Cumhuriyet, özellikle Can Dündar orada çalışmaya başladı başlayalı eski Cumhuriyet'e has niteliklerini kaybetmişti. FETÖ ve PKK gibi terör örgütleri, klasik Kemalist reflekslerin temsilcisi Cumhuriyet tarafından dışlanması gerekirken, bilakis Cumhuriyet onlara hamilik edip kol kanat gerdi. Dündar, 17 Aralık 2014'te, Cumhuriyet'in kült Genel Yayın Yönetmeni İlhan Selçuk ve eski Ankara Şefi Mustafa Balbay'ı da tutuklatan, FETÖ'cü Emniyetçi Nazmi Ardıç'la gizli bir toplantı yaparken yakalanmıştı. Ardından Dündar, 17-25 Aralık darbe girişimi savcısı Celal Kara'yı bizzat röportaj yaparak aklamış, FETÖ'nün tezlerine meşruiyet kazandırmaya çalışmıştı. Bunu izleyen günlerde, Cumhuriyet'in Genel Yayın Yönetmeni oldu. Onun yönetimindeki Cumhuriyet'te, MİT TIR'larını durduran FETÖ'cü savcı Aziz Takçı ve Reyhanlı katliamındaki ihmalinden bildiğimiz FETÖ'cü savcı Özcan Şişman tek tek manşetlere taşındı ve 'temize çekildi'. Ayrıca Cumhuriyet ve Zaman gazeteleri, FETÖ ortaklıklarını âdeta ifşa edercesine, altı ay içinde tam iki kez aynı manşeti atmışlardı. Bunlardan biri, PKK'nın Ankara'daki terör saldırısının dehşetini artırmayı amaçlayan "Devletin kalbine bomba" manşetiydi.
Cumhuriyet'in demirbaş yazarlarından Hikmet Çetinkaya, 90'lardaki anti-FETÖ çıkışlarını 2011'den itibaren bir yana bırakıp, en son Zaman'a 31 Ekim 2015'te yayınlanan ve "40 yıldır izliyorum, Gülen Hareketi terör örgütü değil" şeklinde manşete çekilen bir röportaj vermişti. FETÖ'cü savcılarla röportaj yapmaktan arta kalan zamanlarında Cumhuriyet, Şehit Savcı Selim Kiraz'ı başından kurşunlayarak katleden DHKP-C'li teröristlerle 'röportaj' yapmış ve onların söylediklerini, menfur cinayeti aklarcasına, "Bu eylem mecbur bırakıldığımız yöntem" şeklindeki başlıkla vermişti.
PKK'nın çözüm sürecini çöpe atmasına bir ay kala Cumhuriyet Kandil'e gidip, PKK'yı öven içerikle bir röportaj yayınlamıştı. "Yerlere izmarit bile atmayan çevreci PKK'lılar" imajına aracılık etmesi, Cumhuriyet'in tarihi boyunca silemeyeceği lekelerden biri olarak kaldı. Geçtiğimiz günlerde, öğretmen olmasına rağmen evinde 250.000 dolardan fazla parayla tutuklanan, takiye ile kendini tüm Kemalistlere takip ettiren 'FETÖ trolü' jeansbiri'nin başlattığı "Ak Silahlanma" etiketiyle iç ve dış basına sanki Ak Parti taraftarları silahlanıyor gibi bir algı çalışması yapılmıştı. İşte Cumhuriyet, iç savaş kışkırtıcısı bu mesnetsiz algı çalışmasını "Ak Silahlanma Provokasyonu:
Sosyal medyadan yapılan çağrılara yargı da hükümet de sessiz" şeklinde manşete çekmişti.
Nitekim Cumhuriyet'in asıl okur kitlesi olan Kemalistler ve Atatürkçüler, yukarıda özetlediği yayın çizgisine isyan edip, Kasım 2015'te, TÜYAP fuarındaki Cumhuriyet standı önünde protesto düzenlemişlerdi. Cumhuriyet Okurları grubu açıklamalarında, "İmralı görüşmecileri, HDP, PKK, Barzani, Fetullahçı Terör Örgütü kaynaklı iddia ve tehditler süslenerek yazı ve fotoğraflarla her gün sofranızdadır" gibi cümlelerle PKK-FETÖ ortaklığında çıkan Cumhuriyet'e isyanlarını dile getirmişlerdi.
Yine yıllarca Cumhuriyet'in Ankara temsilciliğini yürüten yazarı ve CHP milletvekili Mustafa Balbay, Şubat 2016'da gelinen noktayı şöyle özetlemişti: "Cumhuriyet'te FETÖ'cülükten Kürtçülüğe her şey serbest, CHP milletvekili olarak yazı yazmak yasak." Cumhuriyet'le özdeşleşen yazarlardan Uğur Mumcu'nun ağabeyi de, "Ben kardeşimin yazdığı Cumhuriyet'i şimdi okumuyorum ama Nazlı Ilıcak Cumhuriyet'i çok beğeniyor. Ilıcak, Cumhuriyet'i neden beğeniyor? Cemaatin medyasına el konduğu için ve Cumhuriyet'e de cemaat hakim olduğu olduğu için. Fetullah Gülen; Atatürk'ü ve Cumhuriyet'i normal şartlarda çok mu sever?" diyerek esas sorunu teşhis etmişti.
Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay yurtdışına kaçtı.
Geriye onların yönetiminde PKK ve FETÖ'ye hizmet edenler kaldı. Dün hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş, soruşturmanın tüzel kişiliğe yönelik olduğunu ifade etti. Soruşturma sürecinin, Cumhuriyet'in tüzel kişiliğinin FETÖ yancılarından ve PKK destekçilerinden temizlenerek, asli sahibi Atatürkçülere iadesini hedeflediği anlaşılıyor. Bu sadece Cumhuriyet için değil, Türkiye'deki basın özgürlüğü adına da bir kazanım olur.
Hilal Kaplan/Sabah
ABD ekonomisindeki bu belirsizlik, yaklaşan ABD seçimleri bağlamında siyaset tarafında da var. Başkan adayları, yaklaşan büyük küresel fırtınayı omuzlayacak potansiyeli taşımıyor. Ancak sistemin hakim gücü konumundaki ABD'deki bu belirsizlik, 2. Dünya Savaşı sonrası bu hakimiyeti yürüten tüm sistemik kurumlarda da var. Geçen hafta sonu gelen ikinci haber de bize bunu anlatıyordu. Petrol üreticisi ülkelerin çatı örgütü sayılan OPEC, petrol fiyatlarının istikrarı için üretici ülkelerin kısıntıya gidebileceğini, bununla ilgili anlaşmaların gündemde olduğunu epeydir duyurup duruyor. Ancak geçen hafta sonu Viyana'da yapılan toplantıda somut bir anlaşmaya -yine- varılamadı. Çünkü artık OPEC gibi sistemik küresel yapıların böyle kararlar alacak bütünlükleri yok. İkinci savaş sonrası kurulan sisteme bağlı olarak yetmişli yıllarda ortaya çıkan petro-dolar mekanizması da çökmüş durumda. Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri artık ABD'den bağımsız başlarının çaresine bakmak zorunda.
Ancak, aynı zamanda, gelişmekte olan ülkelerin de ekonomi-politikaları konusunda "eski" çaresiz konumlarından çıktığını da görmeye başlayacağız. Bu çaresizliği gelişmekte olan ülkeler öyle yoğun yaşadılar ki... Mesela Sonia Gandi, 2004 yılında Hindistan'da Kongre Partisi lideri olarak seçimi kazandığında Mumbai Borsası, 129 yıllık tarihinin en düşük seviyesini görmüştü. Bunun da nedeni Kongre Partisi'nin iktidarında neo-liberal politikaları uygulamayacağı endişesiydi. Bunun üzerine Gandi, "İktidara geldiğimizde farklı bir şey yapma imkânlarımız sınırlı, hatta yok" diyerek başbakanlığı reddetti. Sonia Gandi, bugün olsa benzer bir davranışı sergilemezdi mutlaka; ama o günkü koşullar ve neoliberal kuşatma başarı şansını sıfıra indiriyordu. Gandi, eski ezberlerin artık geçerli olmadığını biliyordu.
Bu öngörü özetle, kısa dönemde ve tek ülkede bir şey yapılamayacağı kanısına dayanıyordu. Çünkü Hindistan gibi dinamizmi güçlü ülkelerde Kongre Partisi gibi partilerin dengeleri, halka zarar vermeden değiştirmesi gerekir. Gandi'nin Hindistan'ın tek başına kendini dünyadan yalıtarak bu değişimi yapamayacağını tespit etmiş olması, bir sezgiden çok bilimsel bir gerçekti. Çünkü öylesine katı bir kuşatma vardı ki dünyanın güneyinde ya da doğusundaki ülkelerin bu kuşatmayı aşarak adım atması imkânsızdı.
Benzer dramı 2003'te Macaristan'da Başbakan Frenc Gyurcany yaşadı. Ama o, Gandi kadar öngörülü olmadığı için, bu dramı iktidardayken yaşama şanssızlığına yakalandı. "Yalan söyledik" diyordu, Gyurcany, istifa ederken, "Halka yalan söyledik ve böyle giderse yalan söylemeye devam edeceğiz" diye de devam ediyordu... Avrupa'nın ortasında Macaristan'ın tek başına değişim şansı yoktu tabii.
Türkiye ise, bugüne değin, bu örnekleri defalarca yaşadı. Bu kuşatılmışlığı aşmaya çalışan tek lider ise Erdoğan'dı. Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, "Yaptığım mücadelede milletimden başka kimseyi yanımda göremedim" diye dile getirdiği tarihi serzeniş bu gerçeğin en özlü anlatımıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan yalnız FETÖ ile mücadelede yalnız kalmadı, ranta dayalı, dışarıya kaynak aktaran yeni sömürgeci ekonomi politikalarıyla mücadelede de yalnız bırakıldı. Ama tam şimdi yalnız Türkiye'nin değil, Hindistan'ın, Avrupa'nın ortasındaki Macaristan'ın da değişim şansı var. Erdoğan haklı çıktı. Tam bugün gelişmiş ülkelerin krizi, onların bitmeyeceği sanılan hegemonyasına ciddi delikler açıyor. Bu, tarihsel bir fırsat ama bu fırsatı ancak kararlı bir siyasi liderlik, mazlumlardan yana kapsamlı ve büyük bir dönüşüme, değişime çevirebilir. Ama bu değişim, yüzyılın başında belirlenen sınırları da değiştirecek bir altüst oluşu beraberinde getirecek. Bu anlamda bugün yaptığımız tartışma bir harita ya da sınırların tek başına değişmesi tartışması değildir. Bugün yaptığımız tartışma, yeni bir küresel sistem tartışmasıdır. Başkanlık sistemi tartışması da böyledir, Musul-Kerkük kaynakları, Lozan tartışması da böyledir ve bu büyük değişimin ana başlıklarıdır.
Cemil Ertem/Milliyet
Türkiye'yi bir iç savaşa sürüklemek ve Türk kentlerini "Bizim" olmaktan çıkartmak için çaba harcayanların bu duyguyu anlamaları mümkün değildir... Yüzlerce yıl "Bizim" olan Selanik'in, Halep'in, Musul'un kaybedilmesi şokunu yaşayan kuşakların neler hissettiklerini o kadar iyi anlıyorum ki.
Bu nedenle evrensel ölçüde "Özgürlüklerin kısıtlanması" olarak görülen uygulamaları, tutuklamaları, gazetelerin polis tarafından aranmasını evrensel ölçüde değerlendiremiyorum...
15 Temmuz darbe girişimini yaşamış bir Türk vatandaşı olarak, savcıların ve polisin söylediklerine de kulak veriyorum. Örneğin Diyarbakır'da tutuklanan HDP'liler hakkında Savcının, "Silahlı terör örgütüne üye olma (TCK m.314/2) suçu"nu iddiasına konu ettiğini de görüyorum.
Tabii ki burada da İsviçre'de olduğu gibi yaşasak çok güzel olurdu. Ama biliyoruz ki İsviçre'nin sınır komşuları arasında ne Suriye, ne de Irak var.
Tarih ve coğrafya ülkeleri zorluklarla birlikte yaşamaya mahkûm eder. Keşke herkes bu zorlukları artırmaya değil de azaltmaya dönük çaba harcasa...
Mehmet Barlas/Sabah
"Beyefendi Marmaris'te tatildeyken, Meclis bombalanıyordu" diyordu Kılıçdaroğlu. Doğru. Beyefendi Marmaris'teydi. Ve Meclis bombalanıyordu. Ama Meclis'in bombalandığı saatlerde Beyefendi, çocukları ve torunlarıyla çıktığı "ölüm yolculuğu"nu tamamlamış, Atatürk Havalimanı'nda "darbeye karşı halk direnişi"ni yönetiyordu. Kaldı ki, Beyefendi Meclis'in bir üyesi değildi... Marmaris'e gitmeseydi de Meclis'te bulunmayacaktı.
Kendisi neredeydi? Meclis'in bir üyesi olarak nerelerde eğleşiyordu, hangi güvenli evde darbenin ne yöne doğru evirileceğini bekliyordu? Niçin darbe haberini alır almaz Meclis'e koşmadı? Niçin bombacılara karşı göğsünü siper etmedi?
Beyefendi Marmaris'te suikastçilerle köşe kapmaca oynarken, kendisi Bakırköy Belediye Başkanı'nın Yeşilköy'deki güvenli evinde bekliyordu. Evet "bekliyordu..." Bir kalkışma olduğu bilgisi "erkenden" ulaştırılmıştı kendisine. Ankara'ya dönecekti.
Dönmedi. Bekledi.Yukarıda da söylediğim gibi, darbenin hangi yöne evirileceğini bekledi. Atatürk Havalimanı, Yeşilköy'deki "güvenli ev"in hemen yanındaydı. Dışarı çıkabilirdi. Darbecilere "Ne yapıyorsunuz siz? Bu yaptığınız anayasa suçudur. Derhal kışlalarınıza dönün!" diyebilirdi. Demedi. Bir televizyon kanalına bağlanıp, "kalkışmayı kabul edemeyiz" türünden steril ve zararsız bir açıklama yapabilirdi.
Yapmadı. Güvenli evin risk oluşturduğunu düşünmüş olacak ki, kalkıp Atatürk Havalimanı'na gitti. Tanklar havalimanını kuşatmıştı. Darbecilere selam çakarak VIP salonuna girdi. Bir süre uçuş izni bekledi. Uçuş izni çıkınca Ankara'ya uçtu.
Başbakan Binali Yıldırım konuşmuş, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ konuşmuş, eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül konuşmuş, Cumhurbaşkanı Erdoğan CNN Türk'e bağlanıp konuşmuş, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli konuşmuş, neredeyse memleketteki bütün televizyon kanalları "darbe karşıtı" yayına başlamıştı ama Kemal Bey'den ses yoktu.
Çünkü bekliyordu. Kimin galip çıkacağını bekliyordu. Pozisyonunu riske edemezdi. Pozisyonu, temkinle yaklaşmayı ve renk vermeden beklemeyi gerektiriyordu.
Sabaha karşı durum anlaşıldı. Bir darbeci general tam alnının çatından vurulmuştu. Halk tankların üzerine çıkmıştı. Polis geniş tutuklamalara başlamıştı. Darbeciler kaybediyordu. Durum netleşince Kılıçdaroğlu çıkıp lütfen bir açıklama yaptı ve darbeye karşı meşru hükümetin yanında olduklarını söyledi.
Ahmet Kekeç/Star
Bilmem farkında mısınız? Fetö'cüsüyle, PKK'lısıyla, yabancı istihbaratçısıyla; hepsinin üzerinde çalıştığı uğursuz bir hesap var. Bunu da sizin, yani 15 Temmuz'u görmezden gelen veya lafının edilmesinden rahatsız olan kesimlerin üzerinden hayata geçirmek istiyorlar. Nedir o hesap, kısaca sıralayayım...
Birincisi... Fetö'yle mücadeleyi bir toplumsal ayrışma çizgisi haline getirmek... Darbe girişimi ve Fetö gerçeğini unutturup sahneye "mağdur edenler ve mağdur olanlar" ikilemini çıkarttırmak... Ve tabii esası şu ki... Seküler kesimleri kışkırtıp bir çatışmanın tarafı yapmak... Tutar mı bu hesap?
Tutmaz. Millet yine bozar. Fakat bu süreci ne kadar hasarsız atlatırsak, o kadar iyi!
Biliyorum... Demokrasiyi hep Instagram ve facebook paylaşımlarınızdaki güzel tatil manzaraları gibi bir şey sandınız. Ama kadrajı azıcık değiştirirseniz, göreceksiniz ki...
Cumhuriyeti korumak bir modacının podyumunda bayrak sallamak kadar konforlu ve kolay bir şey değil. Ağzı laf yapan fakat beyni bir android kadar soğuk, acımasız ve yabancı bir düşmanla karşı karşıyayız. Bu düşmana karşı bizi ayakta tutacak olan birbirimize bakan yüzümüz ve birbirimize muhabbetimizdir. O halde, haydi artık siz de silkinip toparlanın ve milletin yanında yerinizi alın!
Haşmet Babaoğlu/Sabah
CHP lideri öyle bir laf etti ki, ne ruh ne birliktelik bıraktı. Kılıçdaroğlu, "15 Temmuz'da Cumhurbaşkanı neredeydi, Marmaris'te tatildeydi" açıklamasıyla, hiç kusura bakmasın ama alay konusu oldu. CHP liderinin bu açıklaması üzerine gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekse Başbakan Yıldırım gerekli cevabı verdi. Bir de soru sordular Kılıçdaroğlu'na, "Sen 15 Temmuz gecesi neredeydin?" …
Lafı çok uzatmayacağım. Daha önce o gece Kılıçdaroğlu'nun nerede olduğu ve geceyi nasıl geçirdiğine dair 2 ayrı yazı yazmıştım... 7 Ekim'de gazetemize manşet olan "Tanka selam, VIP'den devam" başlıklı yazımın ilgili bölümünü dikkatinize sunuyor ve tartışmayı sonlandırıyorum. CHP lideri, 15 Temmuz gecesini İstanbul'da Bakırköy Belediye Başkanı'nın evinde geçirdiğini daha önce açıklamıştı zaten. Benim anlatacağım ise, İstanbul Atatürk Havalimanı VIP salonuna indiği anda neler yaşandığı...
Tarih 15 Temmuz, saat 23.00-23.30 civarları… Vatan hainleri havalimanını işgal etmiş, VIP salonunun önünde de bir tank konuşlanmış. Bu arada, CHP liderinin uçağı iniş yapıyor. CHP'nin İstanbul yöneticileri de Kılıçdaroğlu'nu karşılamak için VIP'e doğru yola çıkıyor. Salonun önünde konuşlanmış tankın içindekiler, partililerin araçlarını içeri sokmuyor. CHP'li yöneticiler bunun üzerine araçlarından iniyor ve asker bozuntularını selamlayarak VIP salonuna giriyor. Durum Kılıçdaroğlu'na anlatılıyor ve salondan nasıl çıkılacağının planı yapılıyor.
O sırada beklenmedik bir gelişme yaşanıyor ve salonun önündeki tank başka bir yöne hareket ediyor. Bunu fırsat bilen CHP'liler, genel başkanlarını da yanlarına alıyor ve hızla hareket ederek, tankın içeri almadığı araçlarına binerek olay yerinden uzaklaşıyor. Yani ülkenin anamuhalefet partisi ve lideri, işgal veya darbe girişimine rağmen, ne derseniz kabulüm, orada bir açıklama yaparak yaşananlara tavır koymak yerine olay yerini terk etmeyi tercih ediyor.
Murat Kelkitlioğlu/Akşam
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Sincar'ın yeni bir Kandil olmasına müsaade etmeyeceğini söylemesini de not edelim. Türkiye'nin Irak sınırındaki PKK ceplerini, Sincar'ı ve hatta Telafer'i kapsayacak bir operasyonun hazırlıklarının masada olduğunu düşünmek gerekir.
Halep cephesi ise son "büyük savaşa" girmiş durumda. Muhalifler Halep'in merkezini ele geçirmeye çalışırken Rusya lideri Putin'in muhaliflerin kontrolündeki Doğu Halep'e geniş ölçekli bir saldırı hazırlığında olduğu The Times gazetesine yansıdı.
YPG de hareketli... Türkiye destekli ÖSO'nun el-Bab'a yürüyüşü karşısında Deaş'ın manevra yaparak Bab'ın kuzeybatısındaki Kefer Karis, Tel Susin ve Maarret Müslimiye köyleri ile Fafin beldesi ve piyade okulunu hiçbir çatışma olmadan PKK/ YPG'ye teslim ettiği Anadolu Ajansı'na yansıdı.
Böylece Deaş YPG'yi bir tür "tampon bölge" gibi El-Bab denklemine dahil etmeye çalışıyor. Afrin ile diğer kantonları birleştirme hayalinden vazgeçmeyen YPG ise Tel Rıfat'taki sıkışmadan kurtulmak için TSK ve ÖSO ile çatışmayı göze alıyor. YPG'nin hâlâ Mümbiç'de olması da diğer bir çatışma konusu. İçeride ise PKK'ya karşı askeri operasyonlar hız kesmeden devam ediyor. Diyarbakır belediyesi eş başkanları Kışanak ve Anlı silahlı terör örgütüne üye olma suçlaması ile tutuklandı.
2015 Temmuz'undan bu yana bombalı araçlarla Deaş'tan daha fazla sivili öldüren PKK ise AK Partili siyasetçileri öldürmeye devam ediyor.
HDP, Kışanak ve Anlı'nın tutuklanmasına Kürt tabanından bekledikleri tepkiyi alamamanın sıkıntısı içinde. Önümüzdeki aylarda Türkiye'nin Suriye ve Irak'ta PKK-YPG'yi daha fazla hedef alacağı bir gündeme hazır olunmalı. Bu şartlarda yeni bir Çözüm süreci bekleyen naif argümanların sesi kesildi. Yine Suriye'de Türkiye'nin de PKK'nın da "yapabileceklerinin sınırına geldiği" analizinden hareketle bir tür örtük mutabakat bekleyenler de yanılıyor.
Ne PKK -YPG'nin kantonları birleştirmekten vazgeçmesi kolay. Ne de Türkiye'nin 700 km.'lik bir sınırın PKK kontrolünde olmasını yani YPG'nin Afrin ve Fırat'ın doğusundaki kantonlardaki varlığını kabullenmesi mümkün görünüyor.
Özetle Suriye- Irak denklemi henüz oturmadı; yeni bir sürü gelişmeye tanıklık edebiliriz. Hatta PKK-YPG gibi "devletimsi" yapıya ulaşmaya çalışan grupları uzun vadeli bir çatışma ortamı bekliyor.
Burhanettin Duran/Sabah
Almanya'nın paralel devleti de varmış. Geçtiğimiz hafta öğrendik bunu. Onlarınkinin adı FETÖ değil tabii, Reichbürger…
Türkçe "imparatorluk vatandaşı" demek olan Reichbürger örgütü meğer epey zamandır tıpkı FETÖ gibi polis, asker ve yargı içinde örgütlenerek varlığını sürdürüyormuş ama Alman devleti göz yumuyormuş. Nasıl olsa bir tehlike oluşturamaz öz güveniyle sadece istihbarat teşkilatı BND tarafından izlenmekle yetinilen örgüte ilk kez geçen hafta operasyon düzenlendi.
Reichbürger örgütüne mensup kişiler mevcut Alman devletini tanımıyor ve Alman imparatorluğunun hâlen yaşadığını savunuyor. Dolayısıyla da Almanya'nın Hitler'in saldırganlığıyla beslenerek 1937 yılına kadar hükümranlık sürdüğü toprakları ülkelerinin doğal sınırı olarak kabul ediyor ve bu sınırları resmen tanımayan Alman devletine de vergi ödemeyi reddediyor. Kendi uydurdukları Alman İmparatorluğu pasaportları, kimlikleri ve sürücü belgelerini taşıyorlar bu arada.
Aklınızdan bunların "meczup" olduğunu geçirebilirsiniz ama tıpkı bizlerin vaktiyle FETÖ'cülere "hizmet erbabı" zannıyla hoşgörüyle bakmamız gibi Alman devleti de kodlarında var olan "Büyük Alman Devleti" ideası ile Reichbürger'e toleransla yaklaşıyordu. Zararlı olamazlardı ki sonuçta ülkelerinin geleceğiyle ilgili masum hayaller besliyorlardı.
Alman devleti Türkiye'deki FETÖ darbe girişiminin ardından uyandı. Onlar bize benzemiyor, ders çıkarmasını ve yılanın başını küçükken ezmeyi biliyorlar. O fırsat dediğim gibi geçen hafta ortaya çıktı. Polis bu örgütten bir kişinin evine silah bulundurduğu gerekçesiyle baskın yaptı. İmparatorluk Vatandaşı olduğu bildirilen adam direnerek bir polisi öldürdü üç kişiyi de yaraladı. Almanya bu olayın ardından harekete geçti ve kamu kurumlarının içine sızan Reichbürger'cileri devletten temizlemeye başladı. Almanya'nın farklı eyaletlerinde bu Paralel Devlet Yapılanması'na (PDY) üye olduğu düşünülen birçok polis hakkında soruşturma başlatıldı. Federal polise sızan örgüt üyeleri de doğrudan görevden alındı.
Şimdi soralım.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından FETÖ'ye karşı Türkiye devletinin operasyonlarını bıdı bıdı sürekli eleştiren, üstelik bu vatan hainlerine kucak açan Almanya kendi üç kuruşluk paralel örgütüne neden bu kadar acımasız davranıyor?
Üstelik cesameti Reichbürger ile karşılaştırılmayacak denli büyük, 40 yıldır devletin her kademesine sızmış, şerefsizliğin, hainliğin kitabını yazmış, alçaklığın dibini bulmuş, cinayetler işlemiş, darbe gecesi 246 vatandaşımızı katletmiş, Meclis, MİT ve Külliye'yi bombalamış, Cumhurbaşkanı'nın ikametine saldırmış FETÖ gibi bir örgüt söz konusuyken. Bir polisi öldürüldü diye yapıyor bunu Almanya. Türkiye ne yapsın?
Fuat Uğur/Türkiye
Aslında CHP açısından o gecenin sırrı Genelkurmay'la yapılan bir telefon görüşmesinde saklı. O görüşmeyi kendisi mi yoksa Özel Kalem Müdürü Tuncay Ceylan mı yaptı tam bilinmiyor. Telefon kayıtları mutlaka vardır. Söylenen şu: O gece Özel Kalem Müdürü Ceylan, Genelkurmay'ı arıyor ve gelen "Ordu hiyerarşi içinde yönetime el koydu" bilgisini Kılıçdaroğlu'na aktarıyordu.
Denilenlere göre, bilgiyi veren de Genelkurmay Başkanı'nın FETÖ'cü yaveri. Kılıçdaroğlu'nun bu bilgi doğrultusunda hareket ettiği söyleniyor. Bu yüzden o gece "durumu izliyoruz" demekle yetindi. İdare-i maslahatçılık yaptı. Oysa aynı saatlerde hatta biraz daha önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli hiç tereddüt etmeden "darbecilere"karşı çıkacaktı. İstanbul Bahçelievler'deki bir etkinlik için gelen Kılıçdaroğlu oraya gitmediği gibi Atatürk Havaalanı'na akın eden halka da katılmadı. Ne yaptı? Önceden havaalanına arabasıyla giren Bakırköy Belediye Başkanı Bülent Kerimoğlu ve İl Başkanı Cemal Canpolat'la birlikte darbeci askerlere tek söz söylemeden karanlıktan yararlanarak kaçtı. Geceyi de Kerimoğlu'nun Yeşilköy'deki evinde geçirdi. Bağlandığı bir televizyoncunun "Planınız programınız nedir?" sorusuna da şu cevabı verdi: "Şu anda İstanbul'dayız, dikkatle izliyoruz."
Ülke işgal edilirken, tanklar insanları ezip geçerken, sokaklar alev alev yanarken, uçaklar halka, Meclis'e bomba yağdırırken bu ülkenin ana muhalefet partisi başkanı olanları sadece "dikkatle izliyor"du, o kadar. Sonra da kalkıp şunu diyebiliyor: "SenMarmaris'teyken..."
Peki, sen neredeydin? Niye darbecileri, tankları gördüğün halde aralardan sıvışıp gittin? Neden tankların üzerine çıkıp darbecilere meydan okumadın? Önce şu sorulara bir cevap ver, sonra da ister istemez akla gelen şu sorulara...
Acaba FETÖ'cü darbecilerin başarıya ulaşacağına inandığınız için mi sokağa inmediniz?Bugün de CHP'yi, FETÖ'cülerin iktidara saldırı üssü haline getirmenizde bu tutumunuzun bir etkisi var mı?
Ortada bunca soru ve kaçırılmış bir fırsat varken hiç konuşmamanız ülke için de CHP için de çok daha hayırlı.
Mahmut Övür/Sabah
Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı İbrahim Aydın Engin dün gazetecilerin "neden gözaltına alındınız" sorusuna, "Cumhuriyet'te çalışıyorum, yetmez mi?" karşılığını vermiş. Bence asla ve kat'a "yetmez." Şayet "Cumhuriyet" bir gazeteden ibaretse, neden suç olsun orda çalışmak? Hele hele "muhalif" olmak, iktidarı kıyasıya eleştirmek gözaltına alınmanın nedeni olabilir mi hiç? Öyle olsaydı… Bundan birkaç ay evvel aynı yazar, "kafalarının içi tıklım tıklım tezek dolu bir zihniyet iktidarda" diyerek, iktidardakilere, eleştiri sınırlarını haydi haydi aşıp hakaret ettiğinde sorun olurdu. Erdoğan'ı ve hükümeti eleştirmek veya muhalefet yapmak "sorun" değildir.
Sorun… Can Dündar'ın genel yayın yönetmenliği üzerinden Cumhuriyet gazetesinin "hizmete" alındığı günden beri, gırtlağına kadar Gürsel Kadri'ye batmasıdır. O Gürsel Kadri ki, "Yabancı liderlerin Türkiye'deki IŞİD terörünün bir numaralı sebebini oluşturan kişiyi arayıp Suruç için başsağlığı dilemeleri utanç verici" diyecek kadar kendinden geçmişti. Cumhuriyet gazetesi bu "elemanı" köşe yazarı olarak "hizmete" almakla kalmadı, tuttu bir de "danışman" yaptı. Gürsel Kadri'nin malul olduğu kin ve nefreti biz FETÖ'den gayet iyi tanıyoruz. Türkiye'yi uluslararası toplum nezdinde terörü destekleyen ülkeymiş gibi göstermek için MİT TIR'larına saldırırken de 15 Temmuz'da halkı tanklarla çiğnerken de hep bu kin ve nefret çalışmıştı.
Cumhuriyet gazetesi de terör örgütlerini bile destekleyecek kadar bu kin ve nefretin merkez üssü haline getirilmişti. Söz konusu operasyonla alakalı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın açıklaması da buna işaret ediyor: "PKK/KCK ve FETÖ/ PDY terör örgütlerine muzahir olduklarına, 2 Nisan 2013 tarih ve 2013/4 sayılı yönetim kurulu toplantısında alınan vakıf üyeliğine seçim kararının usulsüz olduğuna, 15 Temmuz darbe girişiminden kısa bir süre öncesinde darbeyi meşrulaştırıcı yayınlar yapıldığına dair iddia ve tespitler üzerine Cumhuriyet Başsavcılığı'mızca 'FETÖ/PDY ve PKK/KCK terör örgütlerine üye olmamakla birlikte, örgüt adına suç işlemek suçlarından bir kısım şüpheliler hakkında soruşturma başlatılmıştır…"
Arkalandığı veya desteklendiği iddia edilen örgütler hususunda savcılığın açıklamasında eksik var fazlalık yok. Zira… Cumhuriyet gazetesi, Mehmet Selim Kiraz'ı katleden DHKP-C'ye de muzahir olmuştu. Bir sorulsun, soruşturulsun bakalım… Cumhuriyet gazetesi "Türkiye Cumhuriyeti"ni yıkıp "Fetullah Cumhuriyeti" kurmak için 15 Temmuz'da halkımızı katleden FETÖ'nün yayın organı gibi neden faaliyet gösterdi? Mustafa Balbay'a yazdırmayan, Ümit Zileli'ye yol veren Can Dündar'ın Cumhuriyeti, Gürsel Kadri'leri neden "hizmete" aldı? E tabii, Dumanlı Ekrem veya Mehmet Kamış gibileri yazdıracak değillerdi ya. Her şeyden evvel kamuflaj değerleri yok. Yani, Cumhuriyet gazetesinin Atatürkçü okurlarını bunlarla "kandırması" mümkün değil.
Salih Tuna/Yeni Şafak
CNN Türk'e konuk olan Prof. Dr. Canan Karatay, "Volkan Demirel maçların ilk yarısında arkadaşları çok iyi oynadığı için dinleniyor, ikinci yarı kalede Volkan aslanlaşıyor ama uzatmada yiyor" dedi. Futbolcuların karbonhidratla beslendiğini belirten Karatay ayrıca "İlk yarıda enerji patlaması yaşıyorlar ama ikinci yarıda ayakları sürünüyor, golleri yiyorlar. Yazık" ifadelerini kullandı. Futbolcuların karbonhidrat ağırlıklı beslenmeleri doğru mu, yanlış mı bu konuda fikir beyan edemem ama başta İtalyanlar olmak üzere birçok ülkede futbol kulüpleri, özellikle maç günleri enerji versin diye futbolcularına karbonhidrat ağırlıklı mönüler veriyorlar. Peki, gerçekten de Karatay'ın bahsettiği gibi başta Volkan olmak üzere Fenerbahçeli futbolcuların sorunu karbonhidrat mı? Koskoca Fenerbahçe kulübünün beslenme uzmanı yok mu? Merak ettim; Fenerbahçe'nin istatistiklerine baktım. Fenerbahçe bugüne kadar oynanan Süper Lig maçlarında dokuz gol yemiş.
Yediği gollerin dağılımı ise şöyle: 1-15 dakika: 2 gol (yüzde 22), 16-30 dakika: 1 gol (yüzde 11), 31-45 dakika: 2 gol (yüzde 22), 46-60 dakika: 2 gol (yüzde 22), 61-75 dakika: 0 gol (yüzde 0), 76-90 dakika: 1 gol (yüzde 11), 90+: 1 gol (yüzde 11) Yani Karatay'ın belirttiği gibi; Fenerbahçe gollerini maçların son bölümlerinde ya da uzatmalarda yemiyor. Hatta gollerin çoğunu ilk 60 dakikada yiyor. Demek ki, Karatay spor kamuoyunu yanlış bilgilendirdi.
Canan Karatay'ı severim, ilgiyle izlerim, şekere karşı giriştiği savaşta da desteklerim. Karatay birçok konuda doğruları söylüyor ama çok fazla konuşuyor, çok fazla TV programına katılıyor.
Mevlüt Tezel/Günaydın
Dün gözaltılar yaşayan Cumhuriyet, kısa süre önce "Türkiye'den DAEŞ'e silahlar gidiyor" şeklinde haber yapmıştı.. O tarihlerde, kendilerini uyarmıştık.. Yazarları Aydın Engin'ler.. Kadri Gürsel'ler.. Celal Başlangıç'lar.. Daha niceleri.. Eli kanlı terör örgütü PKK'nın Kandil'deki üst yönetimini ziyaret edip, görüşürken, "gazetecilik" yaptıklarını iddia ediyorlardı ama.. Ne hikmetse.. Devletin Suriye'ye gönderdiği insani yardımı.. "DAEŞ'e silah yardımı" olarak gösteriyorlardı.. Sanki kendilerinin terör örgütleri ile bir dertleri varmış gibi..
Terör örgütleri ile bir dertleri olsa idi.. Yazarları PKK'nın tepe yöneticilerine gidip, onlarla birlikte poz vermezdi.. Ama PKK'lı teröristlerle poz veren Cumhuriyet'çiler.. "Terör örgütlerine, mesafeli imişler" gibi.. "DAEŞ'e silah gidiyor" haberi yaparak, kınama yapıyorlardı.. Ama bugün gelinen nihai noktada.. DAEŞ'i Musul'dan çıkartmak için girişilen son operasyonun akabinde.. Cumhuriyet yönetimi dürüst olsa, ne yapmaları gerekirdi? "Biz AK Parti iktidarını, DAEŞ ile dirsek temasında gibi göstermiştik. Yanılmışız. DAEŞ'in en belalı düşmanı, AK Parti hükümet imiş" demeleri gerekirdi..
Demediler.. Kulaklarının üstüne yattılar. Bilerek iftira attıklarını, bir anlamda kabul ettiler.. Dolayısı ile, kendilerine yönelik soruşturmada da.. Bizim üzülmemizi beklemesinler.. Onlar, "Biz iftira atarız.. İftiranın aydınlığa çıkması üzerine de, özür mözür dilemeyiz" diyorlarsa.. Biz de Cumhuriyet'e yönelik soruşturmaya.. Sevinmeyiz ama.. Kusura bakmasınlar; üzülmeyiz de..
Dünkü gözaltılara kadar. Defalarca çağrıda bulunduk.. "PKK destekçiliği yapmayın" dedik.. "Şu PKK'lı eli kanlı teröristler için, 'Gerilla' demeyin" dedik. Cumhuriyet'e dinletemedik. Hikmet Çetinkaya'ya seslendik. "Düne kadar Fetullah Gülen'e demediğini bırakmıyordun.. Şimdi ne oldu da.. Dost oldun" diye sorduk.. Cevap alamadık.. Büyük ihtimalle bir şantaj ile..
Hikmet Çetinkaya esir alınmıştı.. O esir alınmanın hikayesini açıklamadı ama.. Şimdi kendisi gözaltına alındı.. Belki gözaltında sorulur.. Cevabı alınır, "Dost olma"nın arkasında neyin yattığının..
Cumhuriyet'in imtiyaz sahibi, Orhan Erinç, dünkü gözaltı listesinden, yaşlılık sebebi ile kurtulmuş ama.. Hakkında iddianame düzenlenmesinden de kurtulmasına imkan yok.. İddianame düzenlendiğinde de.. Basın İlan Kurumu anında kapısına dayanacak.. "Resmi ilanları yayınlama hakkınızı askıya aldık" diyecek.
İmtiyaz sahibi değişene kadar da, resmi ilan verilmeyecek.. Böylesi bir gelişmede.. Artık Cumhuriyet'i, Koç Holding de kurtaramaz. Yok Ford idi, yok Beko idi, yok Arçelik idi.. Her bir sayfasına ayrı bir şirketten reklam verseler de. Basın ilan hakkı gidince.. Artık o gemi yürümez..
Ali İhsan Karahasanoğlu/Yeni Akit
16 yaşındaki Aleyna Tilki, gaylerin müdavimi olduğu bir barda görünüp de 'memleket meselesi' haline geldikten sonra istemeden de olsa tamamen bir 'magazin objesine' dönüştürüldü. Onu en son tv8'in magazin programında izledim. Röportaj şöyle anons edildi: 'Herkesin konuştuğu Aleyna, konuşmak için tv8'i seçti.' Aman ne büyük lütuf!.. Peki Aleyna o röportajda ne anlattı? Nasıl makyaj yaptığını...
Peki ekran başındaki 12-16 yaş grubundaki kızlar bunu görünce ne düşünecek? 'Vay be! Herkes Aleyna'yı konuşuyor.
Demek ki konuşulmanın yolu, içkili barda sahne almaktan geçiyor' demeyecekler mi? Şimdi soruyorum: Aleyna artık 'çocuk' kalabilir mi?
Onun masumiyetini koruyup kollamaya çalışırken, aslında yaşaması gereken o çocukluk dönemini elinden almadık mı?
Bir sosyal sorumluluk haberini yerli yerinde bırakmak varken, üzerinde üzüm gibi tepine tepine sulandırıp ondan reyting damıtmaya çalışmadık mı? Şimdi Aleyna'nın ve onu medyadan takip edenlerin '16 yaşında masum bir genç kız olarak kalmasını' kim umut edebilir? Ben sosyal medyada şöyle yorumlara bile rastladım: Aleyna aslında bir genç kızın sahneye çıkması için en güvenli yeri seçmiş. Onun için gay bardan daha zararsız neresi olabilirdi ki?... Varın gerisini siz düşünün artık...
Yüksel Aytuğ/Günaydın
Amerikan rüyası bitti. Hillary uzatmaları oynuyor. Önümüzdeki hafta yapılacak seçimler için pek çok uzmanın görüşü budur. 17'inci yüzyılda bir grup Calvinist Hıristiyan kült mensubu tarafından başlatılan proje sonuna geldi. Seçimi kim kazanırsa kazansın ABD çöküş sürecine girmiştir ve bir daha eski şaşaalı günlerini bulamayacaktır.
ABD'de özellikle düşük gelirli beyaz halk arasında rejime karşı büyük bir tepki vardır. Cumhuriyetçi aday Trump'ı destekleyenlere Demokratlar'dan aday adayı olup küçümsenmeyecek bir seçmeni bulan Bernie Sanders'in de taraftarları eklenirse ABD yurttaşlarının büyük bir bölümünün rahatsız olduğu anlaşılır.
Rakamlar ortada
Yoksul ve az eğitimli beyaz Hıristiyanlar arasındaki erken ölüm oranının çok yüksek olması bu durumun sosyolojik açıklamasıdır. Bu sınıfın insanları kendilerinin de en az siyahiler kadar ayrımcılığa tabi tutulduklarını, ülkede egemenliğin bir kastın eline geçtiğini söylüyorlar. Obama'nın iktidarda olduğu son 8 yılda toplumun en alttaki yüzde 20'lik kesiminin milli gelirden aydığı pay yüzde 5'ten yüzde 4'e düşmüştür. En üstteki yüzde 20'nin payı ise yüzde 40'tan, yüzde 50'ye fırlamıştır.
Princeton Üniversitesi'nden Anne Case ve Angus Deaton adlı araştırmacıların vardıkları sonuca göre 45-55 yaşları arasındaki beyaz ve yoksul Amerikalılar arasındaki ölüm oranları o derecededir ki ülkede sanki bir salgın hastalık bulunmaktadır. Bu durumun en basit açıklaması madde bağımlılığındaki korkunç artıştır. Case ve Deaton'a göre, 2000 ila 2013 yılları arasında alkol, aşırı uyuşturucu ve siroz nedeniyle ölenlerin sayısı korkunç bir artış kaydetmiştir.
Kayahan Uygur/Güneş
Başka bir yere gelmek istiyorum. GRAHAM FULLER'e! 15 Temmuz'dan beri hakkında çok şey söylendi. Ortaya somut bir şey konulamadı. Ben de yazılanları takip ettim. Herkes bir şeyler söylerken HANGAR'a girdim! Adım adım izleri takip ettim. Bir kısmını yazdım bir kısmını bazı olaylarla birlikte yazmak için bekledim... Hafta sonu 15 Temmuz'a çok ama çok hakim olan bir DOSTUMLA tesadüfen karşılaştık...
Bambaşka şeylerden konuşurken kendisi sözü KALKIŞMANIN yaşandığı geceye getirdi... Belli ki bir şeyler söylemek istiyordu. Ama hiçbir tahminim yoktu! Elindeki çay bardağını sıkı sıkıya kavramışken "BÜYÜKADA çok konuşuldu ama gerçekte olay bambaşka cereyan etti" dedi. Böyle iddialı bir cümle beklemiyordum. Ne geleceğini merak içinde beklemeye koyuldum... Bakarak devam etti: "Henri Barkey, BÜYÜKADA'daydı. Gazeteler yazıp çizdi. Sanırım 10'dan fazla katılımcının bulunduğu toplantılar yapıldı.
Ancak mesele orası değildi. Yani o otel değildi! O otelde olmayan ancak oralarda bulunan başka önemli biri vardı..." Dayanamayıp araya girdim "Kimdi o?" diye sordum! "GRAHAM FULLER" cevabını verdi... Daha önce geldiğini söyleyenleri duymuştum. Ama o yaşta birinin gelip o gece buralarda olacağına hiç ihtimal vermedim. "Emin misin? Ben ihtimal veremiyorum" dedim... Gülümsedi ve devam etti:
"Graham kayıtlarda yok. Olmasını da bekleme zaten. 14 Temmuz'u 15 Temmuz'a bağlayan gece senin yazdığın HANGAR'a bir uçak geldi. İçinde o kişi vardı. Uçak AVRUPA'dan geliyordu. Kendisini almaya gelen iki siyah renkli minibüs hazır bekliyordu. Biri Fuller için diğeri de korumaları için... Nerede kaldığını bilemiyorum ama Fuller de 15 Temmuz gecesi ADALAR BÖLGESİNDEYDİ. Ne yapıyordu bilemiyoruz ama oradaydı. İşler karışınca hızla ADALAR'dan karaya çıktı. Araçlarla RİVA bölgesine intikal etti. Riva'yı kendisi için güvenli buluyordu. Bu nedenle o tarafa hızla geçti. Kendisi kara yoluyla intikal ederken SAMANDIRA BÖLGESİNDEN kalkan bir HELİKOPTER vardı... İçinde 8 asker bulunuyordu. Bunlardan biri bir aksilik durumunda müdahale edecek olan teknisyendi. Bir de helikopterdeki makinalı tüfeği saldırılara karşı kullanacak bir asker vardı. Diğerleri de rütbeli isimlerdi. Bu ekip kalkıp acil bir şekilde RİVA'ya havalandı.
Fuller oradan yanına bir şey mi alacaktı bilemiyoruz. Ama o RİVA'ya gitti peşinden SKORSKY S-70 modeli helikopter oraya yöneldi... Ancak helikopterde bir aksilik vardı! Normalde MODE-S olması gerekirken bunda yoktu. MODE-S gökyüzündeki hava aracının kimliğini gösteren bir YAYINDI! Yerdekiler MODE S koduna bakarak kimlik ve tescil bilgilerine ulaşırlardı... RİVA'ya giden ve oradaki yolcuyu alıp YUNANİSTAN'a geçen Skorsky'de bu yoktu. O kargaşa içinde ortalık karışmışken çıkıp gittiler. O helikopter Graham'ı kaçırmak için kullanıldı. Askerler de onu korumak için oradaydı..." Dostum güvendiğim bir isimdi. 15 Temmuz'dan haftalar sonra bunları anlatıyordu!
"Bak kayıt bulamazsın. Fuller senin de bildiğin yerden girdi, helikopterle uçup gitti..." dedi. ISRARLA... Konuştuğum resmi kaynaklardan da "FULLER ile ilgili bir BULGU YOK!" cevabını aldım... Ama dostum da değişik bir isimdi. Asla ve kat'a BOŞ KONUŞAN biri değildi... Bilmediği konularda yorum yapmazdı!
Ama ısrarla bunu benimle paylaşıyordu...
Zaten kaç zamandır bunu araştırıyordum. HANGAR zaten KARA DELİK'ti! Kimlerin girip kimlerin çıktığını tam olarak bilen yok... Kayıtlar uçtu gitti çünkü! Ancak her şeye rağmen hatta kıracağımı bile bile "Peki ama HANGAR'dan geldiğini nasıl biliyorsun! Sen o konuya uzak değil misin?" diye sordum...
ALINMADI! Aksine gülümsedi! " O gece orada çalışanlardan biri adamımdı..." cevabını aldım! Bu söz üzerine bana diyecek çok şey kalmıyordu! Hala o yaşta birinin buralara niçin gelmiş olabileceğini bilmiyorum. İhtimal de vermiyorum. Ama kendisini iyi tanıdığım dostum da "BANA GÜVEN!" diyor...
Hala kafamda oturmuş değil... Dostum ayrılırken "Asıl Graham kiminle buluştu ona bakmak şart! Ya Barkey'ler aldatmacaysa?" diye ekleyince iyice şaşırdım...
Hala kafam net değil! Fuller'in geldiğine ihtimal vermiyorum ama eğer başka bir KUMPAS varsa onu bilemem!
Ergun Diler/Takvim
Operasyon, bir gazete olarak Cumhuriyet'e değil ki. Devletin, hükümetin, yargının bazılarınca hala anlaşılmayan bir kararlılığı var. 15 Temmuz'da 246 şehidi, iki binden fazla yaralısı olan milletimizi terörle cendereye sokmaya çalışan bir saldırı var. İstiklal Harbinden daha ağır şartlar altında sorumluluk taşıyan hiç kimse, hiçbir yönetici teröre müsamaha gösteremez. Eleştiri hakkı, fikir ve ifade hürriyeti deyip, kimse terör örgütlerini koruyup kollamaya kalkamaz. Üst Akılla işbirliği halinde devlet düşmanlığı, hükümet düşmanlığı yapanların gözünün yaşına bakılamaz. Cumhuriyet gazetesi; FETÖ'nün, 7 Şubat 2012 MİT krizinden itibaren devlete meydan okuma operasyonlarının hepsinde Erdoğan/ AK Parti düşmanlığına omuz vermiştir.
7 Haziran seçimlerinden bir hafta önce, artık FETÖ tezgâhı olduğu ortaya çıkmış MİT TIR'larını durdurma ihanetini manşete taşıyan Cumhuriyet, halkın haber alma hakkının peşinde miydi? Asla... FETÖ ile birlikte Erdoğan'ı ve AK Parti'yi, "İslamcı terör örgütlerine silah yardımı yapıyorlar" diye dünyaya jurnallemeye kalktılar. Seçimleri CHP lehine etkilemeyi hesapladılar. Zaman gazetesi ile CHP'nin paslaşmasını da henüz unutmadık. Başbakan Erdoğan hakkındaki montaj tapelerini, Kılıçdaroğlu CHP Grubunda perdeye aksettiriyor, ertesi gün de Zaman bunları manşete çekiyordu. Üstelik Kılıçdaroğlu da, F. Gülen de en çok bu gizli kayıtlardan şikâyetçi oldukları halde...
Cumhuriyet Ankara Temsilcisi Erdem Gül ile halen kaçak eski Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar'ın, silah taşıyan MİT TIR'ları haberlerine ilişkin "silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek ve isteyerek yardım" suçlamasıyla yargılandığı dava devam ediyor. Mahkeme, duruşmayı CHP milletvekili Enis Berberoğlu'na açılan dosya ile birleştirerek 16 Kasım'a erteledi. Bilindiği gibi CHP İstanbul milletvekili Enis Berberoğlu hakkında; MİT TIR'ları görüntülerini, gazeteci Can Dündar'a verdiği iddiasıyla "Devletin gizli kalması gereken bilgi ve belgelerini askeri ve siyasal casusluk amacıyla temin etme" ve FETÖ'ye bilerek ve isteyerek yardım etme" suçlarından 30 yıla kadar hapis cezası istemiyle hazırlanan iddianame mahkemece kabul edilmişti. Hürriyet ve özgürlükleri bahane ederek, sırf Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti düşmanlığı için hiçbir medya organı, artık terör örgütlerine yardım yapamaz, destek veremez. Geçti o günler...
Hüseyin Gülerce/Star
BBC/ Reuters Ajan-Muhabirleri, Ortadoğu'nun her yerinde geziyor. Ne tezgâhlar çeviriyorlardır bölgede, anında olan biteni Londra'ya ulaştırmakta mahirler. Musul operasyonu 17 Ekim 2016 sabahı başlatıldı. Harekat başlarken ilk haberi, ne tesadüf yine İngiliz BBC ve Reuters verdi. Reuters detaya girdi. DEAŞ'ın lideri Bağdadi'nin Musul'dan ayrıldığını, Rakka'ya gittiğini yayınlamıştı. Bu İngilizler, DEAŞ'ın gölgesini bile takip etmekte mahirler. Bu haber üzerine ben de "Derin Amerika-İngiltere, 'Musul'a girin' dedi, taşeron örgüt girdi. Zamanı geldi, 'Çıkın' dediler, taşeron örgüt çıktı" diye yazmıştım. Çünkü DEAŞ'ı kuran onlar.
Ciğerini bilen onlar. DEAŞ üzerinden yeni Ortadoğu haritalarını kurgulayan onlar. Ne dediysek o. Aynen öyle oldu. Musul boşaltıldı. Musul'da yeni bir süreç başladı.
Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım-Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar'ın temsil ettiği TÜRK DEVLET AKLI, zaten bu işin böyle olacağını bildiği için, "Musul'da Türkiye olacak" paradigmasıyla öne çıktı. Musul boşaltılacaktı. Bu işi Türkiyesiz yapmalarının önünü kesmek için stratejik okuma yapılarak, gardımızı aldık. Peki, Musul'u kim idare edecek? İşte bu noktada Türkiye, Musul'un geleceğine yönelik stratejisini ortaya koydu. Musul'un statüsü belirlenmeden, Irak'ın geleceği belli olmayacaktır.
Musul'un statüsü belirlenmeden, Türkiye'nin Musul-Halep hattı/Misak-ı Milli hedefleri yerine oturmayacaktır. Musul'a girildi. Musul olayının can alıcı noktası, Türkiye için güvenliğinin hayati süreci şimdi başlıyor. Kentin hangi güçler arasında, ne şekilde paylaşılacağına dair yaşanan anlaşmazlık nedeniyle tartışmalara yol açıyor. Temel mesele Musul'un DEAŞ'tan kurtarıldıktan sonra kaderinin ne olacağına dair. Bu nedenle operasyona katılmak isteyen güçler kadar komşu ülkeler ve emperyalist batı arasında kıyasıya bir mücadele var.
Kent, zengin petrol yatakları ve doğusu ile batısındaki petrol boru hatlarının yanı sıra coğrafi konumu nedeniyle stratejik bir noktada bulunuyor. Demografik yapısı, nüfusu Arap, Kürt, Türkmen, Ezidi ve Süryaniler'den oluşan kentte nüfusun yarısından fazlasını Sünni Araplar oluşturuyor. Washington ve Londra, hem Erbil, hem de Bağdat merkezi yönetimi ile taktiksel manevralar yapıyorlar. Onların derdi, petrolü ve gazı bir yüzyıl daha rahatça çıkarma, satma, petrol boru hatlarını kontrol etmek. Bir planlar var, ama çok rahatsız edici: "Musul'da sekiz bölgeli bir çözüm. Musul'u ileride Kuzey Suriye'deki koridora eklemlemek ve Katar doğalgazı ve petrolüyle birlikte Musul'un yeraltı enerji kaynaklarının da aynı rota üzerinden Avrupa'ya ulaştırılması. Bu parantezde, Kuzey Suriye'de oluşturulmaya çalışılan yeni rotalı 'Enerji Koridoru'. Din ve mezhep üzerinden yeni yumuşak karınlar ortaya çıkarmak.".
Bülent Erandaç/Takvim
Yükselen güçlerin liderleri öncelikli hedeftir. Zira yükselen güçlerin büyüme süreçleri genellikle güçlü liderlikle yaşanır ve öncelikle bu güçlü liderliğin halkla olan bağının zedelenmesine çalışılır. Bunun için her yol ve her unsur kullanılır. Medya da önemli rol üstlenir. Seçimlerle bileği bükülemeyenlerin demokrasi dışı yöntemlerle önünün kesilmesine çalışılır. Darbeler bunun için vardır ve hemen hatırlanır. Siyasi tarih açıkça ortaya koymuştur ki, darbeler genellikle dış aktörlerle iç uzantılarının işbirliğiyle belirginleşir ve bu noktada her darbenin ekonomi politiği vardır. Bu ekonomi politik uluslararası güç mücadelesinin ajandasında saklı olanlarla ilişkilidir.
Yükselen gücün toplumsal dokusuda hedeftir. Öncelikle yükselen gücün toplumsal farklılıkları üzerinde durulur ve kimlikler üzerinden ayrışmalar beslenir. Farklılıkların zenginlik olarak kabul görmemesi ve yükselen gücün yaslanacağı toplumsal dayanağı olmaması için uğraşılır. Kimlikler çatıştırılır, farklılıklar çatışma ikliminin unsurlarına dönüştürülür. Halkın bünyesinde keskin bir kutuplaşmanın olduğuna ve asla bir araya gelemeyecek kadar düşmanlaşmanın yerleşmeye başladığına dair gerçek dışı bir kanaati yerleştirmeye çalışarak, kapsamlı bir algı çalışmasına girişilir. Bunun için statükocu güçlerle bağı olan medya devreye girer ve "neyin doğru olduğu değil halkın neye inandırıldığı önemlidir" yaklaşımının yerine getirilmesi için çalışılır.
Uluslarası sistemin mevcut yapısını elinde tutan statükocu güçler, yükselen gücü genellikle demokrasi dışına çıkmakla, liderini otoriterliğe veya diktatörlüğe dönüşmekle suçlarlar. Böylece küresel bir baskı oluşturmanın siyasi ve stratejik iklimini üretmeyi hedeflerler. Statükocu güçlerin tüm bu gayret, çaba, arzu ve hırsa rağmen bazen de işler yolunda gitmez, hedeflenenler gerçekleşmez. Evdeki hesap çarşıya uymaz. Uyutmaya, aldatmaya ve bağımlı kılınmaya çalışılan halk her zaman bu oyuna gelmez. Her türlü tezgah ve kumpas denense de her zaman başarılı olmaz. Tıpkı Türkiye'de yaşatmaya çalıştıkları gibi... 15 Temmuz gecesi yaşadıkları gibi... Ve başaramadıkları gibi...
Prof. Yaşar Hacısalihoğlu/Akşam
Her gün kırdığı potlar, devirdiği çamlar ve söylediği akla aykırı sözler, CHP destekçisi medya tarafından tevil edildikçe ve üzeri örtüldükçe Kılıçdaroğlu da hikâyedeki şehzade gibi daha vahimlerine imza atıyor.
Bu iş hiç buralara gelmemeliydi. Kılıçdaroğlu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adaylığı döneminde Kâğıthane'yi Kağıttepe yaptığında, zaten 40 kuruşa satılan halk ekmeğin fiyatını daha da ucuzlatıp 40 kuruşa indirmeyi vadettiğinde, İstanbul'da yaşayan her ev hanımına 700 TL maaş bağlayacağını söylediğinde, Kılıçdaroğlu'nun acı gerçeğini kabullenmek gerekiyordu. Ancak "AK Parti İstanbul'u kaybederse sonun başlangıcı olur" diyerek gündüz düşü gören CHP destekçisi medya, Kılıçdaroğlu'nu "sakin güç" ve "Gandi Kemal" diye pazarlamaya devam etti.
Kılıçdaroğlu hiçbir seçimi kazanamadı ama ne gafları bitti ne de medyanın tevil çabaları. "CHP Genel Başkanı olmayacağım" dedikten saatler sonra genel başkanlığa adaylığını açıkladı, ses etmediler. Girdiği ilk genel seçimi kaybetmesi üzerine "şu kadar yeni oydaş kazandık" diye garip bir laf etti, seçim sonucunu bırakıp "oydaş"ın hikmetlerini açıklamaya durdular. İftira atmayı siyaset yapmak zannettiler ve "Kılıçdaroğlu'nun dosyaları" diye manşetler atıp, iftiralarını desteklediler. Kılıçdaroğlu şimdi de tüm bölgesel ve küresel aktörlerin defalarca strateji değiştirdiği Suriye sorununu "Yurtta sulh cihanda sulh" ilkesi ile çözeceğini iddia ediyor, şakşakçı medyası da Kılıçdaroğlu'nun bu iddiasını, "Kılıçdaroğlu'nun sakin dış politikası" diye yutturmaya çalışıyor.
Ne diyelim; buyurun, bu eser sizin! Tekrar tevile mi girişirsiniz "aslında onu değil bunu kastetti" mi dersiniz, yoksa siz de pes edip "CHP'de parti içi muhalefet iddialı" başlıklı haberlere mi yer verirsiniz, varın orasını siz düşünün. Tercih sizin, lakin zırva, sizin dahi tevil edemeyeceğiniz boyutlara ulaştı. Kılıçdaroğlu kendini aştı: "Beyefendi Marmaris'te tatil yaparken Meclis topa tutuluyordu."
Bir ok attım aşure oldu...
İsmail Çağlar/Türkiye