Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Ne güzel başladı, tiyatrolarım...

Dünyanın en güzel manzaralı Açıkhava Tiyatrosu vardı orda.. Yaz gecelerini iple çeker ve her gece hatta ne olduğuna bile bakmadan Hisar'a giderdik. Yerli, yabancı kaç sanatçıyla konuştum, o zaman.. Hepsi sözleşmiş gibi, "Biz hayat boyu bu kadar güzel manzaralı bir açıkhava tiyatrosunda söylemedik, çalmadık. Söylemeye doyamadık" dediler..
Öyleydi gerçekten Hisar geceleri.. Ne mutlu bana ki, o geceleri yaşayan kuşağın içinde oldum..
Sezen Aksu'nun konserleri yıkardı ortalığı. Hepsine gittim, kaçırmadan.. Sezen bu konserlerde, kendisine vokalistlik yapan sanatçıları da, arada solist olarak öne çıkarırdı. Aşkın Nur Yengi, Sertab, Harun Kolçak, Emre Altuğ'ların arasında bir genç kızı hiç unutmadım. O gece orda olan ve adeta büyülenen binlerce insan da unutmadı.
Elif'ti adı.. Şimdi hatırlamıyorum ama, Sezen'in yeni bir şarkısını söylerken, sözleri dilsiz işaretleriyle de öyle içten anlattı ki, ortaya harika bir duygusal koreografi çıktı..
Öğrendim ki, yakın dostum, çok sevdiğim Müjdat Gezen'in kızıymış, Elif.. Bir daha görmedim, duymadım. Okumaya yurtdışına gitmiş. Orda evlenmiş, yerleşmiş, çocukları olmuş.. Ve işte pandemi sonrası tiyatrolar açılırken, İstanbul'a gelmiş ve baba-kız, "Baba Kız" adlı oyunda sahneye çıkmışlar..
Duyar duymaz, kararımı verdim. Açılışı Müjdat ve Elif'le Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde yapacaktım.
Yetenekli gençlere, performans sanatlarını bedava öğretecek bir okul kurmak için Müjdat 1991'de Mercedes arabasını satarak Müjdat Gezen Sanat Merkezi'ni (MSM) kurmuş, ama Vilayet Milli Eğitim Müdürlüğü, bir türlü ruhsat vermemişti. Nasıl uğraştılar Müjdat'la.. Ben de bu köşede nasıl uğraştım Vilayet'le..
Müjdat, inatla, çalışıp didinerek önüne konan her engeli aştı ve o MSM kimleri kimleri, performans sanatları dünyamıza kazandırdı. O dönemdi işte, dostluğumuzun kilitlenmesi..
Baba Kız, tahmin ettiğiniz gibi, Müjdat ile Elif'in, yani baba-kızın hikâyesiydi.
Çok sevdiğim dostlarım BKM'ciler, gene çok sevdiğim Metin Akpınar'ı sahneye çıkarıyorlar. Ama kızı ile değil, hayatında tek bir Metin Akpınar sahnesi izlememiş bir kızla..
Gitsinler de farkı görsünler..
Burada Elif tüm çocukluk ve genç kızlığını yaşadığı babasına harika paslar atıyor, Müjdat da bunları seyirciyi güldüren, düşündüren, hüzünlendirip duygulandıran gollere çeviriyor.



Müjdat da, o Rumelihisarı'nı büyüleyen kızına şarkı asistleri yapıyor karşılık olarak.. Elif kendi şarkılarını söylüyor. Baba-kız, harika bir ikili olmuşlar ve Baba Kız'ı oynuyorlar, biz salonda "Bitmesin" diye dualar ediyoruz..
Ama bitti ne yazık ki.. Hemen kulise koştum.. Müjdat'a da, Elif'e de sarıldım. Elif'e "Bütün gece Rumelihisarı'ndaki şarkını bekledim. Onu niye söylemedin?" dedim.. "O şarkı Sezen Abla'nın.. İzin almadan nasıl söylerim" dedi..
"O zaman hemen git al.. Sezen, senden ve Müjdat'tan birkaç temsilde söylemek için bir şarkısını esirgeyecek insan mı" dedim. Ve ekledim.
"Şimdi bana söz ver.. O izni alacaksın. O şarkıyı bu 'Müzikli anılar' temsiline koyacak ve bana haber vereceksin 'Tamam Hıncal Ağbi' diye ve ben tekrar geleceğim" dedi..
"Söz" dedi Elif!.
Bu arada, bugün öğleden sonra matine var, ama bileti yok. Sonrasının programı da yok. Ya da ben bulamadım. Artık siz takip edeceksiniz, bi zahmet.. Ama edin ve kaçırmayın sakın..

***

İkinci izlediğim oyun Das Das'ta.. Ataşehir.. Çok güzel bir AVM'nin içinde.. Aç gidin, tercihen, çünkü etrafta her keseye uygun yemek imkânları var..
Oyun hakkında kararımı daha gitmeden verdim gene..
Turgut Özakman, bu ülkenin en güçlü kalemlerinden biriydi. Ankara yıllarımda tanıdım. Onun bir mizahi hiciv eserini, Metin Akpınar gibi, tiyatroya harcanmış, ustalar ustası bir ömür ve son kuşağın en başlarında yer alan, gençlerin sevgilisi Mert Fırat, el ele vermişler, tiyatroya uyarlamışlar. Das Das'ın genç ama yetenekli kadrosuyla adeta bir müzikal kabare havasında "Deli Bayramı"nı ortaya çıkarmışlar.



Neymiş Deli Bayramı, anlamak için önce Deli ne, ona bakalım..
Öyle ya ne diyordu Deliler..
"Kimi turşu kurar kimi fabrika
Ama biz deliyiz, hayal kurarız."
Efendim bir gurup deli tımarhaneden kaçıp Das Das tiyatrosunu basmışlar. O gece kendileri oynayacaklar. İşin özü bu.. Ötesi bol müzik, bol gülmece.. Tabii isteyen gülerken, altında yatan hicivleri ve eleştirileri de düşünmekte serbest.
Oyunu Metin Akpınar ile Mert Fırat, hoş bir buluşla sahnelemişler.
Oyuncular sahnenin iki yanında oturuyorlar. Yanlarındaki askılarda da, hangi rolü canlandıracaklarsa o kıyafet. Eser bol skeçten oluşunca, arkaya git, kıyafe t değiştir, gel, bu arada seyirci beklesin. Tempo olur sıfır. Bu uygulamayla Deli Bayramı su gibi akıyor.
Oyunculuk da çok iyi.. Mert Fırat zaten harika.. Alper Baytekin de çok çok iyi.. Geri kalanlar da hep iyi..
Deli Bayramı 13 ve 26 Aralık geceleri. 26 Aralık'ta bir de matine var, öğleden sonra..

*

AH AHMET HAKAN AH!..

Ahmet Hakan'ı giderek zor okumaya başladım. En keyifle okuduğum yazarlardandı, Sevgili Kardeşim.. Şimdi siyasi olarak müthiş bir denge politikası koydu yazılarına.. İkincisi.. Gazetesi gibi, köşesini de sosyal medyaya göre hazırlamaya başladı. Üçüncüsü.. TV programı var. Ciddi program, ciddi hazırlanmak gerekir. Her gün hem de Hürriyet'i hazırlamak, çok ciddi ötesi zaman ve beyin kapsamı gerektirir. Peki o zaman, o koca, hem de dengeli sütun nasıl dolacak?. Tabii biraz şişirme..
Geçen gün yazmış.. Okuyalım.. Aynen..

***

Hürriyet'in birinci sayfasında bir haber başlığı:
"Sergen'le devam."

***

Bir okurumuz uyarmış:
"Sergen değil, Sergen Yalçın."
Çok doğru, çok haklı, çok yerinde bir uyarı. Aldık, kabul ettik.

***

Koskoca Hürriyet'in yayın politikasına bakar mısınız?.
Hadi o zaman şimdi de ben diyorum.. Okur değil, 65 yıllık gazeteci, "Ağabey" dediğin bir meslektaş diyor..
"Ahmet Hakan değil, Ahmet Hakan Coşkun!."
Sen niye soyadını kullanmıyorsun?.
Çünkü özellikle sanat âleminde bir gelenektir. Soyadını kullanmamak, büyüklük işaretidir.
"Behiye" dedik yıllarca.. "Emel.. Sezen.. Muazzez" dedik.. Kimse de "Hangi Behiye, hangi Sezen" demedi..
Ahmet Hakan, bu soyadı meselesini en güzel ve gerçek örneği ile yazdım kaç defa..
Oyun bitmiş. Perde kapanmış.. Salondaki seyirci ayağa fırlamış "Sarah!.. Sarah!." diye bağırıyor..
Sarah Bernhardt, Fransız tiyatrosunun gelmiş geçmiş en büyük kadın oyuncularından, bizim Müşfik'in ablası Yıldız gibi büyük Sarah, yanındakilere dönmüş ve tiyatro tarihine geçen şu lafı etmiş..
"Doğduğumda bir soyadım vardı. Ben ona bir ad ekledim!."
Ayrıca Ahmet Hakan Coşkun dostum..
Bu ülkede futbolcular soyadları değil, adları ile bilinir, tanınır ve anılırlar..
Lefter gibi.. Can gibi. Baba Hakkı, Baba Gündüz gibi..
Aç spor sayfanı, soyadı ile yazılan tek Türk futbolcu var mı?.
Sergen, sevgisini, saygınlığını ve büyüklüğünü adı ile kazandı, soyadı ile değil.. Teknik direktör olunca bir süre adınla anılmaya devam edersin.. Soyadın sonra yerleşir. Ama çok çok büyük teknik direktör olursan adın tek başına kalır gene, yıllar sonra..
Bu bir..
İkincisi.. Doğru başlık arkadaşlarının attığı..
Beşiktaş, Sergen'le devam ediyor. Futbolcu Sergen'in unutulmaz, sevgisi, sempatisi, klası ile kaldı Beşiktaş'ın başında.
Sergen Yalçın'la, hele de Giresun'dan 4 yedikten sonra devam edemezdi, 14 maçta 6 mağlubiyet alıp, ligde 20 puanla 10'uncu durumdaki Beşiktaş..
Ahmet Çebi Başkan, kendi koltuğunu kurtarmak için futbolcu Sergen'den medet umdu, Teknik Direktör Sergen Yalçın'dan değil, tamam mı?.
O gazete Hürriyet, Ahmet Hakan Coşkun..
Sosyal medya değil, sen yönetiyorsun onu.. Bunu aklından çıkarma..
Hiç çıkarma!.

*

ÜNAL ÖZÜAK/KİTAP
VAR OLMAK VEYA OLMAMAK...

1938'de 'Bulantı'yla tohumlarını attıktan sonra 'Varlık ve Hiçlik'i yazarak varoluşçuluk kartını açtığı 1943 yılından itibaren düşünce ve savlarının yanında yer alanlar olduğu kadar şiddetle eleştirenler de çıktığından Sartre, üç yıl sonra, bir nevi savunması olan 'Varoluşçuluk Bir İnsancılıktır / L'existentialisme est un humanisme' kitabını yazarak kendince aklama ve yüzleşmesini yaptı.
Geleneksel felsefeciler ve yazarlar tarafından dillendirilen başlıca karşı duruşlarca varoluşçuluk; Weil'e göre bunalım, Mounier'e göre umutsuzluk, Hamelin'e göre bunal, Banfi'ye göre kötümserlik, Wahl'a göre başkaldırış, Marcel'e göre özgürlük, Lukacs'a göre idealizm, Benda'ya göre usdışıcılık, Foulque'ye göre saçmalık felsefesiydi.
Belki de hepsini içeren bir çorbaydı ama; bir dönem 68 gençliğinin peygamberi ve varoluşçuluğun papası sayılan J.P. Sartre'a göre ise varoluş, insanda, ama yalnız insanda, özden önce gelir.
Bu demektir ki insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendisi yaratır. Nasıl mı? Şöyle 'Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirme yolu hiç kapanmaz...'
Her kuramda, her inançta farklı karşılıklar bulan bir felsefenin temel metnini (Varoluşçuluk Bir İnsancılıktır / L'existentialisme est un humanisme) ve bunun yanı sıra Gaeton Picon ve Laffont Bompiani'nin Varoluşçuluk'a ilişkin incelemeleriyle P. Naville'in Sartre'la yaptığı konuşmayı içeren SAY Yayınları'ndan 31. baskısı yayınlanan, Artemis İren'in nefis çizimleriyle bezenmiş, VAROLUŞÇULUK kitabı özelinden girerek 68 başkaldırı kuşağının yol göstericisi olmuş Sartre'ın felsefesi hayata geçebildi mi onu irdeleyeceğiz.
Kitapta felsefenin hem nalına hem mıhına yapılan ayrıntılı eleştirilerini bulacaksınız.
Kim haklı kim haksız kendiniz karar verir, varoluşçuluğu satın alır veya almazsınız... Ama Jean Paul Sartre'ın en büyük gerçeği, 75 yıllık hayatında ne söylediyse onu bire bir hayata geçirmiş, yaşamış olmasında yatar..
Yatılı öğrenci olarak okuyarak 1929'da Yüksek Öğretmen oldu.. Felsefe doktorası yaparak '31-45' arası taşra liselerinde felsefe öğretmenliği yaptı. 39'da askere çağrılarak Almanlara esir düştü. Daha sonra kaçmayı başararak direnme hareketinin öncülerinden biri oldu.
Savaştan sonra en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen Varlık ve Hiçlik'i yazana kadar zamanın tümünü yazmaya ve siyasi etkinliğe ayırdı. 1946'da, hâlâ yayınlanmakta olan düşün ve yazın dergisi Les Temps Moderns'i çıkarmaya başladı. 1964'te değer görüldüğü Nobel Edebiyat Ödülü'nü, "Yazarlar, kurumların kendilerini bir kalıba sokmasına izin vermemelidirler" gerekçesiyle reddetti. 1952'de Marksist oldu ve "Marksizm insanı tekrar düşüncenin içine çekti ve varoluşçuluk insan neredeyse onu orada aramaya başladı."
Bağımsızlık Savaşı sırasındaki sağduyulu ve olayları basite indirgeyen tavırları sağcıları kendisine düşman etti. İki kez evi bombalandı. Olay neredeyse, azılı aktivist Sartre mutlaka odaktaydı.
Olmadı siyasi yangını kundaklardı. 68 gençliğini dünyanın her tarafında sokaklara döken kimdi sanıyorsunuz?
Varşova Paktı'nın Çekoslovakya'ya müdahalesi, (Kod adı: Tuna Harekâtı) 20 Ağustos 1968 gecesi.... Alexander Dubcek'in "Prag Baharı" adı verilen siyasi liberalleşme reformlarını durdurmak için Sovyetler Birliği ile diğer Varşova Paktı müttefiklerinin Çekoslovakya işgalinde tankların önünde yatan olmasa da, uzatmalı yaşam partneri Simone de Beauvoir ve Fidel Castro ile birlikte oradaki başkaldırının başrolündeydi.
Sağ-sol tanımaz, dikta karşısında yerini alırdı.
68 kazanı böyle kaynadı. Ankara'da Amerikan Büyükelçisi Komer'in arabasını da Sartre yaktı diyebiliriz rahatlıkla.
Sağlığı iyice bozulduğu halde LTM dergisinde günün olayları ile ilgili politik açıklamalarda bulundu. Otoriteye karşı çıkan tüm sokak gösterilerinde öncü oldu. Hakkında ceza davaları açıldı.. Voltaire gibi o da ikiyüzlülüğe, özellikle de edebi ikiyüzlülüğe karşı içinde nefret besledi. Tanrı'yı, her türlü kurulu düzeni, aileyi, klasik anlamı ile edebiyatçıyı, filozofu, dostlukları, toplumun belirli kesimlerini, kalıplaşmış düşünceleri yadsıdı...
Ne İsa'ya ne Musa'ya yaranamadı ama şimal yıldızı olarak tek geçeriz ustayı...
Varoluşçuluk
Say Yayınları/Düşünce
www.sayyayincilik.com

***

Ünal yazmamış ama, öldüğünde, Fransa'yı büyük bir karmaşadan kurtaran ve 5. Cumhuriyet'i kuran Başkan General de Gaulle "Devlet Töreni" yapılmasını istedi. Şaşıranları da susturan "Sartre Fransa'dır, beyler" deyişi de tarihe geçti.

*

TEBESSÜM

Öğretmen sınıfta balinaları anlatıyordu. "Devasa bir hayvan olmalarına rağmen, bazılarının inandığı gibi balinaların bir insanı yutması mümkün değildir. Çünkü mideleri çok küçüktür" dedi.
Arkadan küçük bir kız ayağa kalktı ve "Hazreti Yunus'u yuttu ama.. " dedi. Öğretmen, "Bu batıl bir inançtır. Balina mümkün değil insan yutamaz" diye ısrar etti.
Küçük kız, "Cennete gittiğimde, Hazreti Yunus'a sorarım" dedi. Öğretmen kafa salladı..
"Ya Yunus cehennemdeyse?."
"O zaman da siz sorarsınız" dedi, küçük kız..

*

SEVDİĞİM LAFLAR

"Kendine güven, dünyayı kendi koşullarınız içinde tanımlayarak kazanılır. Başkalarının görüş ve kararlarını kabul ederek değil!."
Oprah Winfrey

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA