Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Yekta Kopan’dan bir öykü... Denizler Altında

Yekta Kopan'ı televizyonda yaptığı kültür ve sanat programları yüzünden çok sever, mümkün olduğu kadar da kaçırmazdım.
Yer yer çok önemli geceleri de sahnede başarıyla sundu..
"10 parmağında 10 marifet" denen türlerden yani.
"Bana Kuşlar Söyledi" adlı kitap gelince, kapakta Yekta'nın adını okuyunca, hemen karıştırdım..
Aslında "Ben" dediğimiz, biz büyükler, "Kuşlar" da çocuklar oluyor sanki..
Çünkü kitap "Çocukların gözünden büyüklerin dünyasına bakan ve anlayana, anlamak isteyenlere eleştiriler getirip tavsiyelerde bulunan" öykülerden oluşuyor. Sizlere bir iki tanesini sunmaya karar verdim.. İzinlerini almadığım için Yekta da, Can Yayınları da bana gücenmesinler ne olur..
Bir cümle de, kitabı eleştiren (Hürriyet/ KitapSanat) Eray Ak'tan..
"Kopan, öyküleri arasında dolaşan herkese 'Umutla' bakabilme gücü veriyor." Umut günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey değil mi?.
Söz Yekta'da..

***

Amcamı on yedi yıl denizin altında unutmuşlar. Geçen hafta, akşam yemeğinden sonra çaylarımızı yudumlarken babamın aklına geldi. Çay yeterince demli olsaydı hatırlamazdı diye düşünüyorum. Bir anlık kafa karışıklığına denk geldi. Bizim ailenin çay konusunda katı kuralları vardır.
Babam bergamottan nefret eder, "O meymenetsizin asıl adı bey armudu, bergamot ne demek yahu?" der. Karanfilli, limonlu çay asla içilmez.
Demini almamış çay sofraya bile gelmez.
Ama o gece, bardakları büyük abimin özensiz karısı doldurunca, geçmişin sır sandığının kilidi kırıldı, bulanık sarı sıvıdan iki yudum alan babamın sinirleri harap oldu. Önce boğulurcasına öksürdü, sonra da ağzından canımı yakan o sözler döküldü:
"Yahu sizin bir amcanız vardı, biz onu deniz altında unuttuk!" Cümlenin sonundaki ünlem işareti uzaklardan fırlatılmış bir mızrak misali saplandı evin orta yerine. Hepimizi derin bir sessizlik esir aldı. Ben çok üzüldüm.
Ağlamaya başladım. "Bu kadar sulugöz olma," dedi babam. Öyle demesiyle içimdeki dereler çağladı. Ortanca abim, "Yahu ne su varmış senin göz pınarlarında?" diye güldü. Kahkahası yükseldikçe açtım vanaları. Onlar "su" dedikçe aklıma zavallı amcam geliyordu çünkü.
Amca kelimesi zihnimin duvarlarında çarpa çarpa ilerliyor, kendisine bir çıkış yolu arıyordu. Amca.. Amca.. Amcam!
Okuldaki bütün arkadaşlarımın bir amcası vardı. Gerçi hiçbirine sormamıştım ama öyle olduğunu hissediyordum.
Yürüyüşleri, nefes alıp verişleri, cüzdanlarını arka ceplerini sokuşturmaları hep amcaları var gibiydi. Bunca zamandır amcası olmayan bir çocuk olduğumu düşündüğümden çözemediğim havuz problemleri gecelerden bir gece uçsuz bucaksız bir deniz olarak karşıma çıkmıştı.
Hangi deniz hangisine kaç saatte dökülür, hangi deniz yuttuğu amcaları geri vermez bilmiyordum. On yedi yıl denizin altında kalmış bir amca, kaç litre su yutmuştur bilmiyordum. Bunları düşündükçe fırtınalar koptu içimde, dalga dalga deniz aktı gözümden.
"Şimdi çıksa karşımıza tanıyamayız zaten," dedi babam bardağındaki sidik rengi çayı koltuğun kenarındaki devetabanının saksısına dökerken.
"Tanıyamazsınız keratayı. Şişmiş, davul gibi olmuştur." O an ağlamam kesildi. Anladım ki yalnız ve ıslak insanlar sıkıntıdan şişiyor. Anladım ki dünya, şişmiş insanların sığamayacağı kadar küçük.

"Dirayetli oğlandı," dedi annem.
"Batmış, batmış, batmış, en sonunda da vurmuş ayaklarını dibe fırlamıştır suyun üstüne. Ölmemiştir.
Tuhaf tuhaf düşünceleri vardı zaten, sulanınca büyümüştür o saçmalıklar, oradakilere onları anlatıyordur." Annemin bu rahatlığı içimi sıktı, nerede unuttuğunuzu hatırlıyor musunuz diye babamın kolunu dürttü, "Tatilde oralara gidersek ziyaret edelim kayınbiraderimi." O günlerde felsefeye merak sarmış olan ukala abim "Bu mümkün değil," dedi. "Bir insanın suyun altında unutulması kabul edilebilir.
Ama suyun altında unutulan birinin düşüncelerinin büyüyeceğine inanmak en hafif deyimiyle aptallıktır." Annemi savunmak utanç vericiydi ama yine de kendimi tutamayıp, "Sensin aptal," diye bağırdım abime. Hiç görmediğim amcamın düşüncelerinin dünyayı kaplamasını istiyordum.
"Tek düşüncesi bir meyhane açmaktı," dedi babam. "Ortasında havuz olan bir meyhanem olsa, insanlar kafayı bulunca ayılmak için suya dalsa, derdi. Sonunda ayılan kendisi oldu ama." Bütün aile güldü bu rezil şakaya, ben gülmedim. Buz gibi suratımı gören babam hafiften öksürerek susturdu herkesi.
Birkaç saniye kimse nefes bile almadı.
Çaydanlıkta fokurdayan suyun sesi duyuluyordu sadece.
"Biz neden tartışıyoruz ki?" dedi abilerimden biri. Hangisi olduğunu anlayamadım.
"Vücudumuzun yüzde yetmişi su olduğuna göre..." "Yüzde altmış değil mi yahu?" diye müdahale etti ortanca abim, "Şurada ciddi bir şey konuşuyoruz, yalan yanlış bilgi verme!" Yüzde yüz öfkeliydim bütün aileme.
Bir an amcamı denizin dibinde taşlaşmış halde düşündüm. Parmağıyla suyun yüzeyini gösteren bir heykel. Bütün vücudunu yosunların, likenlerin, deniz canlılarının kapladığı bir anıt. Küçük balıkların oyuklarına saklandığı, büyük balıkların kuytularına yumurtalarını bıraktığı bir sığınak.
Varlığıyla, su altının gizemli dünyasına hikâyeler anlatan bir kitabe. Ama ne yaparsam yapayım öfkem azalmıyor, evin mide bulandırıcı sessizliğine çarpa çarpa büyüyordu.
Sessizliği büyük abimin özensiz ve densiz karısı bozdu. "Koca koca ülkeler sular altında kalıyor. Yakında bütün dünya su altında kalacak, diyeceğim o ki, bir amca suya battı diye çok da üzülmemek lazım." Ojesi dökülmüş tırnaklarıyla yanmış kibrit çöplerine benzeyen parmaklarını şöyle bir salladı havada. O hareketle kan beynime sıçradı. "Sen önce doğru düzgün çay koymayı öğren," diye tısladım.
Sinirle o çirkin ellerini yumruk yapıp ağzına soktu, büyük abimin desteğini de alamayınca koşarak içeri gitti sarsak yengem.
Giderken salonun girişindeki akvaryuma çarptı koca poposu. Korkuyla kaçışan süs balıklarının yüzgeçleri dalgalandı. Birkaç damla su taştı akvaryumun tepesinden.
"Oğlan haklı," dedi babam, "bu çay içilmez." Annem dolu bardakları sehpadaki tepsiye yerleştirirken, "Şunları tazeleyeyim ben," dedi. "Demine bakmadan koyma," diye söylendi babam. "Hayatta her şeyin demlenmesini beklemek gerekiyor." "O kadar üzme kendini," dedi üç numaralı abim. "Bakma sen babamın davul gibi şişmiştir demesine.
Şişmesi mi kalmıştır artık. Çoktan balık yemi olmuştur. Ağzını, burnunu, gözünü falan yemiştir balıklar.
Doğaya bir faydası olmuştur yani. Bizim amcamıza da bu yakışır." Her zaman fısıltılı bir sesle konuşan üç numaralı abimin açıklaması bana mantıklı gelmişti.
Ağlama isteğimi bastırınca öfkem de geçmişti.
Annemle, büyük abimin hüzünlü karısı çayları getirirken daha iyi hissediyordum kendimi.
En azından bir amcam vardı. Hiç görmemiş olsam da kahramanlık hikâyesini gururla anlatacağım bir amcam.
Okuldaki çocukların amcaları, dünyaya böyle bir fayda sağlamış olamazdı. Oysa benim amcam, on yedi yıl boyunca binlerce, milyonlarca balığı beslemişti.
Tam demli çaydan bir yudum alıp sakinleşmişken en küçük kardeşim, "Belki de balıklardan bir ordu kurmuş, sizden intikam almaya hazırlanıyordur" diye bağırdı babama. Gözleri vahşi bir köpek gibi parlıyordu.
Gecenin başından beri babam sesini ilk kez yükseltti. "Yeter artık," dedi.
"Yeter!" "Kimse bana hesap sormasın. On yedi yıl geçmiş aradan, siz ne hakla karşıma geçmiş öyledir böyledir diyorsunuz.
Kardeşimi severdim, olmuş bir hata.
Şimdiki aklım olsaydı unutmazdım suyun altında. Ama pişman da değilim. Hiç değilse dünyanın bu halini görmedi. Şimdi burada olsaydı daha mı iyi olacaktı?
Dikilip karşımıza, 'Yaşanmaz bu memlekette, bu dünyada, alıp başımı gideceğim,' derdi. Nereye gidecekti peki? Suyun altından başka gidecek yer mi kaldı? Sudan gelmiş, suya gitmiş. Ne var bunda bu kadar büyütecek? Artık amcanızla ilgili tek kelime bile duymak istemiyorum! Bir daha bu konuda konuşan olursa..." Bir virgülle kesildi babamın konuşması.
Bilinmez diyarlardan gelip babamın cümlesine yerleşen bir virgül hepimizi susturdu. O virgül, kapımızın yumruklanma sesi oldu. Salonun ortasına yuvarlandı.
Suçüstü yakalanmış bir cinayet çetesi gibi dondu kaldı herkes. Sadece babam, ergenliğinden kalma çatlak bir sesle, "Kim ki bu saatte?" diyebildi.
Tek kelime etmeden kalktım yerimden.
Kapıya gittim. Tam, "Kim o?" diyecektim ki, gözüm kapının altına takıldı.
Eşikten şırıl şırıl su akıyordu evin içine.

***


PAZAR NEŞESİ
"İçkiler son" diye bağırdı barmen..
"Barımız kapanıyor.." Saat üçe gelmişti.
10 arkadaş köşedeki masada neşeli bir sohbete dalmışlardı. Ne lafa doymuşlardı, ne de içkiye.. Biri ayağa kalktı..
"Hemen yan sokakta yeni bir daireye taşındım. Hadi bize gidelim, hem de yeni evimi görürsünüz" dedi..
Neşeli kafalar hemen evetledi. Son içkileri yudumlayıp yola düştüler.
Ev sahibi, dostlarına gururla kasılarak yeni evini gezdirmeye başladı.
Yatak odasında kocaman, hani senfoni orkestralarında kullanılan bir pirinç gong vardı. Yanında da kocaman bir tokmak..
Konuklardan biri "Yatak odasında gong ne arıyor" diye sordu..
"O gong değil" diye cevap verdi ev sahibi.. "Konuşan saat!." "Hadi ulan dalga geçme bizimle" dedi, soruyu soran..
"O zaman size göstereyim nasıl çalıştığını" dedi ev sahibi.. Tokmağı aldı, bütün gücü ile gonga vurdu.
Çok kısa bir sessizlik oldu, sonra duvarın öbür tarafından bir çığlık duyuldu..
"Allah'ın belası herif.. Saat üçü çeyrek geçiyor, yahu!."

***


LATİN SÖZLERİ
"Nunquam sero te venisse putabo, si salvus veneris." "Sağsalim gelirsen, asla geç geldin demem!
Cicero

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA