Bazı cümleler var ki sorular sorduruyor. "Öyle Güzeldik ki" işte o tür cümlelerden biri. Siz kimsiniz? Ne zaman güzeldiniz? Güzellikten kastınız ne?
Çok mu mutluydunuz eskiden? Şimdi neden böyle düşünüyorsunuz? Yoksa umudunuzu mu kaybettiniz? Bunlar sorulardan birkaçı... Öyle Güzeldik ki, Kamerun'da doğup büyüyen Imbolo Mbue'nin süregelen sömürgeciliğe karşı yükselen çığlığının adı. Masal tadında bir roman...
Kamerunlu yazar Imbolo Mbue, Amerika'nın göç politikasına karşı bir duruş sergilediği 20 dile çevrilip milyonlarca okuyucuya ulaşan Hayalperestler adlı kitabıyla geniş kitlelere ulaşmıştı. Mbue, 2016'daki ilk kitabının ardından bu kez Öyle Güzeldik ki (How Beautiful We Were) romanıyla adından bahsettiriyor. Sahi Kitap tarafından Ayşe Ece'nin çevirisiyle yayınlanan roman, tıpkı ilkinde olduğu gibi benzer bir temayı işliyor. Sınıflar arası farkları ve bilhassa da kendini üstün görenlerin dünyaya verdiği zararları.
Öykü son 100 yılda Ortadoğu'da yaşananlara ikiz kardeşi kadar benziyor. Amerikalı devasa bir petrol şirketi tarafından sömürülen küçük bir köy halkını merkeze alan romanın ana karakteri Thula adında gözü kara bir genç kadın.
Belirsiz bir zamanda kurgusal bir Afrika köyünde geçen öyküde bu genç kadına eşlik eden bildik arketipler var: Yozlaşmış bir lider, köyün delisi, görevini bilen baba, şifacı ve medyum. Romanda köyün sakinleri gibi görünen "biz" tarafından anlatılan açılış paragrafı toplamda 447 sayfa boyunca karşılaşacağımız birçok paradoksun ilkini içinde barındırıyor: Sonun yaklaştığını bilmeliydik. Nasıl bilemezdik ki? Gökyüzü asit dökmeye ve nehirler yeşermeye başladığında, topraklarımızın yakında öleceğini bilmeliydik. Yine de onlar bizim bilmemizi istemedikleri zaman nasıl bilebilirdik ki? Onlardan nefret ediyorduk, toplantılarından nefret ediyorduk, ama hepsine katılıyorduk." Bu cümlelerle başlayan romanda "onlar" diye adlandırılanlar yine kurgusal bir Amerikan petrol şirketi olan Pexton'un temsilcileri.

Hikâye bir zamanlar cennet olan Afrika'daki yoksul bir köyün nasıl sömürüldüğü ile ilgili. Pexton şirketinin temsilcileri sömürgecileri temsil ediyor. Evet kötüler. Ama köylüler asıl kötülüğü onlar kadar, onlarla iş birliği yapan yerel yöneticilerden görüyor.
Öykünün hemen başında köyün toprakları Batı tarafından desteklenen yozlaşmış bir hükümetce, Pexton şirketine peşkeş çekiliyor. Sonrası bildik hüzünler. Beyaz adamların gelişiyle ekinler kurumaya başlıyor, hava pisleniyor, su zehirleniyor ve çocuklar tanımlanamayan bir hastalıktan dolayı teker teker ölüyor. Ve bir anlamda bugünün tüm sömürülenlerini tüm çıplaklığıyla anlatan bir kısır döngüye giriliyor.
Bir zamanlar huzur içinde yaşayan yerliler, temiz suya erişebilmek için çalışmaya zorlanıyor. Zaman içinde tüm köylüler Pexton'un işçisi ya da bir başka deyişle kölesi haline geliyor.
Kendilerinin de bir zamanlar çocuk olduğunu unutanlar... Roman ilerledikçe özne yani "biz" daha net ortaya çıkıyor:
Köyün çocukları. Thula, işte o çocuklardan biri. Haklı davasını örgütlerken kurduğu cümle ise gerçekten düşündürücü:
"Büyüdüğünde çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu asla unutma. Çünkü dünyadaki acıların çoğu bir zamanlar kendilerinin de çocuk olduğunu unutanlardan kaynaklanıyor." Romanın henüz okunmamış sayfaları azaldıkça biz okuyucuyu ilginç bir his daha bekliyor. Dev şirketlerin kolektif kişiliği karşısında yaşanan güçsüzlüğümüz.
İşte tam da o hissin yükseldiği anlarda, Thula'nın uyarılarına anlam veremeyen köylülerin şu saf sorusu adeta bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor: "Biz onların uğruna ölürken (Amerikalılar) nasıl mutlu olabilirler ki?"
ÇOCUKLARIN ÖLÜMÜNE SUSANLAR
Öykü, Pexton şirketi yöneticilerinden birinin ölümcül bir hastalığa yakalandığında kırılma noktasına ulaşıyor. Ölüm döşeğindeki 'beyaz adam' köylülere hikâyelerini Amerikan halkına anlatabilecek bir muhabir olan yeğeni Austin'den bahsettiğinde Thula ve arkadaşları bu son şansa dört elle sarılıyor.
Başlarken de dediğimiz gibi Imbolo Mbue'nin kaleminden satırlara dökülen roman okuru derin düşüncelere iten paradokslarla örülü. Zehirlenen su yüzünden onlarca çocuk ölürken sesi çıkmayan 'beyaz adam', kendisi ölümle yüz yüze geldiğinde ölenlerin yakın akrabalarına dünyayı nasıl ayağa kaldıracaklarının şifresini veriyor. Ana karakterimiz Thula ise tam o an şu çarpıcı soruyu soruyor:
"Ezilenler yeterli güce sahip değilse ve güce sahip olanlara başvuramıyorlarsa, başvurabilecekleri bir yer var mıdır?" Ne garip değil mi? Bu cümleyi kurgusal bir Afrika romanı olarak değil de yüzde 100 gerçek bir Gazze öyküsü olarak okusak değişen hiçbir şey olmuyor. Bugün Gazze'de açlığa mahkûm edilenler güce sahip olanlara başvuramıyor, başvursa da zerre fayda olmuyor...
Pexton şirketi yöneticisinin ölümcül hastalığa yakalanması ve 'beyaz adamın' Amerikalı gazeteci yeğeninin devreye girmesiyle öykü Kara Kıta'dan, Yeni Kıta'ya taşınıyor. Pexton'un 'marifetlerinin' ortaya çıkması ile Amerikan halkı şoke oluyor ve devrim başlıyor...
Bir masal gibi...
Kitabın bu can alıcı noktasında öykü bize "Dünyada gerçekten de tam olarak neler oluyor?" sorusunun yanıtını elbette net bir dille vermiyor, veremiyor. Ama gerçekte ne olduğunu hatırlamamızın yolunu da sonuna dek açıyor. Romanın sonuna geldiğinizde içinize güzel ama kimi zaman da hüzünlü bir masal dinlemiş gibi bir his doğuyor. Evet bir romandan çok bir masal bu. Thula'nın masalı...
MURAT GENER