Son günlerde aklıma takılan bir mevzu var. Hangi tasarımcı arkadaşımla konuşsam, hangi girişimciyle sohbet etsem aynı cümleyi duyuyorum:
"Ah keşke Ortadoğulular gelse de alışveriş yapsa." "Ah keşke Ortadoğu pazarına girsek de ciromuza ciro katsak." Ama dönüp İstanbul sokaklarına baktığımızda aynı ağızlardan şu da çıkıyor:
"Ah şu Araplar gitse de kurtulsak." Bu, bizim en büyük çelişkilerimizden biri. Hem Ortadoğulu turist gelsin, para bıraksın istiyoruz... Hem de kapıdan girdikleri anda rahatsız oluyoruz.
Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu.
O zaman burada kendimize karşı dürüst olmamız gerekiyor.
Hem eleştirip hem faydasını almak istediğimiz şeyin tam ortasında kalıyoruz. Madem o turistin bıraktığı gelire güveniyoruz, o zaman neden aynı nefeste şikâyet ediyoruz?

Ya gerçekten karşısındır, duruşun nettir...
Ya da değilsindir. Ama ikisini aynı anda söylemek artık pek inandırıcı değil.
Londra'ya geldiğimde aynı çelişkinin burada da yaşandığını fark ettim. Kendi ülkesine turist gelsin isteyen, ekonomisi canlansın isteyen ama kapıdan gireni istemeyen bir kafa yapısı sadece bize özgü değil. Dünyanın büyük şehirlerinde de benzer bir ikilem var. Küreselleşmek istiyoruz ama kapıdan içeri giren farklı kültürle yüzleşmekten çekiniyoruz.
Oysa şehirlerin büyümesi, ekonomilerin güçlenmesi, markaların globalleşmesi; hepsi çeşitlilikle mümkün.
Hem 'dünya vatandaşıyım' deyip hem de dünya burnumuzun ucuna geldiğinde rahatsız oluyorsak, orada bir samimiyet testi başlıyor.
Belki de asıl mesele şu: Gerçekten ne istediğimizi bilmek.
Ekonomik güç mü? Kültürel konfor mu? Yoksa her ikisi de olsun ama biz hiç değişmeyelim mi? Hayat böyle işlemiyor.
Değişim kapıdan giriyorsa, o kapıyı açan da biziz.

GÜCE KARŞI NEFRET BESLİYORUZ! EN BASİT ÖRNEĞİ KARDASHIAN'LAR
Geçtiğimiz günlerde Kim Kardashian'ın başrolde olduğu All's Fair dizisi bir anda gündemimize oturdu. İlginç olan şu ki, diziye yönelik eleştiriler ne kadar sertse, izlenme oranları da o kadar güçlü.
Hulu'nun açıkladığı verilere göre yapım, ilk günlerinde milyonlarca izleyici çekerek platformun en hızlı yükselen içeriklerinden biri oldu. Yani bir yanda "oyunculuk yok, senaryo zayıf" diyoruz; bir yanda da hepimiz açıp izliyoruz.
Bu tablo aslında yeni değil.
Kardashian ailesi yıllardır aynı formülü yaşıyor: Eleştiriyoruz, küçümsüyoruz, "ne üretiyorlar ki?" diye soruyoruz Sonra dönüp bakıyoruz:
Forbes listeleri, milyar dolarlık markalar, global moda ve kozmetik imparatorluğu.
O zaman mesele sadece kalite değil.
Mesele, güçlü olana karşı duyduğumuz tuhaf his: Bir yandan nefret etmek, bir yandan hayran olmak. Onlara kızıyoruz ama izliyoruz. "Kendini ne sanıyor?" diyoruz ama yaptıkları her hamleyi takip ediyoruz.
Bu sadece Kardashian'lara değil; global güce, parlayan figürlere karşı kolektif refleksimiz.
Beğenmekten korkuyoruz, küçümsemeyi daha güvenli buluyoruz.
Ama kabul edelim:
Bugün dijital çağda görünürlük de bir üretim. Ve bu aile, görünürlüğü dünyanın en kârlı işlerine dönüştürdü.
Sonuç? Asıl çelişki onlarda değil, bizde.
Gücü hem reddedip hem takip eden o kararsızlık hâlinde.
Belki de sormamız gereken soru şu: Biz gerçekten neyi eleştiriyoruz? Başarısızlığı mı, yoksa başarıyı mı?

FENOMEN MARKALAR PARILTILARIN ARDINDAKİ GERÇEK
sosyal medyaya baktığımda tek bir şey görüyorum: Her köşeden bir kozmetik markası, her gün yeni bir spor giyim koleksiyonu... Sanki herkes bir anda girişimci, herkes markalı bir paketle karşımızda. Ama bütün bu parıltının arkasında büyük bir soru var: Bu fenomen markalar gerçekten uzun vadeli bir başarı vaat ediyor mu? Tekstil dünyasının zorlandığı, üreticilerin nefes alamadığı bir dönemdeyiz. Seçenek çok, fiyat rekabeti sert, tüketim hızı akıl almaz boyutta. Üstelik her şey o kadar "tek tıkla" ulaşılabilir ki, sadakat denen kavram artık neredeyse yok gibi. Dünyadaki örneklere baktığımızda Kim Kardashian gibi figürler evet, elbette başarıyor. Çünkü orada milyonlarca insanın tükettiği, global bir kültürel evren var. Üstelik tek yönlü bir üretim de değil: Moda, güzellik, lifestyle, televizyon, reality, wellness...
BİR ELİN PARMAKLARINI GEÇMEZ!
Her platformda farklı bir ihtiyaç yaratıyor, farklı bir alanı dominasyon altına alıyor. Peki bizim coğrafyadaki fenomenler bunu başarabilir mi? Sadece Instagram varlığıyla, sadece güzelliğe dayalı bir iletişimle, sadece tek bir ürün kategorisiyle? Açık konuşayım: Zor. Çok zor.
Her gün bir tight markası, bir t-shirt markası, bir spor koleksiyonu görüyorum. Ama tekstilci dostlarıma sorduğumda aldığım cevap hep aynı: "Seçenek çok, tüketim hızlı, sürdürülebilirlik yok. Piyasa çok dolu." Böyle bir ortamda kaç fenomen bir yıl sonra hâlâ aynı heyecanla ürün satabilir? Kaçı kendi isminden bağımsız bir marka yaratabilir? Kaçı kendi güzelliğinin ötesine geçip bir değer inşa edebilir? Benim cevabım net: Bir elin parmaklarını geçmez.
Gerçek başarı, şöhreti farklı platformlara taşıyabilmekte...
Ürünü sadece "beğeni" ile değil, gerçekten "ihtiyaç" ile satabilmekte. Tek bir kategoriye sıkışmadan, global vizyon yaratabilmekte. Çünkü artık sadece güzel olmak, sadece popüler olmak yetmiyor. Doymuş bir pazarda ayakta kalmak için; hikâye gerekiyor, sürdürülebilirlik gerekiyor, çeşitlilik gerekiyor, emek gerekiyor. Kısacası: Fenomen markalarının kaderi parlamaktan çok, parlamayı yönetebilmekte.