Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Karmaşık bir kavramdır gerçek

Okuma Günlüğü / 21 Mart 2019
Sonuç itibariyle gerçeğin yittiği bir dönemde yaşıyoruz. Basit bir şekilde dile getirilen bu kavram aslında tasavvur edemeyeceğimiz kadar kapsamlı. Fazla şizofreniye kaçmadan ama bu kavramı da hiç unutmadan etrafına bakan birisinin gerçekle bireysel ve toplumsal ilişkimizin ne derecede koptuğunu şaşırmanın da ötesinde dehşete düşmeden görmemesi olanaksız. Burada/n da kendime başka bir felsefe problemi üretiyorum. Gerçeğin yitimi kavramını anlıyorum. Tersi olanaksız. Ama gerçek nasıl yiter? Gerçek nedir ki yitip gitsin? Gerçeksiz bir dünyadan mı söz ediyoruz?
Bu soruların yanıtları olumsuz. Gerçek yitip gitmez. Daima bir gerçek vardır. Karmaşık bir kavramdır gerçek. Gerçeğin bilimsel, dolayısıyla objektif kabul edilen bir düzeyi, boyutu, bağlamı var. Öyle kabul ediyoruz. Laboratuvar analiziyle ve matematik kanıtlamayla erişilen gerçek nesneldir. Ama gene biliyoruz ki, bu ham bir hayaldir. Matematiğin bile ne kertede sübjektif boyutlar içerdiğini gene bilim dünyası kanıtlayalı çok oldu. O zaman gerçeğin öznelliğini meydana getiren unsurları irdelememiz gerekiyor. Muhtemelen 'kabuller' dememiz gereken bir kategoriden söz açmalıyız. Geniş bir kavramdır kabuller. Ama bana göre hiçbir kabul kategorisi 'toplum' kadar güçlü değildir. Ona inanıyorum: dilediğimiz kadar kendimize dönük, bireysel ve o planda da ayrıksı, 'objektif' bir gerçek tercihinde ve kavramlaştırmasında bulunalım. Gerçek, hatta o laboratuvar gerçeği de dahil olmak üzere, toplumsal bir kavramdır.
Şaşırtıcı gelmemeli bu yargı. Gerçeğin sağlaması diye bir düzlem var. Gerçek nerede teşekkül eder sorusunun cevabını bu sağlamalar verir. Laboratuvarlardan ve bilim düzleminden söz ettik. Buna hukuku ekleyelim. Hukuk ve yargı gerçeği bulmak ve aydınlatmakla ilgilidir. Yöntemi bellidir. Sonuç ise değişmez: gerçek budur der, hukuk-yargı. Bu da tümüyle nesnel olamaz. Medeni Yasa bile yargıca en nihayet kendi vicdanına bakmasını buyurur. Ondan önce de örften, adetten, toplumsal normlardan söz eder. Evrensel demesem de tarihsel çatışma yerleşik normlarla önermeler ve onların nesnelliği arasında cereyan etti. Yenilik, yeni bir gerçeğin önerilmesi çatışmadır. Hatta bu önerme yerleşiklik anlamına gelen konformizm karşısında şiddettir. Her büyük ve paradigmatik kırılmaya yol açan temel önerme ciddi bir şiddet içerir. Önerme de o içeriktedir reddediş de. Galilei'de de (neden Türkçede biz ona hep ön adıyla Galile veya Galileo diyoruz?) böyledir, Kepler'de de. Einstein'da ve Freud'da da. Picasso'da da Mayakovski'de de yeni gerçek önermeleri şiddet duygusu yaratır. Bu isimlerin tümü yeni bir gerçek getirdiler. Peki, o zaman gerçek yitti mi?
Şimdi 'gerçeğin yitimi' dediğimiz durum işte tam da budur: temel paradigmatik ve normatif kabullerin dışına çıkmak, taşmak. Onları hazırlayan temel kategorilerin reddi. Ahlakla gerçek arasında bir ilişki var. Ahlak, gerçeği oluşturan, temel gerçek kabullerinin içinde hareket etmek bir ölçüde de. Gerçeğin kabullenilmiş değerlerine sıkı sıkıya bağlı kalmak ve tersi: ahlakın işaret ettiği doğru gerçektir. Yalan söylememek örneğin. Nedeni açık: yalan gerçeğin dışına çıkan bir sözdür. Gerçeği yansıtmaz. O zaman yalan hem ahlaki değildir hem de gerçeği saptırır. Doğru ve gerçekle kurulan bire bir ilişki de ortada bu şartlarda. 'Doğrusu' budur dediğimizde gerçeği de açık veya kapalı şekilde işaret ediyoruz.
Şimdi bütün bu bağlam değişiyor. Nedenlerini nasıl sayalım? Çok şeyin kaynağında Baudrillard'ın vakti zamanında işaret ettiği hususu yani 'simülasyon/simulacr' olgusunu görüyorum. Mimesisin yitimi, doğadan ve oradaki gerçeklikten kopuş. Ve bu açılım çığ gibi gelişti. Post-modern kuramın ya da modellerin kendilerine göre katkıları oldu bu gelişmeye. Fakat arabayı atın öne koşmayalım. Post-modernlik bir 'durum'du. Doğuran nedenlerin sonucuydu. Asıl çaba o nedenleri bulmak ve üstünde düşünmekti.
Bugün bambaşka bir yerdeyiz. 1990'ların daha doğrusu 2000'lerin getirdiği yeni pozisyonlar var. Bu dönemi özetlemek gerekirse öznelliğin patolojik boyutlardaki yükselişi diyelim. Kendime göre bir zincir kuruyorum: dünya ekonomisinin, kazançların ve para hacminin görülmedik ölçülerde büyümesi, servetin eşitsiz dağılımı, paranın şımarttığı kesimlerin/kişilerin narsisistik bir tutum içine girmesi, narsisistik, ben-merkezci gerçeğin nesnelliğin yerine ikame edilmesi. Bu kadar basit mi? Hayır bu kadar karmaşık. Bu pozisyonda, 'ben' her şeyin merkezi ve kaynağı olarak alınınca geriye norm kalmıyor. Kalmaz da.
Öte yanda sanallık olgusu heyula gibi yükseliyor. Sanallık gerçeği ikame ediyorsa ne denebilir? O nedenle, 'yeni medya' denince insanların sosyal medyayı anlamasına şaşıyorum. Hayır, yeni medya yeni bir gerçeklik algısı, bilinci ve felsefesi demektir. Henüz sınırlarını bilemiyoruz. Sanallığın 'gerçekliği' gerçeğin sanallığını mı getiriyor yoksa gerçeğin gerçekliğini mi dönüştürüyor? Bu sorunun üstünde düşünmek gerek.
Öte yanda gündelik hayat var ve gündeliğin politikası başlıca bir olgu. Neredeyse üstünde hiç düşünmediğimiz kavramlar arasında gündeliğin politikası. Oysa makro politika bu realite içinde teşekkül ediyor. İnsanlar günlük siyasal devinimde çok şeyin değiştiğini görüp şaşıyor ama kökenlerini anlamıyor. Her şeyin dibinde verdiğim nedenler yer alıyor. Ötesi yok.
Bütün bunlar Michiko Kakutani'nin çok güzel kitabı Hakikatin Ölümü'nde işleniyor (Doğan Kitap). Kakutani'yi elbette tanıyorum. Yıllardır okuyorum. New York Times'da kitap eleştirileri yazıyor. (Ana kitap yazarı kariyerini yanlış anımsamıyorsam 2017'de bıraktı.) Tam anlamıyla görüşlerime yakın bir eleştirmen olduğunu söyleyemem. New Yorker'ın yazarı James Wood'u kendime daha yakın buluyorum. Her ne kadar onunla da mutabakatım öyle büyük ölçülerde değilse bile.
Gene de bakmadan edemem Kakutani'nin yazdıklarına, önerdiklerine. Bunlar kıta Avrupa'sının geliştirdiği büyük ideolojilerin ve yöntemlerin dışında kalarak kitaba bakan yazarlardır. Çabaları ve önemleri sabittir. Kakutani benim kuşağımın değil de benden bir sonraki kuşağın önemli yazarlarını destekledi. Gelişmelerinde, güçlenmelerinde yararı, katkısı oldu. Şaştığım şudur: Bu kadar yazı yazmış bir eleştirmenin bildiğim kadarıyla tek bir kitabı yoktur. Yazılarını da bir araya getirmedi. Yazarlarla mülakatlarını içeren bir kitabı vardır. Gerçekten dikkatimi çeker bu durum
Kakutani ansızın bu kitapla ortaya çıktı, geçen yıl. Alıp okudum. Belli ki, NY Times'ın Trump karşıtı söylemine bir destek oluşturması için yazıldı kitap. Bilemem. Ama son derecede yumuşak, sakin, dengeli bir üslupla kaleme alındığını görmüştüm okuduğumda. Ve iki nokta dikkatimi çekmişti. Türkçe çevirisini karıştırırken de aynı vurguların geçerli olduğunu gördüm. (Cesi Mizrahi çevirmiş. İyi bir çeviri. Ama fazla 'kurumsal' veya akademik.)
Her şeye rağmen edebiyat referanslarıyla yüklü kitap. Bu onu lezzetli, derinlikli ve insanî bir metne dönüştürüyor. İkinci koşul da o: Klasik bir Amerikan metni. Asla ve kesinlikle ucuz değil, basit değil. Tersine son derecede mesafeli ve ciddi bir birikimin içinden yazılmış. Ama okurun rahatlığını demeyeyim de işlevini düşünüyor. Savlarını adım adım, bölüm bölüm oluşturuyor. Üst üste koyarak görüşlerini kuruyor kitabı. Son derecede yalın, doğrudan, hiç boş lafa yer vermeyerek, duru bir üslupla söylüyor söyleyeceğini. Bitirince 'gerçek', elbette yazarın gerçeği, okurun gözünde canlanıyor.
Aslında bir de alt başlığı var kitabın: 'Trump Çağında Yalancılık Sanatı'. Dolayısıyla gerçek konusunu Kakutani 'yalan'la birlikte ele alıyor. İnsan neden yalan söyler gibi bir soruyla gelmiyor karşımıza. Gene de yalanın gerçek karşısındaki konumundan ziyade tersini, gerçeğin yalan karşısındaki konumunu irdeliyor. Hele politik yalan ayrıca bir sorun. Kakutani için temel sebep belli: 'Aklın gerileyişi ve çöküşü'. Bu eski bir yaklaşımdır, malum. Batı metafiziği içinde birkaç kere su yüzüne vurmuştur. Evvela, bizde sonradan meşhur olmuş Aydınlanma döneminin yaklaşımıdır. İkincisi Romantik dönemde tartışılmıştır ki, bu dönem aynı zamanda 'phil-hellenic' (Yunanpersetlik) yaklaşımla iç içe geçer. Nihayet post-modern gelişmeler karşısında takınıldı bu tavır. Kakutani de o doğrultuda ilerliyor.
Sonra benim de çok sevip kullandığım 'yeni kültür savaşları' bölümü geliyor. Onu 'Moi ve öznelliğin yükselişi' izliyor. 'Moi' ben demek. İlk okuduğumda da kitabı düşünmüştüm niye bu sözcüğü tercih ettiğini. Bizde de 1960'lara kadar kullanıldı. 'Ben' çok sonraları girdi Türkçeye. Bu bölüm, aynı zamanda nefis bir Amerikan edebiyatı irdelemesi. Konuyu öncelemiş yazarları ele alıyor Kakutani. Zaten kitabın en çok zevk veren özelliği de bu. Derken 'dilin ele geçirilişi' geliyor. Çok güzel. Yapısökümcülüğü sorguluyor. Klasik Paul de Man tartışmasına değiniyor. Dilin esnekliğinin ve yapısöküm ve post-modern anlayışta nasıl büsbütün 'gevşetildiğini' irdeliyor. Bir bakıma daha tutucu bir pozisyon denebilir Kakutani'nin yaklaşımına. Ama hiç değilse namuslu. Evet, gerçekten de tutucu bir yanı var. Bütün o post-modern birikimi, yapısökümcü birikimi reddediyor. Kısacası, Kakutani geleneksel modernist muhakemeyi izliyor.
Kitap nihayet 'propaganda ve sahte haber' ve 'trollerin hazzı'yla son buluyor. Herkesin yakındığı sosyal medyaya yakından bakıyor yazar. Doğal olarak 'disinformation' kavramını ayrıca 'okuyor'. Kısacası içinde yaşadığımız çağla sorunları var Kakutani'nin. Mevcut durumu 'veri' kabul ediyor. Niye böyle olduğu konusunda ayrıca çözümleyici değil. Ama koşulların hazırlanışını ve kaynaklarını iyice ele alıyor. Çok ölçülü biçili bir deneme bu kitap. Ötesi onun konusu değil. Sosyal bilimcilerin. O zaman da genel okur gider özel okur gelir.
Gerçek konusunun doğrudan doğruya kendisi daha çok tartışılacak.

***

Çok yoğun, uçurum gibi cümleler

20 Mart 2019

Fransız edebiyatını izleyebildiğim kadar izliyorum. Fransız kültürüne olan düşkünlüğüm malum. Gene de son zamanlarda gerek sinemada gerekse diğer alanlarda herkesin diline doladığı bir gerileme söz konusu. Buna gerileme denir mi bilmem. Yıllar önce Time dergisi kapak yaptı, Fransız kültüründeki geriye çekilişi. İrdelemeler daha çok Fransız aydınlarına dönük. Bildim bileli, her 10 yılda bir yeni bir kitapla ele alınır bu konu. İşte geçenlerde Shlomo Sand'in güzel kitabı The End of the French Intellectual: From Zola to Houellebecq' i okudum. Adı açıklıyor her şeyi: Dreyfus davasından İslamofobiye kadar Fransız entelektüellerinin duruşu, toplumu kavrayışı, sorgulayışı. Ama bizatihi aydın kavramının kendisi artık bir tartışma yaratıyor. Foucault bu konuda galiba son noktayı koydu. Zaman zaman Nouvelle Observateur kapaklar yapar: Yeni Düşünce veya En Etkili Entellektüeller diye. (Bir de bizde bu 'aydınlar kuramı' ele alınsa. En zayıf olduğumuz akademik disiplin alanlarından sosyal kuram alanını daha geliştirirsek olacak.) Gene de konu sıcaktır, yakıcıdır, masanın üstündedir. Dünyaya devrimler, kuramlar armağan etmiş bir ülke İngilizcenin yükselişiyle bir gölgelenme yaşıyor.
Fransız edebiyatının yeri başka. Bambaşkadır. Her şeye rağmen. Özgünlüğü ve ayrıksılığı bakımından hiçbir edebiyatı onunla yarışacak düzeyde bulamıyorum. İngiliz ve Amerikan edebiyatları da büyük edebiyatlardır. (Bugün o düzeyde bir Rus edebiyatından söz edemeyiz. O büyük romanları yazan Ruslar edebiyattan nasıl çekildiler? Veya nasıl doğdu ve parladı o edebiyat?) Gene de 'metin' ve 'yazmak' bakımından Fransızların yeri ayrı.
Bu konuları daha önce uzun uzun tartışmıştım, kitaplarımda. Çok az çevriliyor Fransız edebiyatı Türkçeye. Arada bir bazı kitaplar yayımlanıyor ve mutlu oluyorum. İşte Pierre Michon ve Kralın Bedenleri. (Kıraathane Kitapları) 'Büyük Amerika Yolculuğu'na çıkarken yanıma aldım bu 'zar inceliğindeki' kitabı. Geri getirdim. O kadar sevdim. Yoksa bırakırdım oralarda. İşte şimdi önümde.
Post-Entelektüel dönem ve Edebiyat isimli kitabımda Fransız edebiyatının roman ve anlatı boyutlarını neden küçülttüklerini ele almıştım. Küçük metin üretmenin ustalığıdır söz konusu olan. Michon da öyle bir yazar. Tıpkı hayrandan daha fazla hayran olduğum Pascal Quignard ve asla o ölçüde hayran olmadığım ama büyük zevk aldığım Jean Echenoz türünden bir yazar. İlk önce Small Lives isimli bir kitabını okumuştum. Önce o kadar çekici değildi. Ama sonradan sardırdım. Rimbaud, the Son'ı okudum: Oğul Rimbaud. Fransızların vazgeçemedikleri konu: Yazı olarak yaşam, yaşam yazısı, yazının yaşamı. Nefisti. Sonra Winter Mythologies geldi elime. Daha bile güzeldi. Asıl bu metinlerle Quignard'a yaklaşıyordu. Onbirler eşsiz bir kitaptır. Bir resimden, portrelerden yola çıkıp Fransız Devrimi, tarih, gerçekle kurmacanın ilişkisi üstüne yazıyor Michon. Üç Yazar İngilizceye çevrilmedi. Michon hayranı olduğu Faulkner, Balzac ve bilmediğimiz bir yazar (ve müzisyen) Cingra üstünde düşünüyor. Kralın Bedenleri'ni Türkçede okuduğum için mutluyum. (Orçun Türkay'ın güzel çevirilerinden biri.) Ama Ustalar ve Hizmetçiler de unutulmazdı. (Bunların bazılarını Türkçede yayımlayacakmış Kıraathane Kitapları. Michon'dan bugüne değin sadece Yağmur Durmadı çevrilmiş. Hangi kitabın Türkçesidir bilmiyorum. Araştırınca öğrendim. Hemen ısmarladım. Alef Yayınları basmış.)
Kralın bedenleri: Ernst Kantorowicz'in artık bir klasik olan, bütün hayranlık uyandıran kitaplar gibi şaşkınlıkla okunan kitabı. Siyasal kuramın Ortaçağ düşüncesine açıldığı alandaki büyük irdelemelerden biri: Kralın İki Bedeni. (Türkçeye çevrildi. BilgeSu Yayınevi. Kitabın alt başlığı: Ortaçağ Siyasal Teolojisi Üstüne Bir İncelemedir. Bunu 'Ortaçağ Siyaset Teolojisi Çalışması' gibi garip ve şaşırtıcı bir şekilde çevirmişler. Şaşkınlık her zaman hayranlıktan kaynaklanmıyor. Biraz Türkçe lütfen...) (Bu arada Kantorowicz'in hayatı hakkında da Robert Lerner'in çok önemli ve ilginç bir biyografisi yayımlandı: Ernst Kantorowicz: A Life. Bir entelektüel biyografi. Neler neler öğreniyor insan. Lerner, uygarlık tarihçisidir. Ortaçağ uzmanıdır. Uygarlık tarihi kitabını Bilkent'te okutmuştum.)
Neyse, Michon'un bunlarla ilgisi yok. Yazar, yaşam, resim, metin hakkında çarpıcı anlatılar. Dolayısıyla 'anlatılacak' bir kitap değil. Okunacak, sindirilecek, satır satır izlenecek bir kitap. Hele kitabın Lütfü Özkök'ün çektiği Beckett'in portresiyle başlaması ayrı bir sürpriz. Çok yoğun, derin, uçurum gibi cümleler kuruyor Michon. Büyük bir zevkle okudum bu çok küçük büyük kitabı. Ana meselesi yazmak ve yazı Michon'un. Yazarlar. Ve kültür. Yazıya, kağıda bu derecede tapan ikinci bir ulus daha yok Fransızlardan başka. Michon o büyük kültürün çocuğu.
Saygılar Monsieur Michon, Paris'e ilk gidişimde sizi bulacağım.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA