her akşam, her gün her saatte ve bazı gün birden fazla kere bıkmadan gidilebilecek bir müze bu: Museo del Jamon. Jambon Müzesi! Bütün arkadaşların tepeden asılı durduğu, çok sayıda şubesi olan bir et ve şarküteri üssü burası. Boy boy sandviçleri var; ayrıca oracıkta kestirip tabakta atıştırma imkânı... Uzun uzadıya yemeğe gidecek vakit olmadığında, öğün arasında, harikulade pratiklikte ve lezzette bir atıştırma formülü. Minimum vicdan azaplı üstelik: Ne var canım, müzedeyiz!

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA