Türkiye'nin en iyi haber sitesi
FERHAT ÜNLÜ

İbrahim Anlaşması’nda kasap ve kurban

"Embriyoluktan dokuz tahtaya kadar yaptığımız her şey, ilahi bir kamera tarafından kaydedilir ve kriptolanıp arşivlenir." İlahi Kripto.

Hayata bu perspektiften baktığımızda iyi, kötü; rahmani, şeytani bütün eylemlerimizin bir gün ortaya çıkacağına otomatikman iman etmiş oluruz.

Bundan tam iki yıl önce Suudi Arabistan'ın İstanbul Başkonsolosluğu'nda öldürüldükten sonra eşine tarihte az rastlanır bir postmortem (ölüm sonrası) 'operasyon'la cesedi buharlaştırılan Cemal Kaşıkçı'ya o meşum muameleyi reva görenler, belli ki böyle bir inanış içinde değillerdi.

Cinayet ânı, ses kayıt cihazları ve cinayet öncesi ve sonrası ise kameralar tarafından an be an kaydedildi. İnfaz timinin üyeleri, Kaşıkçı'yı nasıl öldüreceklerini, cesetten nasıl kurtulacaklarını önceden planlamışlardı ve bu plan doğrultusunda hareket etmeye kararlıydılar. Kameralar, timin üyelerinin duygusuz, robotumsu bakışlarını da kaydetti. Önceden yapılan plan doğrultusunda kendilerine verilen talimatları yerine getirmeye hazır bir robot gibi ifadesiz bakıyorlardı. Uzaktan kumandayla yönetiliyorlardı adeta. Verilen emirleri robot gibi uygulamasalar tarihin en vahşi cinayetlerinden birini işleyemezlerdi.

Bu Cuma (2 Ekim 2020) Kaşıkçı'nın öldürülmesinin ikinci yıldönümü. Kaşıkçı cinayetini arkadaşlarım Abdurrahman Şimşek ve Nazif Karaman'la uzun bir süre araştırmış, bu konuda pek çok haber, makale ve bir de kitap kaleme almış bir gazeteci olarak bu hafta Üç Boyutlu Portre'yi Cemal Kaşıkçı cinayetine ayırmaya karar verdim. Hem unutulması zor bu hadiseyi yeniden hatırlatmak, hem de konuyla ilgili yeni bilgileri sizlerle paylaşmak için…

SUUD, KANGRENLİ KOLU KESMEDİ

Türkiye, bundan iki yıl önce Cemal Kaşıkçı cinayetiyle ilgili elindeki kanıtları peyderpey dünya kamuoyuyla paylaşmadan önce diplomatik nezaket gereği Suud yönetiminin, cinayette sorumluluğu olanları açıklaması için Suudilere 'istihbari baskı'da bulundu. Bu amaçla yapılan bir görüşme önemli.

MİT Başkanı Hakan Fidan, Suudi İç İstihbarat Servisi Başkanı Abdülaziz bin Muhammed el-Huveyrani ile görüştü. Fidan, kendisine 'Doktor' diye hitap eden Huveyrani'yle yaptığı ilk görüşmede Türkiye'nin elindeki kritik kanıtlardan bahsetmedi, ama Ankara'nın elinin güçlü olduğunu hissettirdi. Hakan Fidan, mevkidaşına, "İşi siz yaptınız. Bu bir kangren. Kangrenli kolu bir an önce kesmeniz lazım" dedi ve ekledi: "Dediğim gibi, bu bir kangren. Ne zaman, nereden keseceğinize siz karar vereceksiniz. Ama geç kalırsanız bütün vücuda yayılır."

Kangrenli kolu bir türlü kesmeyen Suudiler sistematik inkâr çabalarını sürdürdükçe hastalık bünyeye daha çok yayıldı, Huveyrani'nin Hakan Fidan'a 'Doktor' diye hitap etmesinin sebebini de açıklayayım. Fidan, yüksek lisansını 2001 yılında Bilkent Üniversitesi'nde 'Dış Politikada İstihbaratın Yeri' isimli teziyle yaptıktan sonra doktorasını yine Bilkent Üniversitesi'nde 'Bilgi Çağında Diplomasi: Enformasyon Teknolojilerinin Uluslararası Antlaşmaların Doğrulanmasında Rolü' başlıklı tezle tamamladı. Suudi İstihbarat Başkanı, doktorasını yaptığı için Fidan'a 'Doktor' diye hitap ediyordu.

Aslında Huveyrani de büyük bir suç işlediklerinin ve kangrenli kolu kesmek zorunda olduklarının farkındaydı. Ancak bunu yapabilecek gücü yoktu. Zira Kaşıkçı cinayetinde karar verici kişi, Veliaht Prens Muhammed bin Selman'dı. Cinayette rol alan 'kaplan timi'nde hem dışişleri, hem içişleri, hem ordu, hem istihbarat teşkilatı, hem adli tıp, hem de Muhammed bin Selman'ın koruma ekibinden isimlerin olması cinayetin siyasi sorumluluğunun Veliaht Prens'e ait olduğunun deliliydi. Onun siyasi desteği olmadan bu kadar farklı kurumdan farklı ismin, herhangi bir misyon için bir araya gelmesi mümkün değildi. Suudların kangrenli kolu kesememelerinin sebebi buydu. Kolu kesmek için Muhammed bin Selman'ın gitmesi gerekiyordu. Suud devletinin (devlet diye bir şey varsa tabii), bunu yapacak ne feraseti, ne cesareti, ne de gücü vardı. Bunu yapabilecek olsalardı zaten en başta MBS'nin cinayet talimatını hayata geçirmezdi.

CALLAMARD'IN RAPORUNDAKİ MESNETSİZ İDDİALAR

Cemal Kaşıkçı cinayetiyle ilgili güncel gelişmelerden biri, olayı Birleşmiş Milletler (BM) adına araştıran Yargısız ve Keyfi İnfazlar Özel Raportörü Agnes Callamard'ın hazırladığı raporda yer alan Türkiye'ye yönelik mesnetsiz eleştiriler. Buraya geldiğinde bizimle de görüşen Callamard, raporunda Türk soruşturma birimlerine haksız eleştirilerde bulundu. Callamard'ın bu eleştirilerinden biri bizim soruşturma makamlarının Suudi Başkonsolosluğu'nu aramada yetersiz kaldığı idi. En sonda söyleyecek şeyi en başta söyleyeyim: Bu, hilaf-ı hakikat. Zira Türkiye'nin, başkonsolosluk yerleşkesinde inceleme yapma yönündeki tüm girişimleri ve işbirliği teklifleri; Suudi Arabistan'ın, uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını suistimal derecesinde zorlayarak kullanması nedeniyle akamete uğratıldı.

Türkiye, bu konuda hukuku süreci çok dikkatli biçimde işletti. Hukuk da -Viyana Sözleşmesi'ne göre- açık biçimde konsolosluk binalarının dokunulmazlığa sahip olduğunu belirtiyor. Sözleşmenin 31. maddenin dört fıkrası aynen şöyle:

"1. Konsolosluk binalarının bu maddede öngörülen ölçüde dokunulmazlıkları vardır.

2. Kabul eden Devlet makamları, konsolosluk şefinin, onun tarafından tayin edilmiş kimsenin veya gönderen Devlet'in diplomatik temsilcilik şefinin muvafakatı dışında, konsolosluk binalarının münhasıran konsolosluk işleri için kullanılan kısmına giremezler. Bununla beraber acil koruma tedbirleri alınmasını gerektiren yangın veya sair felâket halinde konsolosluk şefinin zımnî rızası alınmış sayılabilir.

3. Bu maddenin 2. fıkrasındaki hükümler saklı kalmak üzere, kabul eden Devlet'in, konsolosluk binalarına müsaadesiz girilmesine veya binaların tahrip edilmesine ve keza konsolosluğun huzurunun bozulmasına veya konsolosluğun onurunun kırılmasına engel olmak amacıyla gerekli her türlü tedbirleri almak gibi özel yükümlülüğü vardır.

4. Konsolosluk binaları, mobilyaları, konsolosluk malları ve keza ulaşım araçları millî savunma veya kamu yararı amaçlarıyla hiçbir çeşit el koymaya konu teşkil edemezler. Bu amaçlarla istimlâk yapılması gerekli ise, konsolosluk görevlerinin yerine getirilmesinin sekteye uğramaması amacıyla uygun tedbirler alınır ve gönderen Devlet'e peşin, adil ve yeterli bir tazminat ödenir."

Viyana Sözleşmesi'nin 41. maddesiyse şöyle:

"Konsolosluk memurlarının tutuklanmaları veya gözaltına alınmaları ancak ağır bir suç halinde ve yetkili adli makamın kararı ile olur. Bu maddenin birinci fıkrasında öngörülen hal saklı kalmak üzere kesinleşmiş bir adli kararın uygulanması dışında konsolosluk memurları hapsedilemez ve herhangi bir şekilde kişisel hürriyetleri kısıtlamaya tabi tutulamaz."

BM adına Türkiye'ye gelen Agnes Callamard'ın Viyana Sözleşmesi'nin bu açık hükümlerini bilmemesi mümkün değil. Daha önceden bilmiyorduysa da Kaşıkçı cinayetinden sonra öğrenmiştir.

Callamard, Kaşıkçı cinayetini soruşturmak üzere avukat Helena Kennedy ve Dünya eski Adli Tıp Akademisi Başkanı Prof. Dr. Duarte Nuno Vieira ile ocak ayında buraya geldiğinde savcılık, emniyet, MİT ve dışişleri yetkilileriyle görüşmeler yaptı. Bu üç kişi, 30 Ocak günü de bizimle görüştü. Heyette bulunan Duarte Nuno Vieira polisiye, Helena Kennedy hukuki, Callamard ise daha çok istihbari boyuta ilişkin sorular sordu. Biz de gazeteci olarak bütün sorulara yanıt verdik.

Callamard ve beraberindekiler Türkiye'ye geldiklerinde devlet kurumları tarafından da şeffaf biçimde bilgilendirildiler. Hatta cinayet öncesinin, cinayet anlarının ve cinayet sonrasının ses kayıtlarının tapelerine erişme yönündeki talepleri bile devlet tarafından karşılandı. O yüzden konsolosluk araması konusunda Türkiye'ye yüklenmeye çalışmak hakkaniyetli değil.

KAŞIKÇI NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?

Kaşıkçı cinayetini 'tüm zamanların en ilginç cinayetlerinden biri, belki de birincisi' olarak nitelendiriyorum. Zira Kaşıkçı cinayeti, yaslandığı üç boyutta da (diplomatik, istihbari ve polisiye boyut) hakikaten 'köpeğin insanı ısırması' değil, 'insanın köpeği ısırması'ydı. Ne diplomasi, ne istihbarat, ne de polisiye tarihinde örneğine hiç rastlanmamış türden bir olaydı. Salt polisiye boyuta baktığınızda bile olayın Suudlara özgü bir polisiye olduğunu görüyorsunuz.

Polisiyede Van Dine'in (Bu, müstear ismi. Gerçek adı Willard Huntington Wright'tır) yazdığı altın kurallardan olmasa bile şu genel kaide vardır: Sonunda katil ya da katiller bulunur ve hak ettikleri cezayı görürler. Bu, okur veya izleyicinin 'manevi tatmini' açısından gereklidir. Suud polisiyesinin finalinde bunu da göremedik. Katiller hak ettikleri cezayı almadılar, 15+3 kişilik timden sadece beş kişiye idam cezası verdiler, bu cezaların da infaz edileceği şüpheli.

KAŞIKÇI'YA DA 'KURBANLIK' DEMİŞLERDİ

Sonuç belli oldu ama cinayet sebebi hâlâ tam olarak bilinmiyor, karanlıkta.

Biz Kaşıkçı'nın katledilişinin ikinci yılı vesilesiyle bir fener daha tutalım: Bunun için Kaşıkçı'nın, öldürülmeden kısa bir süre önce üzerinde çalıştığı gizli projeden tekrar söz etmek elzem. Projenin adı 'Arı Ordusu' idi. 'Arı Ordusu' isimli sosyal medya timi, Muhammed bin Selman'ın; bir tür Propaganda Bakanı, Goebbels gibi çalışan Suud el-Kahtani'ye kurdurduğu sosyal medyadaki troll ordusunun (sinekler) karşı cephesinde yer alacaktı.

Bu işin koordinasyonunu yürütecek isim ise Kanada'da yaşayan Ömer Abdülaziz adlı aktivistti. Kaşıkçı'nın son dönemde en sık görüştüğü kişilerden biri olan bu aktivist, Suud casuslarının hem fiziki, hem de siber takibi altındaydı.

Kaşıkçı'nın ve Abdülaziz'in telefonuna İsrail yapımı Pegasus adlı bir casus yazılım gönderildi. Böylelikle Suud istihbaratı, Cemal Kaşıkçı'nın Abdülaziz ile yazışmalarına erişti. Kanada'da Toronto Üniversitesi'ne bağlı olarak çalışan Citizen Lab adlı laboratuvarın tespitlerine göre Pegasus adlı casus yazılımı üreten firma, NSO Group adlı bir İsrailli firmaydı.

Bunları öğrendikten sonra Suudi Arabistan'la İsrail'in neden iki yıldır yakınlaştığı sorusunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Ve hatta bu ülkeyle aynı cephede yer alan Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) İsrail'le imzaladığı anlaşmanın şifreleri de çözülüyor.

13 Ağustos'ta imzalanan bu anlaşmanın tek anlamı, İsrail ve BAE arasındaki ekonomik ve stratejik işbirliğini derinleştirmek değil. Beyaz Saray'ın anlaşmaya 'The Abraham Accords' (İbrahim Anlaşması) demesi de boşuna değil. Böylelikle Hazreti İbrahim'in soyundan gelen kuzenler olarak gördükleri iki ırkı (Araplar ve Yahudiler) yakınlaştırdıklarını sanıyorlar. Aslında mazlum Filistin halkı ile Körfez hanedanlıkları altında ezilen Arap halkının bu yöntemle İsrail'le yakınlaşmayacağını, tersine İsrail'den uzaklaşacağını biliyorlar. Zira bu anlaşma Arap halkına fayda değil, zarar getirecek.

Bir hatırlatma ile toparlayalım: Kaşıkçı'yı infaz timinin en önemli üyelerinden olan Adli Tıp Kurumu Başkanı Salah Muhammed et-Tubeyki, tapelere göre cinayetten önce "Cemal'in boyu uzun, yaklaşık 1.80 civarında. Kurbanlığın eklemleri kolayca ayrılır, ancak parçalamak yine de zaman alacaktır" demişti. Suud hanedanlığı için çalışanlar, kendilerine muhalif olan Kaşıkçı'yı 'kurban' olarak görüyorlardı.

'İbrahim Anlaşması'yla da bir anlamda mazlum Arapları, 'Hazreti İbrahim'in bıçağı altında kurban edilmeyi bekleyen Hazreti İsmail' olarak konumlandırıyorlar. Teşbihte hata olmaz, Arapları 'kurban', kendilerini ise 'kasap' olarak görüyorlar.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA