Üslûbuyla Kafkaesk olarak anılan ilk adıyla Helen Emily Woods, yazarlığındaki son adıyla Anna Kavan, gerek özel yaşamı gerekse meslekî kariyeriyle İngiliz literatüründe önemli bir yere sahip. Psikoloji alanında araştırmaları ve makalelerinin yanı sıra bir vaka olarak da kendini ortaya koyuşu, dikkat çekici biyografisindeki enstrümanlardan sadece bir tanesi. Türkçeye çevrilen eserlerinin oldukça az oluşu, yazarın ülkemizde yeteri kadar tanınmamasının başat nedenlerinden biri; ancak Anna Kavan fantazyasının daha çok okura ulaşması gerek. İlk yayınlandığı zamandan 26 yıl sonra, 2020 yılında Everest Yayınları'ndan çıkan Uyku Tanrısının Evi'ni kıyıda, köşede, arada kalan bir eser olarak anmak mümkün. Milattan önce beş binli yıllara kadar uzanan rüya tabirlerinden, bilinçaltı öykülerine evrildik. Bu sırlı âlemin mekaniğine hâlâ çok uzağız; ama gece, bir sayfayı kapatıyor oluşunun azametiyle her seferinde tazeliyor kendini bizi uyutmadan önce. İbni Sînâ'nın uyku sırasında hayâl gücümüzün etkiye açık olmasıyla rüya ile fizik ötesi âlemden bilgi alabildiğimizi söylemesi, işi heyecanlandırıyor. Hele Muhyiddin Arabî en yakın semanın altında, rüya ile görevli melek er-Ruh'tan da haber verince olaylar iyice esrarengizleşiyor. Uyku Tanrısının Evi'nde sarı saçlı küçük B, bize rüya ve geceyle ilgili bambaşka bir hikâye anlatıyor. Anna Kavan'ın romanı, bir 'çocukluk ve gençlik' dönemi aktarımından daha fazlası. Klasik örüntülerin üzerinde, sofistike ve bir o kadar da celbedici. Kendisini gündüzden koparıp geceye bağlayan, odasının köşelerinde yeni dünyalar kuran, anne ve babasıyla hesaplaşırken gerçeğe yol verip rüyalarına yol alan B'ye Helen Woods diyelim mi? Ben dedim bile. Cannes'da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Woods, çocuğunu 'sevmeyen' bir annenin ve 'erkenden ölerek' onu yalnız bırakan bir babanın kızıydı. Let Me Alone'u yazdığında 29 yaşındaydı ve o romanındaki kahramanın adını aldı: Anna Kavan.
YENİ GERÇEKLİĞİN İNŞASI
Anna Kavan'ın çocukluğuyla başlayan çıkmazın ölümüne değin sürdüğü bir gerçek. 24 yaşında başladığı eroine 1968'e, yani öldüğü yıla kadar devam ediyor. Oğlunu II. Dünya Savaşı'nda, kızını doğumdan sonra kaybediyor. Uyku Tanrısının Evi'nde de tıpkı diğer eserlerinde olduğu gibi otobiyografik anlatımlarla karşılaşmak şaşırtıcı değil. Romanın kahramanı açılışı yaptığında bizi biraz sendeletiyor, "Annemi anlatmak kolay değil. Uzak ve parlak, hüzün dolu yabansı zarafetinin günlük yaşamla hiç ilgisi yoktu. Güzel olduğunu ve beni sevmediğini söylememe gerek var mı?'' Bu kabulleniş, beraberinde sevgisiz bir çocuğun kendi içinde vereceği mücadelenin ön izlemesi gibi adeta. Mevcut gerçekliğinde mutsuz olan bir çocuk, kendine yeni gerçekler inşa etmesinin yolunu bir şekilde buluyor: "Sebebini bilmesem de gündüzlerin hiçbir önem taşımaması gerektiğini çok iyi anlıyorum. Gündüzlerin gerçeğe dönüşmesini önlemek zorundayım.''
ANNE ŞEFKATİ: GECE
Antik Yunan'da gece uyuyan ruhların bedenlerden ayrılarak tanrılarla görüşmeye gittiğine inanılır ve Kavan'ın bu romanıyla kahramanı üzerinden Yunan mitolojisine atıfta bulunduğu açık. Peki kim bu uyku tanrısı? Gece tanrıçası Nyks'in kendi başına yarattığı Hypnos'dan başkası değil. Bütün gün, eve gidip gece dünyasına, evin gizli yaşamı içinde bulduğu gerçeğe kavuşacağı anı iple çeken B, rüyalarına başlamadan önce bize bazı ipuçları veriyor. Semboller üzerinden birleştirdiğimiz parçalar, iç dünyasındaki devinimin kırılganlığıyla da tanışmamıza yardımcı oluyor. Kendini rüyalarıyla bütünleyen B'nin en nihayetinde evine girdiğimizde, Kavan'ın imgeleriyle sürükleniyoruz. Dışarıdaki ışıktan bağımsız, her daim alacakaranlıkta kalan bir evde odaların şekli ve yeri değişmekle kalmıyor, bazıları tümden yok oluyor. Pencerelerin baktığı manzaralar değişiyor, her şey her an varlığını başka bir şekilde sürdürüyor. Tüm hikâyeden ziyade Kavan'ın regresyonuna da tanıklık ediyoruz. Okuyucu, romanın içerik hacminden kaynaklanan bir yoruculuğa da kendi gerçeğimizi düşünmeye yönlendiren itici kuvvete de hazırlansa iyi olur.