Türkiye'nin en iyi haber sitesi

MUHARREM KILIÇ

Modern İnsan Hakları Epistemesinin Çöküşü: “Yas Tutulamaz Yaşamlar”

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin kabulünün 77. yıldönümünü idrak ettiğimiz bugünlerde, insanlığın bu metinde idealize ettiği etik-politik iddialarını ne ölçüde gerçekleştirebildiği sorusu giderek daha yakıcı bir hâl almaktadır. Bildirgenin normatif ideali, insanlığın bir daha kitlesel zulme sessiz kalmayacağı iddiasını taşımaktadır. Ancak aradan geçen onlarca yıla rağmen, "savaşlar, kitlesel ölümler, zorla yerinden etmeler ve kolektif cezalandırma pratikleri" küresel ölçekte sürgit devam etmektedir. Ne yazık ki modern insan haklarının kurumsal mimarisi, çoğu zaman bu ihlaller karşısında etkisiz ve sessiz kalmaktadır. Tüm etik-politik iddia ve tahayyüllere rağmen modern insan hakları söyleminin en ağır hak ihlalleri karşısında bağlayıcı bir otorite üretme noktasındaki kurumsal kifayetsizliği esaslı bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.

Yalnızca bir hukuksal normlar bütünü değil, insanlığın etik-politik gelişim dinamiğinin bir nişanesi olarak kabul edilen modern insan hakları düşüncesinin 'evrensellik' iddiası, bu söylemin meşruiyet zeminini oluşturmaktadır. Ne var ki Gazze'de iki yılı aşkın süredir devam edegelen "sivillerin hedef alınması, açlığa mahkûm edilmesi, topyekûn yaşam alanlarının sistematik biçimde yok edilmesi ve kolektif cezalandırma pratikleri", söz konusu iddiayı yalnızca aşındırmakla kalmamış, sistemin epistemik çöküşünü de açığa çıkarmıştır. Bugün insanlığın temel meselesi; insan hakları söyleminin bu ihlaller karşısındaki sistematik ve ölümcül sessizliğinin nasıl mümkün olabildiği meselesidir.

Bu ölümcül sessizliği anlamlandırabilmek adına modern insan hakları söylemine dayanak teşkil eden temel varsayımları gözden geçirmemiz gerekmektedir. Bu meyanda eleştirel bir yaklaşım sergileyen Charles Taylor'a göre modern insan hakları paradigması, bireyi "atomistik, soyut ve bağlamdan kopuk bir özne" olarak kurgulamaktadır. Halbuki insan haklarının etik özünü oluşturan insan onuru, bu soyut bireyde değil; toplumsal tanınma ilişkileri içinde kurulmaktadır. Gazze'de yaşananlar, bu tanınma ilişkisinin radikal biçimde askıya alındığı bir durumu gözler önüne sermektedir. Zira Filistin halkı, etik-politik bir özne olma statüsünden dışlanarak görünmez kılınmaktadır. Öyle ki Filistinliler için ölüm; "bir insanlık trajedisi olmaktan çıkarılıp sayısal verilere; açlık, bir insani krize; yıkım ise kaçınılmaz bir güvenlik maliyetine" indirgenmektedir.

Bu noktada Judith Butler'ın "yas tutulabilir yaşam" kavramsallaştırması, insan hakları söyleminin Gazze karşısındaki sessizliğini teorik olarak ifşa eden kritik bir çerçeve sunmaktadır. Butler'a göre her yaşam eşit derecede yas tutulabilir değildir; hangi yaşamların kaybının kamusal alanda yas tutulmaya değer görüldüğü, politik iktidar ilişkileri tarafından belirlenmektedir. On binlerce sivilin katledilmesi, uluslararası kamunun hegemonik aktörleri nezdinde herhangi bir yas ve öfke üretmemektedir. Nitekim Gazze'de kaybedilen yaşamlar, küresel insan hakları rejimi içinde yas tutulabilir yaşamlar olarak tanınmamaktadır. Bu onto-epistemik yadsıma hali, salt bir insanlık durumuna karşılık gelmenin ötesinde modern insan hakları söyleminin ölümcül krizine tekabül etmektedir.

Evrensel bir kod ve etik dil olarak yapılandırılan modern insan hakları söylemi, doğuştanlıkla tüm yaşamların korunmaya değer olduğu varsayımına dayanmaktadır. Ancak Gazze, bu varsayımın geçersizliğini çarpıcı biçimde açığa çıkarmaktadır. Taylor'ın işaret ettiği üzere haklar; kendi etik referanslarını görünmez kıldığında normatif tercihlerin politik tahayyülleri de görünmez hale gelmektedir. Butler'ın kavramsallaştırmasıyla ifade edersek, Gazze'de sorun yalnızca yaşam hakkının ihlali değil; bu yaşamların önceden zaten yas tutulamaz olarak kodlanmış olmasıdır. İnsan hakları söylemi, bu kodlamayı bozmak yerine, çoğu zaman onunla uyumlu bir kolektif sessizlik üretmektedir.

Pratikte çoğunlukla seçici bir evrensellik üzerinden işleyen modern insan hakları mimarisinin üretmiş olduğu bu derin sessizlik rastlantısal değildir. Zira seçili bazı hak ihlalleri mutlak bir etik-politik müdahaleyi doğururken, bazıları bağlamsal durumlara, teopolitiğe veya jeopolitiğe havale edilmektedir. Gazze'de hastanelerin bombalanması, sivillerin açlığa mahkûm edilmesi ve yaşamın sistematik biçimde sürdürülemez hâle getirilmesi, uluslararası hukuk metinlerinin açık ihlali olmasına rağmen, bu ihlaller çoğu zaman insan hakları kurumları tarafından meşrulaştırıcı bir dille çerçevelenip sunulmaktadır. Böylece insan hakları, sözü edilen trajedileri sınırlayan bir norm olmaktan çıkarak, onu bizzat yöneten ve rasyonelleştiren bir söyleme dönüşmektedir.

Post-kolonyal insan hakları eleştirisinin etkili hukuk kuramcılarından Makau Mutua'nın insan hakları anlatısına yönelik eleştirelliği, bu durumu anlatısal düzeyde berraklaştırmaktadır. Ona göre insan hakları söylemi aktörleri; "failler, mağdurlar ve kurtarıcılar" olarak kodlayan dramatik bir yapı üretmektedir. Ancak Gazze söz konusu olduğunda bu yapı işlemez hale gelmektedir. Zira gerçek mağdurlar mağdur olarak tanınmaz; failler fail olarak adlandırılmaz; kurtarıcılar ise hak ihlallerini 'meşru müdafa' söylemiyle aklamaktadır.

Gazze'de yaşananlar münferit hak ihlalleri değil; bir halkın yaşam alanlarının, tarihsel hafızasının ve kolektif varoluş koşullarının sistematik yıkımdır. Buna rağmen insan hakları söylemi, meseleyi bireysel mağduriyetler düzeyine indirgemektedir. Bu indirgeme, yaşananların yapısal ve tarihsel karakterini görünmez kılmaktadır. Alasdair MacIntyre'ın da vurguladığı üzere, modern hak söylemi tarihsel adalet sorusunu dışladığında, yapısal zulmü görünmez kılmaktadır. Gazze'deki soykırım eylemleri, tam da bu görünmezlikten güç almaktadır. Zira modern insan hakları dili, ortak bir ahlâkî anlatıdan ve paylaşılan bir iyilik fikrinden kopmuştur. Haklar; hangi erdemleri ve hangi yaşam biçimlerini koruduğu belirsiz soyut taleplere dönüşmüştür. Gazze bağlamında bu kopuş net bir biçimde görülmektedir. Öyle ki yaşamın kutsallığına dair müşterek bir ahlâkî dil üretilemediği için, en temel hak olan yaşama hakkı bile politik çıkar hesaplarına tâbi kılınabilmektedir. Nitekim evrensellik iddiası ancak en savunmasız olanların da yaşamı gerçekten yas tutulabilir kabul edildiğinde anlamlıdır. Aksi hâlde evrensellik, güçlüler için işleyen, güçsüzler için askıya alınan bir ayrıcalık hâline gelmektedir. Ne yazık ki bugün insan hakları söylemi ve mimarisinin derin bir ahlâkî tutarlılık krizi yaşadığı görülmektedir.

Sonuç olarak modern insan hakları düşüncesi ve bu düşünceye dayalı kurumsal mimari; Gazze trajedisini dışsallaştırarak normatif geçerlilik ve evrensellik iddialarını sürdürebilecek bir konumda değildir. Bu trajedi; insan hakları söyleminin evrensellik ve normatif tutarlılık iddialarının içkin sınırlarını açığa çıkaran kurucu bir sınanma alanıdır. Gazze trajedisi; tanınma rejimlerinin nasıl işlediğini ve hangi yaşamların özne olarak kabul edildiğini görünür kılmaktadır. Bazı yaşamlar hukuksal korumaya mazhar olurken, bazılarının istisna hâli içinde askıya alınması, insan haklarının fiilî olarak koşullu ve hiyerarşik bir normatif düzen ürettiğini göstermektedir. Gazze trajedisi; hangi yaşamların normatif tanınmaya mazhar olduğu, hangilerinin ise sessizliğe, istisnaya ve görünmezliğe mahkûm edildiği sorusunu gündeme getirmektedir. Bu soruya verilecek yanıt, insan haklarının evrensel bir etik-politik ve hukuksal bağlayıcılığa sahip olup olmadığını belirleyecektir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.