Stefan Zweig, bir bölümünde İstanbul'un fethini ve Fatih Sultan Mehmet'i de anlattığı İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar'da şöyle der: "Şans, çok sevdiklerine bile her zaman cömert değildir ve ilahların, ölümsüzlere unutulmaz işler başarma imkânını bir defadan fazla verdikleri az görülmüştür." 1967'deki bir yazısında Papa'nın İstanbul ziyaretini coşkuyla karşılayanlara veryansın eden Şule Yüksel Şenler, belki de kızardı bana onu anlatmak için koyulduğum yazıya bu biçimde başlamamdan.
Bu veryansının alt metnini, dönemin şartlarında kendi toplumunun bir kesimini 'irticanın hortlaması' kisvesi altında yok sayan, en iyi ihtimalle de 'görmezden gelen'lerle denk düşmesi olarak okurdum ben de muhtemelen. Bence tam da Zweig'in dediği gibi, bir anda parlayan yıldızıydı o seyyaresinin ve Cenap Şehabettin'in öğüdünü bellemişçesine devam ettirdi kendisini işte öyle bir dönemde: Gündüz kandilini hazırlamayan, gece karanlığa razı demektir! O sadece kendi kandilini hazırlamadı sayısız insanın yoluna da fener tuttu.
KIBRIS MİTİNGLERİNE YÖN VERDİ
"Kim bu vücudun mühendisi?" diye sorardı Şule Yüksel, "Kim bu nakışın nakkaşı?" Farklı bir oluşumdan, başka bir dönüşüme evrilen hayatının hikâyesi arayışla, masumiyetle, hüzünle, öfkeyle geçti evet; ama asla kabullenişle değil. O, elektrik şoku yediğinde düğmesi olmayan bir kafesten, çitleri olan başka bir kafese geçtiğinde, çitlerden atlamayı seçti. Seligman'ın o meşhur deneyleriyle ispatlanan "öğrenilmiş çaresizliğe" meydan okurcasına...
Onun deyiminden devam ederek soruyorum: Kim bu vücuda ruhuyla yön veren? Öğretmenler tarafından büyük sınıflara çağrılarak kitap okutturulan, sorulara yanıt vermesi beklenen ufak yaşın parlak zekâsı? Tüm bu gidişata rağmen ailevi sebeplerden ötürü okulunu yarıda bırakan küçük bir kız çocuğunun, 14-15 yaşlarında yazdığı yazıları Safa Önal'a götürme cesaretine ve akabinde büyük bir takdir kazanarak çıktığı kapıdan, sonuçta Yelpaze dergisinde yayımlanmasına layık bulunan öyküleriyle girmesine şaşırmamalı.
Yeni İstanbul gazetesinde gençlik köşesinin kendisine emanet edilmesine, 20'li yaşlarında Kadın gazetesinde yazmasına, Kıbrıs asıllı oluşunun da verdiği heyecanla Kıbrıs mitinglerine yön verişine de...
Farklı cenahlardan insanların "Zannediyorum şu okuldan mezun", "İki fakülte mezunu olduğunu biliyorum" şeklindeki algılayışlarına da... Resim ve müzikteki yeteneğine ve en çok da, aynı tevazu ve içtenlikle halkın önemli bir bölümüne farkındalık kazandıracak boyutta başarılı olmasına şaşırmamak gerek evet.
BAŞÖRTÜSÜ MÜCADELESİ
Şule Yüksel'i en çok Müslüman kadın hareketinin öncüsü olmasıyla tanıyoruz... Müslümanlığını yalnızca bir kimlik adı olarak kullandığı günlerden, kavrayış ve yaşayış günlerine geçişi elbette kolay olmadı. Tüm gönlüyle sürdürmeyi tercih ettiği hayatla taban tabana zıt bir aile kültüründen geliyordu çünkü. Düşüncelerinin ve inandıklarının ayağı sağlam bir şekilde yere basması için acele etmedi.
Okudu, düşündü, yazdı, hissetti ve ömrünü, İslâm'ın kaideleri gereğince yaşamaya vakfetmenin tohumlarını serpmeye başladı içine.
Huzur Sokağı, Duyuşlar, Gençliğin Izdırabı, İslâm'da ve Günümüzde Kadın gibi çeşitli türlerde eserlere imza attı; ancak Şule Yüksel'i Şule Yüksel yapan edebi kimliği, gazeteciliği, yazarlığı değildi belki, ki kendisi de bu konularda büyük iddialarda bulunmadı hiçbir zaman. Onu tüm yeteneklerinin karmasında insanlara yaklaştıran şey, başörtülü Müslüman kadının dönemin soğuk ve karanlık günlerinde yaşadığı psikolojik baskıya karşı aldığı tavır ve aksiyondu!
"ŞULE BİR CADDE İSMİDİR"
İşte Şule Yüksel de bu davanın bir öncüsü olarak başlattığı kadın hareketinde, yanına aldığı sayısız insanla birlikte algı, kabulleniş ve boyun eğişlere karşı bir kuvvet oluşturmuştu.
Şule Yüksel'in o zamana kadar pek konuşulmayan, İslâm'da kadının yeri, başörtülü kadınlara yapılan toplumsal baskı ve kadınların bu baskıya karşı vermesi gereken mücadeleyle ilgili kaleme aldığı nice yazı, insanlara büyük ölçüde tesir ediyordu. Derdinin ne olduğunu bilmeyen arayış içindeki insanlara, hem derdini, hem dermanını kendi hikâyesinden yola çıkarak anlatıyordu Şule Yüksel çünkü. Bu samimi gayret, aynı problemleri yaşayanların alakasını celbediyor, kendisiyle bizzat tanışıp, konuşmak isteyenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Bu sonu gelmez talep ve ısrar Şenler'in Türkiye'yi karış karış gezmesiyle karşılık buluyor, verdiği konferansların ardı arkası kesilmiyordu.
Demeçlerinin sakıncalı bulunması gerekçesiyle pek çok kez ölümcül tehditlere maruz kalan, aylarca cezaevinde yatan Şenler, vazgeçmiyordu. Müslüman bir kadının, kendi davasını gözü karalıkla savunuyor oluşu, yine o dönem eserleri ve konferanslarıyla fırtına gibi esen Necip Fazıl'a bir dost meclisinde, "Ben Fâzıl isem, o da Fâzıla'dır" dedirtmişti.
Şule Yüksel Şenler ile ilk karşılaşmam bir konferans vesilesiyle olmuştu. Programı organize eden ajansın bir çalışanı olarak bizzat toplantının içeriğiyle iç içeydim. Vakur ve mazbut duruşunun yanında biraz da hastalığından kaynaklı temkinli adımları, yaşadıklarının ağırlığıyla hemhâl oluyor gibiydi. Gerek eğitim, gerek kültür, gerekse sosyal hayattan tecrit edilmiş başörtülü kadının mücadelesinin sembolüydü Şule Yüksel.
Aradan geçen yıllara rağmen Şenler'i toplum nezdinde diri tutan şey kamusal alandan soyutlanan o kadına, hâlihazırda kesif de olsa varlığını hissettiren o anlamsız mesafe. Meşhur 'öteki'nin mihenk taşlarından biridir çünkü başörtüsü. Yüksel, tesettürü taşımanın en zor, en girift zamanlarından birinde meydanı bomboş bulanlara bir yumruk kaldırmakla kalmadı, peşinden de sayılamayacak kadar çok kadını sürükledi. Başörtüsüne 'alt tabaka' muamelesi yapan herkesle burun buruna geldi, sözünü yükseltti, gücünü artırdı.
Şenler'in, döneminde estirdiği fırtınanın onun adıyla bir karşılık buluyor oluşunun sebebi de bu. Takvimler 2013'ü gösterdiğinde bile Şule Yüksel Şenler adına yapılan bu organizasyonda salonu dolduran kalabalık, bu sembol kadının toplumdaki yansımasıydı! Ben Huzur Sokağı'nın içeriği itibariyle ülkeyi kasıp kavurduğu döneme denk gelemesem de, o toplantıdan sonra Şule Yüksel dendiğinde aklıma, gazeteci ve yazar Sibel Eraslan'ın konuşmacı kürsüsünde söylediği söz gelir, "Şule bir cadde ismidir ve hepimiz o caddede yürüyoruz."